Pazar için üretim yapan işletmeler, genellikle Ege, Çukurova ve Doğu Karadeniz'de toplanmıştı. Bu tip tarım işletmeleri ya yöredeki büyük kentler ya da emperyalist metropollere yönelik meta üretiminde bulunuyorlardı.
Anadolu'da tarıma genel olarak aile emeği ile üretim yapılan geçimlik küçük köylü işletmeleri egemendi. Bu işletmeler sanayi bitkilerine değil daha çok yerinde tüketilecek tahıl üzerine kurulu, son derece geri teknoloji kullanan ilkel bir yapıya sahiptiler.
Nüfusun çoğunluğunu göçebe Kürt aşiretlerinin oluşturduğu Doğu ve Güneydoğu bölgesinde ise, yarı-feodal üretim ilişkileri ağırlık kazanmıştı.
Cumhuriyetin ilk yıllarında tarım politikaları
Bu dönemde küçük burjuva sivil-asker bürokratlar politik etkinlikleriyle sınıf tavrı gösterebilmekte; cılız bir sanayi sermeyesi, ticaret sermayesi ve toprak ağalarıyla birlikte iktidar bloğu içinde yer almaktaydılar.
Bu hakim sömürücü ittifakın tarım politikalarının özelliği; tümüyle zengin köylü ve toprak ağası işletmelerini desteklemek, teşvik etmek ve onların kapitalist gelişmesini temin etmek; makineli tarıma geçmelerini sağlayarak verimi artırmak idi.
İkinci savaş dengeleri değiştiriyor
İkinci Paylaşım Savaşının ardından dünya dengeleri yeniden oluştu, bloklar ortaya çıktı, uluslararası işbölümünün yeniden tanımlaması yapıldı.
Yeni işbölümü çerçevesinde emperyalizm, Türkiyenin önce savaş sonrası Avrupayı besleyecek, daha genelde ise mamul mal ihracatı için bir pazar oluşturacak, tarım ürünü (özellikle de hububat) satan bir ülke konumuna gelmesini istiyordu.
Karşılaştırmalı üstünlükler kuramına dayalı bu görüş, Türkiyenin tarihsel olarak sahip olduğu pazar konumuna da uygun düşüyordu. Böylelikle Türkiye tarımında kapalı üretim yapısı kırılacak, bu da geliştirilmek istenen yukarıdan aşağıya kapitalistleşme sürecini hızlandırılacaktı.
1940lar sonrası emperyalizmle ilişkiler
Bu amaçla 1948-52 arasında Marshall Planından alınan pay tarımın makineleşmesi, madencilik, enerji, ulaşım gibi altyapı yatırımlarına harcandı.
Tarımda pazar için üretim koşularını ve verimliliği artırmaya yönelik olarak 1950lerin ilk yarısında ülkeye 40 bin üzerinde traktör girdi, buna koşut olarak 1949-56 arasında ekim alanları yüzde 60 oranında genişledi.
Bu hızlı makineleşme süreci sonunda, günümüzde toplam traktör parkı 950 bine ulaştı. İşlenen alanların 27 milyon 500 bin hektar olduğu düşünülürse, 1000 hektar başına düşen traktör adedi 35'tir.
Bu rakam makineleşmenin lokomotifi olan biçerdöverde 0.6 adettir. Avrupa Birliği'nde ise ortalamalar traktörde 102, biçerdöverde ise 14'tür.
Dünyanın gelişmiş ülkelerinde bilgisayar donanımlı tarım teknolojisinin kullanımının giderek artmasına karşılık, Türkiye tarımında halen 400 bin karasaban, 500 bin hayvan pulluğu kullanılmaktadır. Yani Türkiye çiftçisi hala karasabanın gölgesindedir.
Devletin tarıma müdahalesi artarak sürmüştür. 1930'lardan başlayarak devlet, sistemin yeniden üretim koşullarını sağlamada dolaylı müdahalelerini artırdığı gibi, yoğun biçimde doğrudan müdahalelerde de bulunmuştur. Devlet yürürlüğe koyduğu birtakım yasalarla sistem içi çelişkilerin törpülenmesini ve sistemin aksamadan kendini yeniden üretebilmesini amaçlamıştır.
1927'den 2003'e tarımda faal nüfus yüzde 80lerden ancak yüzde 40lara düşmüş ancak mutlak değer açısından 9.5-9.3 milyon olarak hemen hemen değişmemiştir. Yani bugün bile 70 milyon nüfusu olan Türkiye ile 380 milyon nüfusu bulunan Avrupa Birliği'nin tarım nüfusu hemen hemen birbirine eşittir.
Topraksızlık ve toprak dağılımında değişmeyen eşitsizlik sürüyor
Tarım topraklarının işletmelere ve mülkiyete göre dağılımındaki varolan eşitsizlik sürmektedir. 1991 Genel Tarım Sayımı sonuçlarına göre, 1-50 dönüm toprağa sahip aileler tüm çiftçi ailelerin yüzde 67'sini oluşturmakta ve ekilebilir toprakların yüzde 22'sine sahip bulunmaktadır.
Buna karşılık 200 dönümden fazla toprağı olanlar tüm çiftçi ailelerin yalnızca yüzde 5'ini oluşturmalarına karşın işlenebilir toprakların yüzde 37'sini ellerinde bulundurmaktadırlar. Öte yandan 5 bin dönümün üstünde toprağa sahip 441 aile bulunmakta, bu toprak bey ve ağaları 4.8 milyon dönüm toprağı kontrol etmektedirler.
Tarımsal toprakların işletmelere ve mülkiyete göre dağılımındaki eşitsizliğin yanı sıra, kırsal alanda geniş bir kesim oluşturan topraksız ailelerin sayısı ve oranı artmaktadır. 1913-1981 yıllarını kapsayan yaklaşık 70 yıllık dönemde topraksızların oranı 3.5 kat artmıştır.
Tarımsal yapıya geçimlik işletmeler hakim
Tarımsal yapı küçük ve geçimlik işletmelerin egemen olduğu yapıdır. Çiftçi ailelerin yüzde 67'si 50 dönümden küçük işletmelerde yaşamlarını sürdürmek zorundadırlar.
Öte yandan, tarım işletmeleri çok sayıda ve dağınık parçalardan oluşmaktadır. İşletmelerin ancak yüzde 43'ü 1-3 parçadan oluşmaktadır. Dolayısıyla cüce ve çok sayıda dağınık parçalı işletmelerin egemen olduğu tarımsal yapıda, neredeyse optimal teknoloji ve girdi kullanımı olanaksız hale gelmektedir.
