* Fotoğraf: Pixabay
“…askeri-sınai demokrasiler ayrım gözetmeksizin tüm toplumsal kategorileri, hız düzeninin, devletin (kurmayların) her geçen gün, yayadan füzeye, metabolizmasal olandan teknolojik olana kadar hiyerarşisini giderek daha çok denetim altına aldığı, hız düzeninin meçhul askerleri haline getirmeyi bildiler"[1]
Kapitalizm kendi üretim hızını insanların yaşam hızıymış gibi sunar. Olmasını istediği şey sürekli üretimin getirdiği disipline uygun olan zamansallığın yakalanmasıdır. Paul Virilo 1977’de yazdığı “Hız ve Politika” adlı kitabında, hızın politika yapıcılar tarafından nasıl belirlendiğini anlatır. Devletlerin savaş politikalarıyla ve güvenlik ihtiyaçlarıyla ilişkilendirir. Henüz 1977’de iken Virilo, ulus düzeyinde toplumsal birliğin yeni bir “ortaklık” ile yaratılacağını vurgu yapar. Bu ortaklığı yani birlikteliği sağlayacak yegane duygunun “güvensizlik duygusu” olacağından bahseder; "...yeni bir tüketim türüyle, tedricen ilk sıraya yerleşen ve tüm mal sisteminin vardığı son nokta haline gelen korunma ihtiyacı tüketimiyle sonuçlanan ortak bir güvensizlik duygusu…””[2]
Pandemi nedeniyle her zamankinden daha fazla -ulus devlet güçlendiren- bu güvensizlik duygusu içinde olduğumuz açık. Bu nedenle COVID-19 sürecinde ulus devlet vurgusu güçlenmekte… Bir halk sağlığı olan COVID-19 pandemisinin nedeni ekonomik krizlerinden ekolojik tahribat yaratarak çıkmaya çalışan kapitalist üretim sistemidir. Biliyoruz ki bu kapitalist üretim sistemi kendi çarklarında dönemeyen ve hızına yetişmeyeni yok saymakta ve değersizleştirmekte. Nitekim salgınla mücadele ederken politika yapıcıların sosyal darwinist bir yaklaşımla yaşlı ve kronik hastaları gözden çıkarması sistem tarafından yok sayılmanın ne anlama geldiğini bir kez daha göstermektedir. Kapitalist üretim sistemini benimseyen hükümetler, insan hayatını hiçe sayarak zorunlu gördükleri hızın ve üretimin devam etmesi gerektiğine bizi inandırmakta ve bunu kapitalist dünyanın değiştirilemez gerçeği olarak kabullenmemizi sağlamaktalar.
İçinde bulunduğumuz pandemi sürecinde, tam da kapitalist üretimin gerçekliğini bize gösteren bir algı ile çevrelenmiş durumdayız. Bu algı “üretimin ne pahasına olursa olsun devam etmesi gerektiği” düşüncesi üzerine kurulu ve özellikle kamı otoriteleri tarafından çeşitli söylemlerle sürekli olarak yeniden inşa edilmekte. Salgınla birlikte herkesin dikkatle takip ettiği kişilerden bir olan Sağlık Bakanı “Mevcut analizler 3-6 ay sonra gıda ve tarım sektörlerinin öncelik ve öneminin artacağını gösteriyor. Bu nedenle, salgının gıda ve tarımı olumsuz etkilememesi için hızlı davranmamız gerekiyor”[3] diyerek hızla üretimin başlamasını salık verdi. Pandeminin yarattığı güvensizlik duygusu ile insanların alışverişe koştuğu marketlerin yani gıda ve içecek sektörünün önde gelen temsilcileri toplu açıklama yapıp, üretimin devam etmesi gerektiğinin aksi halde ciddi bir gıda krizi yaşayabileceğimizin uyarısında bulundu.[4] Benzer biçimde Tarım ve Orman Bakanı, tarımda üretimin aksamaması için hiçbir yasak ve uygulama dinlemeden üretime devam edildiğini söyledi.[5] Ziraat Mühendisleri Odası, üretimde bir aksama olursa gıda krizinin başlaması yakındır uyarısında bulunurken[6] Gıda Mühendisleri Odası da bu fikre destek verdi. [7] Üstelik gıda krizi sadece ulusal kurumların uzlaştığı bir konu olarak kalmayıp, ulusal ve uluslararası tüm kurumların hızla ve mümkün olduğunca geniş ölçekte tarımsal üretime devam edilmesi noktasında ortaklaştığı yegane konu haline geldi.
