3 Kasım 2002’de, üniversite üçüncü sınıftaydım… Bir arkadaşımla şimdi karakol olarak kullanılan AKM önünde oturuyorduk. Ne yapıyorduk, neyi bekliyorduk hatırlamıyorum. O sırada arabalardan beline kadar sarkmış ve AKP bayraklarıyla türlü tezahüratlar yapan insanlar geçmeye başladı. Belli ki her ne kadar yasaklı olsan da seçimi kazanmıştın ve tek başına iktidar olmuştun.
Arkadaşım “Şeriat mı geliyor” dedi. Ben de senin çıkarttığını söylediğin “Milli Görüş gömleği”ni hatırlattım ve “Yok be, geleneksel İslami siyasette yer tutamayanlar Özal’ın siyasetini benimsediler ve yine merkez sağ kazandı. Bir şey olmaz” dedim. Yaşım 22, ayaklarım biraz yerden havadaydı…
Elbette senin İslami referanslarla yaşayan, “demokrasi”yi bir tramvay gibi gören ve istediği zaman inebilecek biri olduğunu biliyordum. Bunları bilmek için siyasetten anlamaya gerek yoktu. Sen zaten hepsini punduna getirip söylüyordun.
2007 genel seçimlerinde yüzde 46 civarı oy alıp, senin tabirinle çıraklıktan kalfalığa yükselmenle birlikte, askeriyedeki tabirle söyleyeyim, “üst devre” olmaya başladığını gördük.
Yılları satırlarla geçmek gibi olmasın ama referandum dönemi geldi: 12 Eylül 2010. 12 Eylül Anayasası’nı değiştireceğini, 12 Eylül’le hesaplaşacağını söyledin. Hatta ağladın. Zerre kadar inanmadım sana. Bir torbaya doldurabildiğin kadar değişikliği doldurup, “12 Eylül’le hesaplaşıyorum” diyerek referanduma gitmen bana kötü niyetli bir siyasi hamle gibi gözüktü ve yüzde 20’yi aşkın insan gibi referandumunu boykot ettim.
Bir işe yaradı mı? Hayır. Torba güzel mi kötü mü oylamasına katılanların yüzde 58’inin oyunu aldın. O günden beri de 12 Eylül Anayasası’nı temel haklar ve özgürlükler noktasında değiştirmek için herhangi bir adım attığını ben görmedim. Hatta aksine, o günden itibaren, özellikle 12 Haziran 2011 seçimlerinden itibaren, askerle de ilişkileri birbirine muhtaç komşu çocuğu arkadaşlığı seviyesine getirdikten sonra Mehmet Altan’ın tabiriyle çok da güzel “Ankaralılaştın”.
Statükoyu kontrol edebileceğini hissettiğin andan itibaren onu bozmak yerine bütün unsurlarıyla sahiplendin. Sadece içine kendi İslami yaşam referanslarını enjekte ettin o statükonun.
Roboski katliamı olduğunda haklar senin için sadece ödenen sadakalara döndü. Emrindeki askerin öldürdüğü canların özrünü dahi dilemeden “parası neyse verdik” noktasına geldin.
Sonra baktın olmuyor, gündem değişmiyor, kadınların bedenlerinden sorumlu ilan ettin kendini. “Her kürtaj bir Uludere’dir” dediğin anı dün gibi hatırlıyorum. Kadınların çocuk doğurup doğurmamasına, çocuğu nasıl doğuracağına, doğurduğu çocuk eğer kızsa nasıl davranıp davranmayacağına karışmaya başladığın noktada ipler koptu.
Sen kendi yaşam referanslarınla toplumu yönlendirmeye çalıştığın anda kendini de kaybettin.