Tarımsal üretimde gerçekleşmeyen dönüşüm
Tarımsal yapıdaki değişimin ölçütlerinden birisi de kaynakların uygun biçimde kullanımı, başka bir anlatımla, yaygın tarıma dayalı ve düşük gelirli tarım ürünlerinden, yoğun tarıma dayalı ve yüksek gelirli sanayi bitkilerine, bağ bahçe ürünlerine; bitkisel üretimden de hayvansal üretime geçiş düzeyidir.
Ancak Cumhuriyet döneminde, ne tarım kesimini oluşturan bitkisel, hayvansal, orman ve su ürünleri üretimindeki gelişmeler, ne de ürün desenindeki gelişmeler, üretim yapısında bu tür bir değişmeyi ifade edecek biçimde olmadığını göstermektedir.
Üretimin bileşimi dönem boyunca yeterinde değişmemiştir. Gerçekten 1938'de yüzde 58.8 olan bitkisel üretim 1990'da yüzde 55.2 olmuş; 1938'de yüzde 38.9 olan hayvansal üretim 1990'da gerileyerek yüzde 35.1'e düşmüştür. Aynı zaman kesitinde su ürünleri üretim değeri yüzde 0.6'dan yüzde 3.1'e, orman ürünleri değeri yüzde 1.6'dan yüzde 6.6'ya çıkmıştır.
Kısaca günümüzde tarımsal üretime bitkisel üretim egemendir. Burada değinilmesi gereken bir önemli olgu ise bitkisel üretimin kendi içerisinde nitelik değiştirmiş olmasıdır.
1938'de yüzde 62 olan tahıllar 1990'da yüzde 30'a gerilemiş, aynı dönemde sanayi bitkileri yüzde 17'den yüzde 28'e, sebzeler yüzde 2'den yüzde 8.5e, meyveler yüzde 14ten yüzde 28'e çıkmıştır. Ancak bugün bile, ekilen alanların yüzde 50'si tahıl üretimine ayrılmaktadır.
Ekim alanları genişliyor
1950'li yıllarda traktör sayısındaki büyük artışa paralel olarak ekim alanları hızla genişlemiş, son 70 yılda ekim alanları 6.6 milyon hektardan 27.5 milyon hektara yükselmiş, yani 4 kat artmıştır.
Buna karşılık mera alanları azalmıştır. 1928'de 46.3 milyon hektar olan mera alanları günümüzde 20 milyon hektarın altına düşmüştür. yani 70 yılda 2.3 kat azalmıştır.
Özellikle 1950'li yıllardan sonra makineleşme olayının da yardımıyla altına hücum eder gibi meralara hücum edilmiş; orta ve büyük mülk sahipleri tarafından yağmalanan geniş devlet meraları çoğunlukla sürülerek tarlaya çevrilmiştir.
Tarımda verimlilik artmıyor
Ekim alanlarının genişlemesi, tarımsal kredi ve çağdaş girdi kullanımının artması sonucu tarımsal üretimde büyük bir artış görülmüştür. 1950-1990 yıllarını kapsayan dönemde buğday üretimi 7, arpa 4.5, mısır 5, bakliyat 7, tütün 3, şekerpancarı 16, pamuk 2, ayçiçeği ve patates 16 kat yükselmiştir.
Ekim alanlarının yüzde 50'sini oluşturan buğday tarımında 1920'li yıllarda 2.2 milyon ton olan üretim 80 yılda 9 kat artarak 19 milyon tonu geçmiş; birim alandan alınan verim ise yaklaşık 3 kat artarak 75 kg/da'dan 200 kg'da'ya çıkmıştır. Ancak dünyada ortalama buğday verimi 250 kg/da'nın üzerindedir.
Bu rakam Yunanistan'da 300 kg/da'nın üstüne çıkarken, Almanya'da 670 kg/da, Danimarka'da 765 kg/da'yı bulmaktadır.
Yarı feodal ilişkiler varlığını sürdürüyor
Günümüz Türkiye'sinde Ege, Marmara ve Çukurova'da kapitalist üretim ilişkileri yaygınlaşmasına ve tarıma egemen olmasına karşın, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde yarı-feodal üretim ilişkileri bir oranda etkinliğini korumaktadır.
Bu nedenle toprak ağaları ekonomik ve siyasal güçlerini korumakta ve yerli tekelci sermaye ve tefeci-tüccarların en büyükleri ile hakim sömürücü ittifak içerisinde yer almaktadırlar.
Güçlenen tekelci sanayi burjuvazisi değişik dönemlerde emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin yukarıdan aşağıya inşası sürecinde feodal kalıntıları kapitalistleştirerek, üretimi ve iç pazarı genişletmeyi denemiştir.
Bunun için de kırsal kesimle ilgili programını gerçekleştirmek için kullandığı araçlardan birisi olan toprak ve tarım reformunu değişik dönemlerde gündeme getirmiştir.
Ancak hakim sınıflar arasındaki güçler dengesi nedeniyle tekelci burjuvazi en büyükleriyle işbirliği halinde olduğu toprak ağaları ve tefeci-tüccarlara istediği ölçüde bir toprak reformu uygulamasını kabul ettirememiştir.
Bu nedenle kapitalist ilişkilerin yaygınlaştırılmasında ve pazarın genişletilmesinde tedrici bir süreç (Prusya tipi geçiş) düşünüldüğü görülmektedir.
Emperyalizmin genel ve sürekli bunalımının birinci ve ikinci evrelerinde emperyalist sömürü mekanizmasında (ticaret, yatırım, borç) ticaret yoluyla sömürü doğrudan yatırımlar yoluyla sömürüye oranla daha ağırlıktaydı. Bu dönemlerdeki yatırımlar genellikle hammadde kaynaklarına ve alt yapıya (demiryolu gibi) yönelik pazarı yatay olarak genişletmeye yönelik yatırımlardır.
Emperyalizmin genel bunalımının üçüncü döneminde, İkinci Paylaşım Savaşı sonrası oluşan ekonomik ve politik değişimler sonucu, daha önce emperyalizmin işbirlikçisi durumunda olan komprador burjuvazinin, emperyalistlerle ortak yatırımlar yoluyla bütünleşip gelişmesi emperyalizmle bütünleşmiş yerli tekelci bir burjuvazinin oluşmasını sağladı. Artık ülke içerisinde üretimde ve aynı zamanda artık-değer sömürüsünde bulunan emperyalizm, aynı zamanda içsel bir olgu haline gelmiştir.
