Küçüktüm...
Siyah - beyazdan renkliye, evrimini tamamlamaya çalışan zamanlarıydı hayatlarımızın... Doğulu küçük kentlerin, doğu(m)lu küçük çocukları olarak...(Her şey gibi renk de geç gelecekti elbet, "tek bayrak, tek din, tek ırk", tek "kanal"lı hayatımıza...) İşte o siyah-beyaz dünyamızda, renklenmezken bir türlü, hiçbir görüntü..."Renkli sesi" olarak girdin, hayatıma... (Yanılmıyorsam, Uzay'dan Dünya'ya düşen, sevimli - komik bir yaratığın sesiydin orada... Her "Heeeyyy Kate - Willie!" deyişinde yerimden zıplar; kardeşimin üstüne atlardım sevinçten..."Bak, yine aynı şekilde söyledi!" diye... Oradaki karı - kocaya tek kişiymiş gibi seslenmen, çok eğlenceli gelmişti çocuk aklıma, sevgili "Alf"...) Buğuluydu bir de... Puslu bir sonbahar sabahına güneş doğurur gibi ama... Çünkü komiktin... Güneşli... Ama bilmiyordum seni; öğrenmek de gelmemişti o çocuk aklıma, adını...
Sonra sonra...Varlığı inkar edilen bir halkın çocukları olarak, durmak zorunda olduğumuz her silahın gölgesini sahne yapıp "Şarlo"yu taklit ettiğim zamanlar geldi başıma...Onca "Hitler" varken sokağımda, aynadaki "üç numara" saçlarına, "bıyık altından" bakan küçük bir Şarlo'ydum ben, inadına...Öğretmenlerimi, arkadaşlarımı, ailemi güldüren küçücük bir aktör "eskiz"iydim artık...
Ve bir gün...
" - Ateşin var mı?
- ...
- ...
- Madem ateşin var, ne duruyorsun karanlıkta..."
dedin kulağımın dibinde, kardeşimle boğuşurken...Sesin, başımı "döndürmüştü" yüzüne; tanıdıktı y(h)üzün...Birkaç kahkaha küçülüvermiştim birden...Üstümde bol duran o karanlık filmle hiç ilgilenmezken, adını öğrenmek için büyümüştüm... Sonra, o yarım yamalak, acemice kardeşleştiğim dilde, ne olduğunu merak etmeye başlamıştım anlamının...
" - Öğretmenim, "Müşfik" ne demek?!?
- Eeeveeet, ödevini yapmadın! Neden? Şimdi anlaşıldııı...
Çünkü dün gece televizyon izledin, değil mi?
(Dedim ya "tek kanal"da "seyr'ediyordu" hayatlar...
Ve ortaya dökülüyordu işte "Öteki Yüzü"..."Gecenin"...)
- Hayır öğretmenim, wallaaah... Müşfik ne demek?!?
- Sus! Otur yerine!
- Ama öğretmenim!
- Otur, dedim!...
- Ama Müşfik..."
diyen kocaman kara gözleri, o çocuğun... Buğusuna bürünmüştü, gırtlağındaki o güneşlenmiş Sonbahar sabahının...
(Ve dahi yıllar sonra "Palto"suna döktü "Gogol"ün... Gözlerindeki bilyeleri...)
Sevdiğim bütün o "tatlı" komik adamların yanına "acı biber" oldun, vazgeçilmezi damağımın...
Sonra...
Ortaokul sıralarındaki "ergene'kon'mak üzere olan" karalamalarım, oyuna dönüşüverdi birdenbire... Arkadaşlarıma:
" - Tiyatro yapacağız! (deyivermiştim, hiç görmemişken gözlerim, o dediğimi...)
- Tiiiyartooo?!? (Anlaşılan hiç görmemekten de fecisi vardı..."Hiç duymamak"mış, öğrendim.)
- Heee, tiyatro!
- "Ma" o nedır?
- İşte, hani bêle oyniyler, şaqa yapiyler, güliyler, ağliyler...Televzonda war yea! Onın gibidır!
