"Bana kalırsa Atatürk sistemi hepsinden iyidir. Mesela rakı için ve sizi sarhoş görmeğe alıştırın. Atatürk, Allah rahmet etsin, hakikaten, can alacak yerlere vurmasını bilirdi. Çünkü itiyatlar çok defa asıl belkemiğimiz oluyor, onlara hücum edince, onlar şaşırınca eski ayakta duramıyor. O büyük terbiyeci idi. Hürriyetinizi feda etmeğe alışmayın, demek istiyorum. Derhal isteri başlar"
Tanpınar'ın, Mehmet Kaplan'a yazdığı mektuptan bu satırlar. Tarih 31 Aralık 1958; Kaplan, Atatürk Üniversitesi'nin kuruluş çalışmaları için Erzurum'da. Cumhuriyetin ilk yıllarında Erzurum'da iki sene öğretmenlik yapan Tanpınar taktik veriyor eski öğrencisine. Ama öğrencisi, Atatürk sistemini işletemez. Ancak bir yıl sürer Erzurum macerası.
Lakin meselemiz o değil, meselemiz Tanpınar'ın tahlil edip anlattığı Atatürk sistemi. Bilmem farkında mısınız? Atatürk sistemi geri döndü. Ama tersinden. Yeni adı: Erdoğan sistemi. Taktik aynı; can alacak yerlere vurmayı iyi bilmek. Uludere Katliamı iyi niyetlidir. Kürtaj cinayettir. Bu gazeteciler tasmalı. Kürt olmakta, ölülerini unutmamakta direnen Kürtler nekrofildir. Çamlıca tepesine cami iyi gider.
Ben istediğimi söylerim, geri adım atmam. Siz de dinlersiniz. Ben Tek Adam'ım. Son yaşananları Tek Adam sistemi üzerinden okumakta fayda var. Yeni değil. Bu ülkede daha evvel yaşanmışı var.
***
"Shakespeare'in kralı başvekilini tacını bırakıp vatandaş olmakla tehdit ettiği gibi, Mustafa Kemal de kızdıkça "Millete giderim" derdi. Mustafa Kemal'in inkılâp iradesinin kaynağı halkın kendine inanışıdır. O bütün baltalamaları halktan değil, aydınlardan görmüştür. Tek diktası da onu irtica üniversite profesöründen medreseliye kadar çeşitli aydınların halkı kışkırtmalarına müsaade etmemekti."
Bu satırlar Falih Rıfkı Atay'dan; Latin harflerinin tanıtıldığı günlerde 1928 Ağustos'unda Sarayburnu'nda yaşanan bir halk toplantısını anlatıyor. Tek partili sistemde kızdıkça "Millete giden" bir Tek Adam'ı nasıl bir sonuç şaşırtabilir?
Ya bugün? Yüzde 10 barajıyla seçime giren bir parti yüzde 50 oy aldım diye kubarabilir, ama hepimiz biliriz bunun yalan olduğunu. Hepimiz biliriz bu barajla BDP'nin bahane edilip muhafazakar partilerin ve Kürtlerin oylarının çalındığını. Bu baraj olmadan AKP'nin yüzde 50'nin yanına bile yaklaşamayacağını.
Ve yine hepimiz biliriz ki, baraj kalktığı anda muhafazakar bir Kürt partisi kurulur ve oyların dağılımı nasıl olursa olsun bütün Kürt illerini BDP'yle birlikte paylaşırlar. Ve Kürt partileri Türk illerinden yine ve (baraj kalktığı için) daha çok milletvekili çıkarmayı sürdürürler. Ama Türkiye partisi olduğunu iddia edenler bir daha Kürdistan'dan tek bir milletvekilini bile zor çıkarırlar.
Peki, "tek diktası çeşitli aydınların halkı kışkırtmalarına müsaade etmemek" olan 'Tek Adam'la, "gazetecileri işinden attıran, öğrencilerle, akademisyenlerle beraber kelepçeleyip cezaevlerine gönderen" bu sistem arasında ne fark var?