1950lerde iktidar bloğunda güçler dengesi değişiyor
İkinci Paylaşım Savaşı sonrası emperyalizmin sömürü yöntemlerindeki ağırlığın yatırımlar yönünde belirlenmesiyle 1950 seçimleri, politik etkinlikleriyle belli bir konjonktürde sınıf tavrı göstermiş olan küçük burjuva sivil-asker bürokratları iktidar bloğu içinden çıkarmıştır.
İkinci Paylaşım Savaşı sonrası dönem, Türkiye'de Cumhuriyetin ilk yıllarından beri izlenen devlet eliyle ve yardımıyla özel sermaye birikimini hızlandırma politikasının somut sonuçlarını gösterdiği ve iktidar bloğunda emperyalizm ve onunla bütünleşmiş yerli tekelci sermaye ile onlarla işbirliği halindeki tefeci-tüccar ve toprak ağası üçlüsünün egemenliklerini kurup sürdürdükleri yılları içerir.
Kiracılık-ortakçılık ilişkisi devam ediyor
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana 80 yıl geçmesine karşın hakim sömürücü azınlığının kırsal kesimdeki tarım işçilerini ve küçük üreticileri sömürme mekanizmasında değişiklik olmadı.
Doğu ve Güneydoğu bölgesindeki az topraklı ya da topraksız köylüler genellikle doğrudan doğruya toprağını işlemeyen toprak ağalarının işletmelerinde kiracılık ya da ortakçılık yoluyla geçimlerini sağlarlar.
Ortakçı olarak çalışan köylüler toprak ağasına hem üründen pay vererek (ürün-rantı), hem de ücretsiz olarak onun belli işlerinde çalışarak (emek-rantı) sömürülürler.
Kiracılık ise üreticinin ürünü paylaşmak yerine götürü bir kira ödeyerek sömürüldüğü bir ilişkidir. Türkiye tarımında kiracılık-ortakçılık ilişkisi küçük bir yere sahip olmasına karşın varlığını sürdürmektedir.
Kırsal alanlar piyasaya açılıyor
1950'lerden önce Türkiye'de, küçük üreticiler genellikle kendi tüketimleri için üretim yapar ve bunların çok küçük bir kısmını pazara çıkarırlardı.
1950'den itibaren kapitalist ilişkilerin tarımda hızla gelişmesi küçük üreticileri pazara bağımlı hale getirmiştir. Küçük üreticiler ürününü piyasaya çıkardığında bölüşüm ilişkileri içine girer ve sömürülmeye başlar.
Küçük üreticinin yarattığı değerin bir kısmına ona yüksek faizle borç veren tefeci, bir kısmına da üreticinin ürününü düşük fiyata alıp ona yüksek fiyatla tarımsal girdi ya da sanayi mallarını satan tüccar, ihracatçı ve yabancı firma el koyar.
Tarımda kapitalist gelişme hızlanıyor
Yoksul ve küçük köylüler hızlı makineleşme, toprak yoğunlaşması ve son yıllarda tarımsal KİT'lerin özelleştirilmesiyle birlikte mülksüzleşerek özgür işgücü durumuna dönüşmekte, çoğunlukla tarım kapitalistlerinin ya da devletin çiftçilerinde işgüçlerini satarak geçimlerini sağlamaktadırlar.
Kapitalist çiftçiler Çukurova, Marmara, Ege ve Akdeniz bölgelerinde, kısmen de buğday üretiminde İç Anadolu'da yer almaktadır. Türkiye'nin diğer yöreleri ise hızlı bir biçimde kapitalist üretim ilişkilerinin belirlediği bir düzene girmektedir.
Bu durumda Türkiye tarımının bugün gittikçe artan ve yaygınlaşan sömürü biçimi emek-ücret diye tanımlayabileceğimiz sömürüdür.
Ancak, tarım işçileri örgütlü olmadıkları gibi, hemen hemen hiçbir sosyal güvenlik hakkına da sahip değildirler. Çoğu kez ücret tayininde bile söz sahibi olmadıklarından yoğun bir sömürünün boyunduruğu altındadırlar.
Uluslararası sermayenin resmi örgütlenmeleri olan IMF ve Dünya Bankası, -Türkiye gibi- az gelişmiş ülkelerde 1980lere kadar kırsal alanlarda egemen sınıfların denetimini artırmak ve bu yolla ortaya çıkabilecek bir toplumsal muhalefetin devrimci hareketle bütünleşmesini önlemek ve düzenin sınırları içindeki kanallara yönlendirmek amacıyla köylülüğü (küçük üreticiliği) destekleme yönünde ekonomi-politikalar oluşturmuştur. Bu politikalar aynı zamanda kırsal alanlarda pazarın derinlemesine geliştirilmesini amaçlamaktaydı.
1980lere kadar küçük üreticilik desteklendi
Gerçekten Türkiyede 1980lere değin kırsal kesimde bir yandan pazar ilişkilerinin kökleştirilmesi, öte yandan da bu ilişkilerden zararlı çıkan küçük üreticiliğin bir ölçüde desteklenerek proleterleşme ve iç göç sürecinin görece olarak denetim altında geliştirilmesi hedeflenmiştir.
Tarımsal girdi, kredi sübvansiyonları ve temel ürünlerdeki fiyat destekleriyle yürütülen bu politikayla kırsal nüfusun gelir düzeyinin belirli bir seviyede tutulması esas alınmıştır.
Bu politika, feodalizmin devrimci tarzda tasfiye edilemediği koşullarda, aynı zamanda feodal egemen sınıflarla sürdürülen -zorunlu- bir işbirliğini ifade etmektedir. Bu işbirliği, yeni -sömürgecilik uygulamalarının ilk döneminin en tipik özelliğini oluşturmaktadır.
Tarımsal ürünlere sağlanan desteklerin etkisiyle köylülüğün (küçük üreticilerin) milli gelirden aldığı pay görece olarak artma olanağı bulmuştur. 1960-61=100 kabul edildiğinde iç ticaret hadleri tarım lehine bir gelişme göstererek 1976da 117ye ulaşmıştır.
