"Ranzamda
sabaha bir yıl var daha
şimdi köşe başlarında eller yukarı
şimdi kan kokuyor bu duvarlar
ölüm kokuyor
makaralara sığmıyor acılarım
sağılmakla bitmiyor
Demek Gülser'i de alıp götürdüler
ansızın bir geceyarısı
nerelerde kaldı güzel bebesi
dokuz aylık Devrim'i nerede
peki bebe nasıl beslenecek
nasıl öğrenecek sevmeyi
çiçek açmayı..."*
Tahir Canan adını duydunuz mu? Ne hazin ve ne ayıp ki ben de yeni duydum. Oysa Tahir Canan ismi, trajik bir rekorla birlikte anılıyor. Türkiye'de en uzun süre yatan ve hala hapishanede olan bir politik mahpus Tahir Canan. 32 yıldır zindanda. 58 yıllık yaşamının 32 yılını dört duvar arasında geçirmiş.
Sanıyorum ki bu trajik rekorun dünyada da eşi benzeri yok. 12 Eylül faşist darbesinden sonra "devrimci-sosyalist" diye tutuklanan Tahir Canan'ın çocukları "hapishane kapılarında büyümüşler, evlenmişler, Canan torun sahibi olmuş ama hâlâ içeride. Üstelik işlemediği suçlardan dolayı içeride.
Tahir Canan benim kuşaktan, 78'li, o dönemde -hepimiz yaşadık, tanık olduk- polisin bize işkencede tavrı şuydu: "Bir suç üstlenin. Sizin yapıp yapmadığınız fark etmez, nasıl olsa sizden biri yapmıştır. Paylaştıracağız. Size mutlaka bir suç yükleyeceğiz."
Özetle Tahir Canan da bu hukuksuzluk üzerine hüküm giymiş. İyi de gerçekten suç işleyenler de çıktı bu süreçte. Tahir'in hâlâ içeride olması nasıl açıklanabilir. Demek ki diyorum, 12 Eylül hukuku - hukuksuzluğu devam ediyor.
Tahir Canan adını duymayanlar Mustafa Balbay'ın adını mutlaka duymuştur. Balbay'ın eşi küçük çocuklarını, "Baban çalıştığı yerde yatmak zorunda" diye ikna etmiş. Ne kadar hazin değil mi? Anne ve baba, çocuklarının idrak edemeyecekleri ağır, sancılı bir gerçeklikle tanışıp, travma yaşamasını istemiyorlar.
Mehmet Ağar, özel olarak seçtiği hapishaneye, sadece iki yıl yatması için davul zurnayla uğurlanır ve ona günün her saati özel ziyaretçi izni verilirken, Balbay, "yapılmayan darbe sanığı" olarak üç yıldır içeride tutuluyor. Tahir Canan işlemediği suçlardan dolayı 32 yıldır.
Tabi, Balbay'dan çok önce tutuklanan ve hala hüküm giymeden yatan onlarca gazeteci var. Birkaç örnek vereyim: Gazeteci Hatice Duman tam on yıldır, Mustafa Gök sekiz yıldır, Sedat Şenoğlu yedi yıldır, Füsun Erdoğan altı yıldır, Hikmet Çiçek dört yıldır, Ahmet Birsin üç buçuk yıldır "tutuklu". Elbette acıları yarıştırmamalı.
Hiçbir gazeteci, yazar, sanatçı, yayıncı yazdıkları - konuştukları için hapishanede bir gün bile kalmamalı. Çocuklara, "baban (veya annen) uzakta çalışıyor, bu nedenle eve gelemiyor ama yakında gelecek" diye kırılgan, beyaz yalanlar söylemek zorunda kalınmamalı.
Diğer yandan 32 yıldır hapishanede olan Tahir Canan'ın çocuklarını, "Baban çalışıyor, yakında evine dönecek" diye ikna etmek ne yazık ki mümkün olmamış. Canan'ın çocuklarından İmran, "Ben babamla birlikte sinemaya gitmek isterdim" diye anlatıyor.
"Muzaffer Öztürk'ün kızı Kardelen gibi kendilerinin de babalarına hasret büyüdüklerini, kardeşi İmran'ın babası ile dışarıda hiç birlikte olamadığını belirten büyük kardeş İlhan Canan, 'Tahir Canan'ın 4 çocuğu 5 torunu var. Hiç olmazsa torunları dedesiz büyümesin"** diyor. İlhan, İmran ve Kardelen gibi, "Görüş günlerinde büyüyen çocuklar" artık gerçeği biliyorlar. Özlemi, hasreti. Görüş günlerinin çilelerini. İtilip kakılmayı. Kışın soğukta, yazın kavurucu sıcakta babalarını - annelerini görebilmek için beklemenin acısını tanımışlar.
Tahir ve Muzaffer gibi 12 Eylül faşist darbesinden bu yana, neredeyse çeyrek asırdır hapishanede olan Cemil Erdem, Hasan Gülbahar, Halil Gündoğan, Hasan Erdemli, Osman Evcenli, Tuncay Kurtbaş ve yakınları adalet beklemişler.
"Adalet" gencecik 7 TİP'li ( Latif Can, Efraim Ezgin, Hürcan Gürses, Osman Nuri Uzunlar, Serdar Alten, Faruk Ersan ve Salih Gevence) öğrenciyi hunharca boğarak, işkence yaparak öldüren katillere uğramış, yedi sekiz yıl bile yatmadan AKP'nin 3. Yargı paketinde gizlice geçirdiği "özel afla" çıkmışlar ama aynı paketler Tahir Canan'ı ve adlarını yukarıda saydığım diğer devrimci tutsakları görmezden gelmiş, çocuklarına, anne ve babalarına hayal kırıklığı yaşatmış.
Biz dışarıda çocuklarımızla oynar, hastalıklarında, mezuniyet törenlerinde, düğünlerinde yanlarında olurken, onlar, en değerli varlıklarının "görüş günlerinde büyümelerini" ancak uzaktan izlemek zorunda kalmış, yılda bir iki kez "saate bakarak" kucaklaşabilmişler.
Çocukların masumiyet kokusunu ve sıcaklığını ayda - yılda bir hissedebilmişler. İsteseler bile her görüş gününde bir araya gelememişler. Araya dikenli teller, jiletli duvarlar girmiş, ziyaret yasakları girmiş, binlerce kilometre yol girmiş, parasızlık girmiş.
Ve onlar yani çeyrek yüzyıldır zindanda olan, infazları yakılan devrimciler -duyarlı bir grubun tüm çabalarına karşın- yok sayılmış.
Gecikmeli de olsa duyarlı vekiller tarafından meclise taşınan bu sorun, bu ayıp, bu eza artık son bulmalıdır. Çeyrek asırdır haksız yere zindanda tutulan bu güzel insanlar sevdiklerine kavuşmalıdır.
Çocuklarını, torunlarını, kardeşlerini, anne ve babalarını, "ziyaret süresi doldu" uyarılarının olmadığı ortamda, "saate bakmadan" özgürce kucaklayabilmelidir. (AO/EKN)
* Babam Şair Süleyman Okay'ın 12 Eylül faşist darbesinden sonra Adana cezaevinde yatarken yazdığı "Büyük Yürüyüş" adlı şiirinden bir bölüm. Kaynak: Süleyman Okay, Şakayık- şiirler, Belge Yayınları, İstanbul, 1990.
** Fotoğraf 22 Ağustos'ta Bandırma Cezaevi'nde açık görüşte çekildi, İlhan Canan'ın arşivinden alındı.