Ama bağımsız yargı mı diyorsunuz? Evet, ben de diyorum bazen. Bildiğim ama hiç tanımadığım gittikçe uzaklaşıp silikleşen bir hayal gibi mırıldanıyorum...
***
15 Kasım 1937 günü sabahın ilk karanlığında Seyit Rıza ve arkadaşlarının cansız bedenleri salınıyordu Elaziz'de Buğday Meydanı'nda. Zazaca çınlıyordu Nazım'ın dizeleri: "Buğday Meydanı dilsiz, / Buğday Meydanı kör. / Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü / ve Buğday Meydanı kapatmış elleriyle yüzünü. / Yağmur çiseliyor."
Aynı gün, akşamın ilk karanlığında, Atatürk Diyarbekir'de Halkevindeki davette Diyarbekir'i ilk kez Diyarbakır adıyla -gündüz Elazığ Maden'deki bakır tesislerini gezmişti, ilham oradan- anıyordu: "Yirmi yıl sonra tekrar Diyarbakır'da bulunuyorum. Dünyanın en güzel en modern binasında nefis bir müziği dinleyerek..."
O gecenin sabaha karşı Ankara'ya Türk Dil Kurumu'na Atatürk'ün özel kalem müdürü imzasıyla bir telgraf geldi: "D.Bekir şehrinin isminin etimolojisine dair bir etüt var mıdır? Esasta bu şehrin ismi Bakır memleketi manasına olan Diyarbakır olması gerektir ve artık bu isimle tanınacaktır..."
Üsluptan da anlaşılacağı üzere telgraf bir emirdir, ama usulen Türk Tarih Kurumu'nun da katılımıyla bir heyet oluşturularak konunun tetkik edilmesi istenir.
Heyet hemen toplanır. Konu tartışılır ve araştırılır(!). Aynı gün cevaben yazılan telgrafta, Neolitik çağdan beri maden mıntıkası olan bu bölgeye Bakır Eli anlamında Diyarbakır denmesinin "pek yüksek bir buluş" olduğu, "şükranla karşılandığı" belirtilir.
Bilimsel(!) toplantılar devam eder: Zaten bu kente eski Türkçede Amiday denmektedir ve tetkikler sonucunda Amiday'ın da "Bakır diyarı" manasına geldiğine tam kanaat oluşmuştur vs... Üç gün içinde alınan müspet karar 20 Kasım 1937 gecesi Ankara'ya döndüğünde Atatürk'e ağızdan arz edilir. Karar 20 gün sonra 10 Aralık 1937'de Resmi Gazetede yayımlanır.
Size de Sağlık Bakanı'nı, Diyanet İşleri Başkanı'nı hatırlatıyor mu hikaye? Başbakan'ın tek işaretiyle birkaç gün içinde "kürtajın cinayet" olduğunu keşfeden, araştırıp bulan bu beyefendiler Atatürk zamanının bilim adamlarına ne kadar da benziyorlar. Onlar bilime bakmıyorlardı, Atatürk'e bakıyorlardı. Ya şimdikiler?
Tek Adam dönemlerinin Tek Adam'ın kim olduğundan ve yapmak istediği şeyden bağımsız pek çok ortak özellikleri vardır: Mesela, korkudan ve yalandan türer heybetleri. Ve papağanlar ve güce tapanlar pervaneler gibi üşüşürler merkezine. Şairin dediği gibi "nilüferleri kararta kararta gelirler." Ve söyleyecek sözü olanlar uzaklara savrulurlar; sürgüne, cezaevine, işsizliğe, sessizliğe...
Falih Rıfkı, Sarayburnu'ndaki halk toplantısını anlattığı yukarıdaki bahsi Atatürk için sarf ettiği şu sözlerle bitirir: "O bir cilacı değildi, bir yontmacı idi." Ama bütün fanatikler gibi yanılır bunda da.
Toplumlar yaşayan organizmalardır. İçeriden dönüşerek biçim alırlar, dışarıdan yontularak değil. Tek Adam'lar her zaman cilacıdırlar ve cilaları da hep kandandır, zulümden, baskıdan ve yalandandır. Dün de, bugün de. (BK/HK)