1980den sonra kırsal alanda mülksüzleşme hızlandırıldı
1980 ekonomik krizinin açık biçimde emperyalizmin yeni sömürgecilik yöntemlerinin tıkanması sonucu ortaya çıkması, emperyalizmin azgelişmiş ülkelere yönelik politikalarında değişikliği zorunlu kılmıştır.
Bu değişikliğin en temel halkası, küçük üreticiliğin desteklenmesi politikasında vazgeçilmesi olmuştur. Bu politika değişikliği köylülüğün mülksüzleştirilmesi ve bu yolla kırsal nüfusun azaltılmasını gündeme getirmiştir.
Türkiyede 1950-80 döneminin iç pazara dönük sermaye birikimi modeli, 1970lerin ortasında başlayan ve sonlarına doğru derinleşen yoğun bir krize girdi. İthal ikameci model ve buna bağlı Türkiye kapitalizminin dünya ekonomisine eklenme biçimi, uzun süre sermaye birikimi temelini oluştururken, 1970lerin ikinci yarısından başlayarak birikimin sürmesi önünde bir engel durumuna geldi.
1970lerin sonlarına doğru burjuvazi açısından yeni bir birikim modeline geçiş artık dayatmış durumdaydı. Bu zorunluluk yalnız yerli sermaye için değil, yeniden üretim ölçeğini dünya çapında gerçekleştiren, ancak Türkiye kolunda tıkanmalar yaşayan uluslararası sermaye açısından da geçerliydi.
Tıkanan birikim modelinin yerine yenisini geçirme istekleri onlardan da geliyordu. Uluslararası sermayenin denetimindeki IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar istikrar ve uyum politikalarını içeren reçeteler dayatıyordu.
24 Ocak-12 Eylül süreci: Tarımı uyumlandırma başlıyor
Uluslararası sermayenin dayatmaları ve IMF buyrukları doğrultusunda, krize çözüm savıyla 24 Ocak 1980 Kararları olarak bilinen istikrar programı yürürlüğe konuldu.
ABD patentli 12 Eylül askeri darbesi ile birlikte bu kararların siyasal tablosunu tamamlayarak bir baskı ve terör ortamı yaratıldı. Böylece 24 Ocakın uygulanabilmesi için gerekli istikrar sağlanmaya çalışıldı.
Tıkanan ithal ikameci birikim modelinin yerine geçirilmeye çalışılan dışa açılmacı birikim modeli perspektifi bu kararların özünde yatıyordu. Bu perspektif, fiyatlara serbestlik kazandırılması ve sermayenin emeğe karşı güçlendirilmesini içeriyordu.
Yapısal uyum programlarının yöntem, etki ve sonuçları en açık biçimde tarım kesimindeki değişimde kendini göstermiştir. Gerçekten 24 Ocak Kararlarıyla başlatılan istikrar ve uyum programlarının yürürlüğe konulmasıyla devletin tarım kesimine karşı yaklaşımı değişmiş, fark 1984 başından itibaren iyice belirginleşmeye başlamış, dönemin sonuna doğru iyice keskinleşmiştir.
Amaç tarımsal üretimin denetim altına alınması
24 Ocak programının Türkiye tarımına yönelik temel politikası, tarım üretiminden pazarlamaya değin her aşamasında emperyalizm tarafından denetlenebilir hale getirilmesidir.
Bu denetimin sağlanabilmesi için öncelikle, küçük üretici ve küçük ölçekli tarımsal üretimin tasfiye edilerek, yerine büyük ölçekli işletmelerin oluşturulması gerekiyordu. 1980 sonrası Türkiye tarımında uygulanan politikalara bakıldığında, tüm uygulamaların bu amaca yönelik olduğu görülecektir.
1980 sonrasının tarım programları -tıpkı genel ekonomik ve siyasi politikalar gibi- IMF ve Dünya Bankasının buyruklarıyla belirlenmiştir. Bu programın arka planında, ülke ölçeğinde pre kapitalist ilişkilerin aşama aşama eritilmesi ve genel ekonomik ve siyasal yapılanmanın tam denetime açılarak, kapitalist ilişkilerin daha sistematik ve örgütlü duruma getirilmesi yatmaktadır.
1980 yapısal uyum programlarıyla birlikte tarım yönetimi aşağıdan yukarıya doğru erimeye ve bunun sonunda da işlev değiştirmeye başlamıştır. Temel tarım girdilerinin sağlanması ve dağıtımda kamunun tekel konumuna son verilmiş, kamunun tarımda fiyat ve destekleme alımı işlevi büyük ölçüde terk edilmiş, tarıma dayalı sanayi tümüyle özel sektöre bırakılmış, bu üç değişiklikle birlikte tarımsal kredi sistemi destekleme niteliğinden sıyrılmıştır.
Devlet-köylü ilişkisi kırılıyor yerini sermaye-köylü ilişkisi alıyor
1980li yılların başından itibaren sanayi-devlet-tarım zincirinde halkaların diziliş sırası değiştirilerek devlet-sanayi-tarım haline getirilmiştir.
Başka bir deyişle devlet-köylü doğrudan ilişkisi kırılmış, sermaye-köylü ilişkisi kurulmaya çalışılmıştır, yani devlet sermayenin arkasına yerleşmiştir. Bu ilişki sektörün yönetim yapısını da doğrudan etkilemiş, mevcut kurumsal yapının tasfiyesi gündeme gelmiştir.
Tarım politikalarındaki değişiklikle birlikte, mevcut kurumlar bir anda işlevsiz ve işsiz kalmışlardır. Varlık nedenlerinin ortadan kaldırılmasıyla bir anda kaynakları da daralan bu kurumlar, cari giderlerini karşılamak için yüksek faizli banka kredilerine başvurmak zorunda kalmışlardır.
Bu anlamsız ancak hesaplı döngü, özelleştirme politikaları için bürokratik desteği sağlamanın çok yüksek maliyetli, ancak bir o kadar da etkili yöntemlerinden birisi olmuştur.
1970lerin sonlarına doğru, büyük burjuvazi IMF ve Dünya Bankası tarımsal destekleme alımlarının bütçe üzerinde bir yük oluşturduğunu, bunun da enflasyonist etkilere yol açtığını belirtiyor, ayrıca dışa açılma politikasının bir gereği olarak iç talebi kısmak için de taban fiyatlarının düşük belirlenmesini istiyorlardı.