- Heeee...!?!"
İşte! Küçük "Shakespeare"i olmuştum birden bire, o "Globe'ttirik Kompaniya"nın...Yazıyor, yönetiyor, oynuyordum...Lakin ne benim haberim vardı Shakespeare'den...Ne de O'nun olabilirmiş zaten, bendenizden... ! (Hani önüme koysalar, tatlı niyetine "yerdim" gerçekten..."Şekerpare" diyerekten...)
Ufak tefek palazlanıp liseye gidince de devam etti bu sevda; arada sırada (renkli olarak) görebildiğim program konukluklarının eşliğinde...
" - Eveeet, Yaşar, sen hangi bölümü istiyorsun?
- Huquq xocam!
- Güzeeel, Rojda?
- Tıp efendim!
- Hımmm, Hakkı? Haaa tamam, o, konservatuvar zaten...!
- Evin?
-..."
Kocaman çivilerle sabitlemişti böylece hocalarım, hayallerimi, kafama... Okulda meşhur olmaya başlamıştım bile... Artık dönüşü yoktu! (Lakin, o "konservatuar" denen "şey"in ne olduğunu tam olarak bilen de yoktu; daha önce oralardan kalkıp giden de... Hayaldi işte... Olsun, çivileri sağlamdı!) İşte o sıralar gitmişti elim, bir kasetçinin tezgahındaki sesine; cebimdeki son paraya veda ederek..."Bir Garip Orhan Veli"ydin artık bana... Günlerce, gecelerce dinleyip ezberlemiştim sesini, nefesini, es'ini... Sesin gibi etmeye çalıştım, sesimi...
Sonra, Ankara'da buldum kendimi... Bir tiyatro fidanıydım artık, konservatuarın bahçesinde... Ve yine orada buldum, kanlı canlı suretini, bir sahnenin kucağında..."Ne kadar rahat, ne kadar gerçek, ne kadar büyülü..." diye geçirdi içinden, çocukluğum...
Ve nihayet...
"Sevmek Zamanı"dır dedi Metin Usta...O yüzün, yine o hüzün...Gerçi, içten içe kızmadım değil o çaylak halimle, ustaya..."Nasıl olur da üfler, o sesin buğusuna...?!?" Ama olsun! "Zaman"ın ötesinde bir "Sevmek" bu, dedim. Gözlerime kazıdım her bir fotoğrafını... Yaşasın Metin Usta! Ve "O yüzün, o hüzün..."
Ve de o günlerden, bugünlere, ses'inle karşılaşarak, sohbet ederek... O sahici yüzünü, bedenini seyrederek, ayak izini takip ederek ve senden çok şey öğrenerek geçti hayat... Usta'm...!
Bugünse...
Bir yerde, kahvemi yudumlayıp bir şeylerin hayalini kurarken... Gözüme bir ateş düştü...: "Müşfik Kenter öldü!" dedi, cayır cayır...
Yani... dedim...
Yani:
Tanrı, kaybetti sesini...!
Eh, şimdi söylenecek tek söz, geriye...:
Başın sağ olsun Tanrı'm...!
Ama üzülme,
O'nu cennette bulacaksın...!
Bir de küçük not:
Sesini koru!
Ara sıra, bir sarı elmayı,
kat
zencefille karanfile;
kaynat...
Biraz da limon at!
Sonra da balla karıştırıp iç suyunu...
Değerini bil,
bu sırrı da vermem herkese,
bilirsin huyumu!
Ben mi?
Beni düşünme Tanrı'm
"Bâki kalan bu kubbede, hoş bir sadâ imiş!" nasıl olsa...
Şimdi koyarım teybe "Bir Garib"i...
Teslim ederim ruhumu, o sadâya...
gecelerce... senelerce...
Bir ufak da yarenlik eder bana,
hece hece...
Ama sen, unutma!
Sesini koru Tanrı'm...
Çünkü cennette,
çok ihtiyacın olacak O'na ...!!!
Haydi eyvallah...! (HK/EKN)