Kapitalizmin hızı ve kapitalist gerçekçilik, hastalığı çıplak gözle görebileceğimiz konularda bile bulanıklık yaratmaktadır. Sistemin ileri sürdüğü önerme tarımsal üretimin kesintiye uğramadan devam edilmesinin zorunlu olduğudur. Sorumuz ise açıktır: Bu neye rağmen olacak? Tarımsal üretim süreci çok katmanlı olsa da temelde üretim yükünün çoğunu sırtlayan iki emekçi kesimden bahsedelim: mevsimlik tarım işçileri ve küçük aile üreticisi olan çiftçiler. Bu iki emek kesiminin COVID-19 sürecindeki çalışma imkanları ve konumları oldukça kritik.
Mevsimlik işçiliğin hali hazırda yaşadığı sorunlara uzun uzadıya değinmeyeceğim ancak barınma, ulaşım, temiz gıda ve su, sağlık gibi temel sorunların COVID-19 sürecinde daha da derinleştiği ve bu konuda hükümetin bir arpa boyu kadar yol almadığı açık. 4 Nisan’da İçişleri Bakanlığı tarım işçileri için bir yönerge yayınladı ancak yönergenin uygulanabilirliğine inanmak mümkün değil. Sahadan gelen haberler de tarım işçilerinin sağlıksız ve güvencesiz koşullarda tarımsal üretime devam ettiğini gösteriyor. Mevsimlik işçilik, özellikle de Suriyeli göçmenlerin ucuz işgücüyle üretime emekçilerin hayatlarını tehlikeye atıyor. Türkiye’nin özellikle tarımsal üretime uzak olan kentlerine gıda sağlamak için, 2021’de aç kalmamak için hız ve üretim mevsimlik işçilerin ölümü pahasına sürdürülüyor.
Ziraat Odaları başkanının verdiği bilgiye göre, tarımdaki küçük üreticilerin yaş ortalaması 55 yaşın üstünde. Pandemi açısından risk grubunda olan bu ileri yaştaki üreticilerin çoğu tarlada gıda üretimini aksatmamak ve tabi ki kendi gelirlerini sağlayabilmek için çalışmaya devam ediyor. Tarımda üretim yapan küçük üreticiler tarımın, toprağın bilgisine uzun süredir sahip olan insanlar. Eğer üretimi, risk grubundaki bu üreticilerin sağlıklarını tehlikeye atma pahasına üretimi devam ettirirsek belki 2021’e aç kalmayız ama biriktirdikleri bilgi ve deneyimle birlikte bu insanların kaybolmasına göz yummuş oluruz.
Bizler ne yapabiliriz? Öncelikle hakim sistemin bize dayattığı üretim ve hız algısını kırmalıyız: “üretim her ne pahasına olursa olsun” devam etmemeli. Önceliğimiz, ekonomik ve ekolojik krizlere neden olan üretim sürecini desteklemek değil, insan ve doğa perspektifiyle oluşturulacak talepleri dile getirmek olmalı. Bu talepler sürecin özneleri olan tarım işçileri, küçük üreticiler ve çiftçilerle birlikte planlanmalı. Acilen tarımsal üretimin yoğunlaştığı tarım alanlarında, COVID-19 takip ve kontrolünü yapacak ve işçi sağlığını ve çalışma koşullarını gözlemleyecek sağlık ekipleri kurulmalı. Tarımsal üretim yapan tüm işçi ve çiftçilere ücretsiz hijyen ekipmanları dağıtılmalı. Barınma ve altyapıdan, temiz gıda ve suya kadar gerekli tüm insani çalışma koşulları sağlanmalı. Mevsimlik işçilerin taşınması için özel araçlar salgın riski gözetilerek düzenlenmeli. İşçi ve çiftçiler için Türkçe, Arapça, Kürtçe dillerinde bilgilendirme kitapçıkları hazırlanmalı. Tarımsal üretimin planı, her bölgede yerel yönetimler, işçiler ve üreticilerle birlikte denetimi yapılarak oluşturulmalıdır.
Kapitalist tarım ve gıda sisteminin krize girdiği bu günlerde, sistemin ürettiği güvencesizlik duygusu ve hızla üretim dayatmasıyla mücadele etmeliyiz. Sesimizi daha güçlü duyurup üretimde olan işçi ve emekçilerin haklarını savunmalıyız. Aksi halde kısa vadede toplumsal bir gıda krizi ile karşılaşmasak bile soframıza gelen gıdanın bedeli insan hayatı olacak ve uzun vadede hep beraber bu katlin vebalini farklı biçimlerde ödeyeceğiz. (SD/AS)
[1] Virilio,Paul “Hız ve Politika” Metis Yayınları, Çev. Meltem Cansever, 2018
[2] Virilio,Paul “Hız ve Politika” Metis Yayınları, Çev. Meltem Cansever, 2018, 118
[3] https://www.ntv.com.tr/saglik/koca-istanbul-turkiyenin-vuhani-oldu-kontrol-altina-aldik,G6nfCi7SpUKnbbTqXtFcqg