Ürün fiyatları baskı altında tutuluyor
Özellikle 1980li yılların ilk yarısında 12 Eylül terörü sayesinde tarımsal ürün fiyatları baskı altında tutuldu, taban fiyat artışları enflasyonun altında belirlendi.
Destekleme alımı kapsamındaki ürün sayısı 24ten 10a indirildi. Destekleme alımlarının toplam üretim miktarı içindeki payı azaltıldı. Kamu kurumlarınca yapılan ürün bedeli ödemeleri büyük gecikmelerle gerçekleştirildi.
Destekleme alımlarının tarımsal katma değere oranı 1976da yüzde 14.7 iken, bu oran 1988de yüzde 5.5e düşürüldü. Tarımsal kredi ve girdilere verilen sübvansiyonlar azaltıldı. 1983-90 yılları arasında tarım ürünleri fiyatları 17 kat artarken, tarımsal girdi fiyatlarındaki artış 24 katına ulaştı.
Tarımda özelleştirme süreci başlıyor
1980 sonrası yapısal uyum programlarının ayrılmaz bir parçası olarak dış ticaret serbestleştirildi. 1985 yılında Dünya Bankasıyla imzalanan 300 milyon dolarlık tarım sektörü uyum kredisi çerçevesinde tohumluk ve gübre fiyatları ile birlikte dış ticareti de serbest bırakıldı.
Tarımsal girdilerde hızlı serbestleşme, tekel konumunda etkinlik gösteren TİGEM ve TZDK gibi kamu kuruluşlarının varlık nedenini ortadan kaldırdı. Bu süreçte TİGEMin işlevleri aşındırıldı ve çokuluslu tekeller temelinde özel sektöre devredildi.
Kısa sürede özel tohumculuk şirketlerinin sayısı 3ten 60a çıktı. TZDKnin gübre piyasasındaki payı 1980 yılında yüzde 95 iken on yıl içerisinde yüzde 10 gibi önemsiz bir konuma geriletildi ve kurum bu süreçte varlık temelini yüzde 90 oranında yitirdi.
Tütünde yerli TEKEL yerine uluslar arası tekellerin hakimiyeti hedefleniyor
Tütün ekim ve sanayiinin özel sektöre açılması için uluslararası tütün tekelleri ve yerli ortaklarının yaptığı baskılar sonucu 1984te, TEKELin yabancı sigara ithaline izin verildi.
1991de yurt içinde sigara üretimine ilişkin son kısıtlamalar da kaldırılarak, yerli ve yabancı firmaların tütün mamulleri üretmesinin yolu açıldı. Böylelikle sigara pazarında yerli TEKEL yerine, uluslararası tekellerin egemenliğini sağlayarak bir süreç başlatıldı.
1985te Türkiyede toplam sigara tüketimi içinde yüzde 6 olan yabancı sigaraların payı 1990da yüzde 25.3e ulaştı.
Çaykur yerine Lipton ve Sir Winston Tea
Çay tüketiminde dünyanın 5. büyük pazarı olan Türkiyede 1984te özel sektöre yaş çay satın alma, işleme ve paketleme tesisleri kurma hakkı tanındı. Sektördeki kamu kuruluşu ÇAYKURa yeni yatırım olanağı verilmezken, özel sektöre yatırım yapması için büyük teşvikler sağlandı.
Çaya özel sektörün girmesiyle, bu kesimin teknolojik yeniliklere öncülük edeceği görüşünün gerçek dışı olduğu ortaya çıktı. Teknik ve hijyenik olmayan koşullarda üretilen kuru çay, ancak ÇAYKURun ambalajları taklit edilerek pazarlanabildi.
Özel sektör ihracat yapmadı, aksine ithalat yaptı. Öte yandan günlük çay işleme kapasitesinin ancak yüzde 32sini kullanabildi. Üreticiden satın aldığı çay bedellerini büyük gecikmelerle ödedi, kimi zaman da hiç ödemeyerek üreticileri güç durumda bıraktı.
Tarımda bölüşüm ilişkileri sermaye lehine değişiyor
Türkiye gibi küçük mülkiyete dayanan üreticiliğin en yaygın işletme türü olduğu bir tarımsal yapıda; tarımın ticaret hadlerinde, tarımsal ürünlerde nihai kullanıcıların ödedikleri fiyatlarla çiftçinin eline geçen ticari marjlarda ya da köylülüğün ödediği faiz yükünün tarımsal katma değer içindeki payında zaman içindeki değişmeler, köylülüğün yüz yüze geldiği sömürü oranlarındaki değişmeleri yansıtır.
1977yi izleyen 10 yıl boyunca çiftçinin eline geçen fiyatlarla, ödediği fiyatları karşılaştıran fiyat makası (tarımın ticaret hadleri) yüzde 45 oranında gerilemiştir.
Bu, Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye tarımının karşılaştığı en ağır fiyat şokudur. 1976-79 ile 1988 yıllarının fiyatları karşılaştırıldığında, ekmek fiyatı ile çiftçinin eline geçen buğday fiyatı arasındaki makasın yüzde 52, margarin ile ayçiçeği arasında ise yüzde 79 oranında ekmek ve margarin lehine genişlediği görülmektedir.
Aynı şekilde pamuk ve tütün için 1976-89 arasındaki birim ihraç fiyatları ile çiftçinin eline geçen fiyatlar arasındaki makas yüzde 175-180 arasında açılmıştır. Bir başka deyişle, bu dönemde sanayi ve ticaret sermayesinin göreli durumu çiftçi aleyhine düzelmiştir.
Öte yandan, bu dönemde piyasaya dönük küçük/orta köylülüğün yarattığı tarımsal safi hasılanın yüzde 7.7sine tefeci faizi biçiminde el konduğu belirlenmiştir.
Tarımın milli gelirden aldığı pay azalıyor
1960 ve 1970li yıllarda Türkiyede yapılan sabit sermaye yatırımlarının genellikle yüzde 10u tarım kesimine yapılırken, özellikle 1980li yılların ikinci yarısında hızlı bir düşme eğilimine girerek 1990da yüzde 6.6ya gerilemiştir. 1980-90 döneminde tarımdaki istihdam yüzde 11 oranında azalmasına karşın, tarımın GSMHdeki payı yüzde 33 oranında azalarak yüzde 24.2den yüzde 16.3e düşmüştür. Tarımdaki yoksullaşma süreci, sektörler arası gelir dağılımı incelendiğinde, daha iyi anlaşılmaktadır. 1980de kişi başına gelir tarıma göre sanayide 4.6 kat yüksek iken, 1988de daha da kötüleşmiş ve 5.7 katına çıkmıştır.