Arkasından dedin ki, “Adam içiyor, masum birine çarpıyor. Sonra içkiliydim deyip kurtuluyor. Saat 22.00’den sonra içki satışı olmayacak. Gençleri ve çocukları kötü alışkanlıklardan korumak benim anayasal görevim.” Sen bunları derken danışmanların ne yapıyordu bilmiyorum ama bıraksan sana trafik kazalarının yüzde kaçının alkolden, yüzde kaçının yüksek hızdan vs. kaynaklandığının verilerini sunardı. Yılda ortalama kişi başı 1,5 litre içki içilen bir ülkede gençleri ve çocukları korumak gereken çok daha ciddi sorunlar olduğunu sana anlatmaya çalışırdı.
Bu adımlarından sonra gerçekten savunulacak yanın kalmadı. “Ergenekoncu” dediğin insanlar Shangay Beşlisini savunuyordu, sen AB diyordun. Gittin Putin’e “Bizi Şhangay Beşlisine al, kurtar bizi AB’den” dedin. Hayalin neydi, kendini Chavez falan mı sandın bilmiyorum ama bütün ekonomin batıya bağlıyken birden bire üç yıl önce el pençe divan durduğun AB karşısında kendini kaplan sanan kedi gibi gördük seni.
Giderek daha fazla sinirlendin, giderek daha fazla azarladın, giderek daha fazla yönlendirmeye kalkıştın, giderek daha fazla otorite kurmaya çalıştın… Kusura bakma ama babalarıyla arkadaş olan bir nesle senden “baba” olmaz. Bunu Gezi direnişinde gördün değil mi? Sahi Gezi zamanı sen bağırmak dışında ne yapıyordun? 2010’da ağladın yüzde 58 “evet” aldın diye insanların yine darbe girişimi iddialarını yutacağını mı sandın?
Öyle olmadı… Destan yazan polisin insanları yaraladı, öldürdü, kör bıraktı. Senin ağzından bir kere bile “Evet polis gaz bombasını 45 derece açıyla atmalıydı. Yaralanan vatandaşlarımızdan özür dileriz, ölenlere rahmet dileriz. Aileleriyle iletişime geçeceğiz” lafı çıkmadı.
Sen, talimat verdiğin, destan yazan polisinin öldürdüğü 15 yaşındaki bir çocuğun annesini yuhalattın kitlelerine. İçindeki çocuktan o kadar uzaklaştın, paranoyak dünyana o kadar hapsoldun ki, mezara atılan misketleri bile polise atılan demir bilye olarak gördün. Sınır ihlali yaptığını iddia ettiğin Suriye uçağı için “O da mı ekmek almaya gidiyordu” bile dedin. Bir çocuğa, o çocuğun ailesine ve o çocuğu sahiplenen halka çok ama çok ayıp ettin.
Yasaklarla, yolsuzluklarla ve yoksullukla mücadele edeceğini söyledin. Evine ekmeği nasıl götüreceğini düşünen insanlara “Hayatınızda ben olmazsam o ekmek de yok” mesajı verdin. Her yere havaalanı açıyorum dedin, uçağa binmenin en pahalı olduğu ülkelerden birinde yaşıyoruz. Benzin fiyatlarını konuşmaya gerek yok; sen onu biliyorsun.
En son meseleye de gelelim istersen. Devletin en üstündeki isimlerden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Genelkurmay 2. Başkanı Yaşar Güler arasında geçen konuşma… Hani senin mi, başkasının mı talimatıyla piyasaya sürüldüğü belli olmayan Deniz Baykal’ın özel hayatına ilişkin kayıtlar için “Ne özeli, kendi eşiyle mi bir şey yapıyor… Bunlar geneldir genel” demiştin ya…
Olası bir savaş durumunda sen mi, senin ailen mi, senin akrabaların mı savaşa girecek, yoksa güvenlikli sığınakları, emrinde yüzlerce koruması, polisi, ordusu olmayan bu halk mı savaşa girecek? Unutma ki, savaş da, planı da "geneldir genel". İnsanların hayatları üzerinden üretilen siyaset “özel” değildir Tayyip Erdoğan. (EKN)