Tarımda ithalat patlaması yaşanıyor
1980-90 döneminde tarımda yıllık katma değer artış hızının yüzde 1.3 olmasına karşılık, ortalama (yıllık) nüfus artış hızı yüzde 2.3 olmuştur. Dış ticaretin serbestleşmesiyle birlikte tarım ürünleri ihracatının yaklaşık 1.5 kat artmasına karşılık, ithalat 26 kat artmıştır. İthalat özellikle hayvansal ürünler ve meyve ile bunların işlenmişlerinde yoğunlaşmıştır.
IMF/Dünya Bankası politikaları orta köylü grubunu eritiyor
1980-90 yıllarını kapsayan dönemde IMF ve Dünya Bankasının dayatmalarıyla 12 Eylül diktatörlüğünün izlediği emek karşıtı politikalar sonucu, orta köylü grubu önemli boyutlarda erimiş, topraklarını genişleten bir bölüm zengin köylü işletmesi büyük toprak sahibi haline gelmiştir.
Bu dönemde 1000 dönümün üstünde toprağa sahip işletmelerin kontrol ettiği toprak oranı yüzde 4.2den yüzde 10.7ye yükselmiş, toprak dağılımında süregelen eşitsizlik daha da artmıştır. Fonksiyonel dağılım olarak 1976da tarımın milli gelirden aldığı pay yüzde 31.3 iken 1988de yüzde 16.6ya gerilemiştir.
Tarım gelirlerindeki bu hızlı aşınmaya karşılık kâr-faiz-ranttan oluşan gelirlerde ise büyük artışlar olmuş; 1980de payı yüzde 50yi bile bulmayan bu gelirler, 1988de yüzde 70e yaklaşmışlardır.
1989da reform süreci bitiyor, ekonomi tıkanıyor
1988e gelindiğinde reform süreci ivmesini yitirmiş ve ekonomi de bir tıkanma içine girmiştir. 1988in tüm makro ekonomik verileri ihracata yönelik büyüme politikalarının ekonomik ve toplumsal sınırlarına ulaşıldığını göstermektedir.
Buna ek olarak emek örgütleri ve sendikalar 1988den başlayarak seslerini duyurmaya başlamışlar ve ekonomideki popülist eğilimlerin de etkisiyle, reel ücretler kamu kesiminden başlayarak tırmanmaya başlamıştır.
Tarım kesimine yönelik fiyat destekleri de bu dönemde yoğunlaşmış, 1989-93 yılları arasında bir iç ticaret hadleri yüzde 31 oranında tarım lehine düzelmiştir.
1990lar, mali serbestleşmenin tamamlandığı dönemdir. Bu gelişimin son aşamasını 1989da TLnin konvertibiliteye geçmesi (yani dövize çevrilmesinin serbestleşmesi) oluşturmuştur.
Böylece yarı-sanayileşmiş, rekabet gücü sınırlı, emperyalizme bağımlı Türkiye ekonomisi, korumasız biçimde dünya ekonomisiyle rekabetin içine itilmiştir. Ancak ekonominin dış dünya ile ilişkisinde parasal akımların gelişimi reel ekonominin önünde bir ayak bağı haline gelmiş, sürekli borçlanma ve tüketim harcamalarına dayalı bu model, bir süre sonra tıkanmış, Türkiye kapitalizmi 1994 yılı başında derin bir ekonomik krize düşmüştür.
5 Nisan'da yeniden tarımı uyumlandırma (çökertme) politikalarına dönülüyor
Kriz karşısında burjuvazinin çözümü resmi adı Ekonomik Önlemler Uygulama Planı olan 5 Nisan kararlarını almak oldu. Standart istikrar programlarının temel öğelerinin çoğunu içeren ve Temmuz 1994 başında IMF tarafından bir stand-by anlaşması ile onaylanan bu programın özü üç noktada özetlenebilir; ücret, maaş ve tarımsal desteklerin düşürülmesi, kamu açıklarının azaltılması ve devletin özellikle mal ve hizmet üretimi alanındaki ekonomik rolünün köklü biçimde daraltılması.
Bu program tüm üretken sektörler gibi tarımı da derinden etkileyen kararları içeriyordu. Programa göre destekleme fiyatlarının belirlenmesinde dünya fiyatları dikkate alınacak; hububat, şekerpancarı ve tütün dışındaki ürünler destekleme kapsamından çıkarılacak; tarımsal KİTler ve TSKBnin Merkez Bankasınca finansmanına izin verilmeyecek; tarımsal girdi sübvansiyonlarına sınırlama getirilecek; EBK ve YEMSANın özelleştirilme işlemleri sonuçlandırılacak; EBK, TZDK ve TEKELe ilişkin kimi işletmeler kapatılacaktır.
1994-95 yılları bu kararların etkisiyle düşük alım yıları olmuş, kararların ardından emek karşıtı kriz yönetimi sonunda tarım kesiminin göreli fiyatları yüzde 10 dolayında aşınmıştır.
Öte yandan bu kararlarla birlikte tarımsal KİTleri hedef alan özelleştirme saldırısı ivme kazanmış YEMSAN, SEK ve EBK işletmelerinin büyük bölümü 1994-95 yıllarında satılmıştır.
Küreselleşmenin yeni araçları: Gümrük Birliği ve GATT Uruguay Anlaşması
1990lı yılların ortalarına gelindiğinde iki küreselleşme öğesi daha güçlü biçimde bu tabloya eklendi: GATT Uruguay Anlaşmasının tarımda da serbestleştirmeyi getirmesi; AB ile GBde son aşamaya geçişin getirdiği ABnin Ortak Tarım Politikalarını Türkiyenin kendi kaynaklarından finanse ederek uygulaması ve tarımda serbest dolaşıma geçiş.
GATT Uruguay Anlaşması pazara giriş (ithalat kısıtlamaları), ihracat sübvansiyonları (rekabeti) ve iç destekler konularında bazı kurallar (yasaklar) koymakta ve bu alanların her birinde uygulanacak indirimleri düzenlemektedir.
Bu anlaşma ihracata sağlanan destekleri ve ithalat kısıtlamalarını azaltarak, dünya tarım ürünleri ticaretinde serbest rekabeti egemen kılmaya çalışmakta, böylece eşit olmayan güçleri karşı karşıya gelmeye zorlayarak haksız bir rekabet yaratmaktadır.
Anlaşma, başta ABD ve AB olmak üzere emperyalist metropollerin ihracat olanaklarını artırma amacına hizmet etmekte, bunların yükselen ürün stoklarını eritmelerini sağlamaktadır. Bu süreç, özellikle et ve süt gibi ürünlerde ithalatçı konumda olan Türkiye için de, olumsuz sonuçlar üretmektedir.
Türkiye ile AB arasında yapılan Gümrük Birliği Anlaşması 31 Aralık 1995te yürürlüğe girmiştir. Tarım alanında Türkiye-AB ilişkileri; tarım ürünlerinin serbest dolaşımı: Türkiye tarımının OTPye uyumu, karşılıklı tarım tavizleri ve işlenmiş tarım ürünleri konuları olmak üzere üç yönlü bir gelişme göstermektedir.
GB Anlaşmasında Türkiyenin ekolojik koşullarının kendisine belli bir üstünlük sağladığı başta domates-salça konservesi olmak üzere meyve-sebze-su konserveleri kapsam dışında bırakılırken, ABnin ortak tarım fonlarının yüzde 40ından fazlasının ayrıldığı bünyesinde şeker, hububat ve süt bulunduran işlenmiş tarım ürünler (çikolata, şekerleme, bisküvi, pasta, makarna, dondurma gibi) anlaşma kapsamına alınmıştır.
Türkiyenin çıkarlarına açık biçimde aykırı olan bu kapsam belirleme, GB Anlaşmasının uygulanmaya başlamasıyla, Türkiye-AB dış ticaret dengelerinin hızla Türkiye aleyhine bozulmasına yol açmıştır.
Türkiye ile AB arasındaki ticarette AB lehine olan açık büyüyerek sürmüş; 1995 yılında 5.8 milyar dolar olan ticaret açığı 1996da 11.4, 1997de ise 12.6 milyar dolara yükselmiştir. 1998 yılında söz konusu açık 10.6 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir.
Büyümeden büyük krize doğru (1995-1999)
Türkiye 1990lı yılları giderek sıklaşan aralıklarla yaşanan kriz sürecinde geçirmiştir. Bu on yıl boyunca uygulamaya konan -1994 5 Nisan Kararları, 1998 IMF yakın izleme anlaşması gibi- kısmi istikrar programlarının kalıcı bir başarısı olmamıştır.
1998 Asya ve Rusya krizlerinden de olumsuz yönde etkilenen ekonomi, ağır bir daralma içine girmiş, ekonomik kriz 1998in ikinci yarısından başlayarak derinleşmiştir. Burjuvazinin bu krizi de aşmak için çözümü yine değişmemiş, IMF ile Aralık 1999da 18. stand-by anlaşması yapılmıştır.
IMF ile 18. stand-by anlaşması: Tarıma son darbe vuruluyor
IMF ve Dünya Bankasının çokuluslu sermayenin çıkarları doğrultusunda dayattığı istikrar programı, sözde tarım reformu adı altında, tarım desteklerini ortadan kaldırarak, tarım kesimini dünyanın acımasız piyasa ekonomisi karşısında korumasız bırakmayı ve Türkiyeyi uluslararası tarım sermayesinin çiftliğine dönüştürmeyi hedefleyen taahhütler içermektedir.
Kamuoyuna tarımsal reform ve tarımda yeniden yapılanma programı diye sunulan bu program, kesinlikle reform değil, tarımın çökertilmesi programıdır. Reform taslağı 1997nin son aylarında Türkiyeyi ziyaret eden Dünya Bankası uzmanlarınca hazırlanmış, 1997 ve 1998de Tarımsal Destekleme Politikası Önerileri başlığıyla yayımlanmıştır.
Bankanın Türkiyeye önerdiği (ya da dayattığı) tarım reformu paketi, 9 Aralık 1999da IMFye verilen ilk (özgün) niyet mektubu ve ek niyet mektupları ile 10 Mart 2000de Dünya Bankasına verilen kalkınma politikası mektubu ve 27 Mayıs 2000de söz konusu Banka ile yapılan ikraz anlaşmasında değiştirilmeksizin yer almıştır.
IMF ve Dünya Bankasının tarım reformu programına göre, mevcut destekleme politikaları ortadan kaldırılarak doğrudan gelir desteği sistemine geçilecek; bu sisteme tam olarak geçilinceye dek destekleme fiyatları dünya piyasa fiyatlarına bağlı olarak belirlenecek; tarımsal ürün ithalatındaki gümrük tarife oranları azaltılacak; çiftçilere verilen kredi ve girdi sübvansiyonları aşama aşama kaldırılacak; tarımsal KİTler ticarileştirilecek özelleştirilecek; tarım satış kooperatif ve birliklerinin tüm öncelik hakları ortadan kaldırılacaktır.
Çiftçiyi destekleme araç ve kurumları yok ediliyor
Program hükümet tarafından adım adım uygulamaya konulmuştur. Hiçbir ülkede tek başına destekleme politikası olarak uygulanmayan doğrudan gelir ödemeleri sistemi önce pilot uygulama olarak başlatılmış, sonra tüm ülke ölçeğinde yaygınlaştırılmıştır.
Destekleme fiyatları dünya fiyatları ve hedeflenen enflasyon oranına göre belirlenmiştir. Çiftçilere devlet bankalarınca sağlanan kredi sübvansiyonları kaldırılmıştır. Girdi sübvansiyonları önce nominal olarak sabit tutularak reel olarak enflasyon oranında aşınmaya terk edilmiş, daha sonra tümüyle kaldırılmıştır.
Tarım satış kooperatif ve birlikleri yasasında yapılan değişiklikle bu kuruluşların sınai tesislerine anonim şirket statüsü verilerek özelleştirmeye uygun hale getirilmesi hükme bağlanmıştır. Birlikler bundan böyle çiftçiden aldığı ürünleri işlemeden yerli ya da yabancı tüccar ve sanayiciye satarak, üretici ile tüccar arasında köprü işlevi üstlenecekler.
Öte yandan bu kuruluşlara kamunun herhangi bir mali destekte bulunamayacağı bir yasa hükmü olarak düzenlenmiştir. Dünyada hiçbir egemen devlette bulunmayan bu düzenleme ile üretici birliklerinin çökertilmesi ve tasfiyesi hedeflenmektedir.
Tarımsal KİTlere özelleştirme saldırısı ivme kazanıyor
IMF ve Dünya Bankasına verilen niyet mektuplarında, tarımsal reform programının, devletin tarımsal üretim ve tarımsal sanayide doğrudan bir rol almaktan çekilmesine yönelik orta vadeli hedef doğrultusunda, sektördeki devlet varlıklarının ticarileştirilmesini ve özelleştirilmesini kapsadığı belirtilmiştir.
1990ların ilk yarısında ekonomik krizin derinleşmesine koşut olarak yoğunlaşan özelleştirme saldırısı, bu taahhüt uyarınca ivme kazanmış, yerli ve yabancı tekellerce yağmalanan YEMSAN, SEK, EBK, ORÜS ve TZDK gibi tarımsal KİTlerin ardından TÜGSAŞ, İGSAŞ, TİGEM, Ziraat Bankası, TŞFAŞ, ÇAYKUR ve TEKEL bu saldırının yeni hedeflerini oluşturmuştur.
Özelleştirme İdaresi, sermayenin satış acentesi gibi çalışmaya devam ediyor, özelleştirme hedeflerini genişletiyor. Özelleştirme saldırısının sermaye birikimini hızlandırması ile tekelci sermaye, kendi egemenliğini iktidar bloğunun diğer bileşenleri ve toplumun bütünü üzerinde daha kısa sürede ve daha kolay bir biçimde kurmak istiyor.
Sigara, çay, şeker piyasası tekellere bağışlanıyor
2000li yılların başında Türkiyede sigara pazarının yüzde 30u uluslararası tütün tekelleri (Philip Morris ve Japan Tobacco) kontrol ediyor. İçilen her 10 sigaradan 6sı yabancı tütünlerden üretiliyor.
Ancak bunlar pazarın tümünü ele geçirmek ve yerli tütüncülüğü çökertmek için TEKELin özelleştirilmesini dayatıyorlar. Cargille pazar yaratmak için şeker fabrikaları, Karadeniz çayı yerine piyasaya Lipton ve Sir Winston Teanin egemen olması için çay fabrikaları özelleştiriliyor.
Tohum piyasası Cargill ve Monsantoya; et ve süt Koça, Yaşara, Sabancıya, Nestléye teslim edildi. Gübre piyasası Tekfene, kamuya ait tarım işletmeleri (TİGEM) ise ortaklık adı altında tarım-gıda tekellerine bağışlanmak isteniyor.
GAPta yaratılan değerler feodallere ve yerli-yabancı sermayeye akıtılıyor
Bu arada yarı-feodal ilişkilerin bir ölçüde etkinliğini sürdürdüğü Güneydoğu Anadoluda 1990larda kısmen de olsa yaşama geçirilen ve Türkiyenin en kapsamlı bölgesel gelişme projesi olarak sunulan GAPta, devletin olanakları feodal ağalara, bölgede toprak kapatan yerli ve yabancı sermaye çevrelerine akıtılıyor, yoksul köylüler ise devre dışı bırakılıyor.
GAP, bölgede yeni sömürü mekanizmalarının (örneğin sözleşmeli üreticilik gibi) geliştirilmesinden ve işsizliği, göçü başka bir boyuta taşımaktan öte bir işe -bölge insanı açısından- yaramıyor.
Ağa marabalığından şirket marabalığına
IMF ve Dünya Bankası reçeteleri, Türkiyeyi tarımda kendine yeter bir ülke olmaktan tümüyle çıkarıyor, küçük ve orta ölçekli işletmelerden oluşan Türkiye tarımını çökertiyor, tarım üretimden pazarlamaya değin uluslararası tekeller ve onların yerli acentelerinin denetimine giriyor.
Uluslararası sermayenin tarımdaki kontrolü artarken, tarımsal üretim Türkiye insanının gereksinimlerine göre değil, tekellerin ihtiyaç ve yönlendirmelerine göre ve onların belirlediği koşullarda yapılıyor.
Yerli üreticiler -şimdilik- sözleşmeli çiftçi adı altında bu tekellerin taşeronu olmaya hazırlanıyorlar, tamamen tasfiye edilecekleri günler ise çok uzak gözükmüyor.
Emekçiler çözümü kendi iktidarında ve kendi programında aramalıdır
Türkiye, pek çok iklim ve toprak tipinin görüldüğü bir ülke olması nedeniyle çok zengin bir bitki çeşitliliğine sahip olmasına rağmen, IMF ve Dünya Bankası tarafından yönlendirilen programlarla tarımı bitirilmek üzeredir.
1990larda yaklaşık 28 milyon hektar olan ekim alanları, bugün 27 milyon hektara gerilemiştir. Buğday üretiminin bu yıl 19 milyon tonun altına düştüğü tahmin ediliyor. Bitkisel yağ açığına karşın geçen yıl 850 bin ton olan ayçiçeği üretiminde bu yıl 50 bin tonluk bir düşüş yaşanmıştır.
Nohut, fasulye ve mercimek üretiminde de düşüşler devam etmektedir. DİE verilerine göre 2003 yılının ocak-temmuz döneminde 2002 yılının aynı dönemine göre tarımsal ihracat yüzde 14, buna karşılık ithalat ise yüzde 28.5 artmıştır.
Prof. Korkut Boratav 1999-2002 yılları arasında tarımsal fiyatlarla sanayi fiyatları arasındaki makasın yüzde 36 oranında tarım aleyhine açıldığını, yani son üç yılda bölüşüm ilişkilerinin çiftçi/köylü aleyhine, yerli ya da yabancı sınai sermaye lehine dönüştüğünü vurgulamaktadır.
Aynı şekilde İktisatçı Mustafa Sönmezin hesaplamalarına göre; 2000 yılında milli gelirden yüzde 11.8 oranında pay alan çiftçilerin payı kriz yılı 2001de yüzde 10.3e, 2002de ise yüzde 9.7ye gerilemiştir.
Ekim alanları daralıyor, üretim düşüyor, ihracat geriliyor, ithalat artıyor, çiftçi yoksullaşıyor. Tarımının bu sarmaldan kurtulabilmesi için, çokuluslu tarım tekellerinin ihtiyaç ve yönlendirmelerine göre değil, Türkiye insanının ihtiyaçlarına ve ülkenin doğal -iklim ve toprak- koşullarına göre oluşturulacak bir tarım programı hayata geçirilmelidir.(NO/BB)