Nesneyi korumak onun doğasına aykırıdır ve korumakla onu daha da zayıflatırız. Asıl olan onu özgür doğasına bırakmaktır. Bu yaklaşım doğadaki her olgu için geçerli olabilir. Doğal toplumdaki animizm, fetişizm, totem ve tabu olguları maddenin var oluşuna kısmi bir özgürlük alanı tanımıştır. Doğadan gelen her madde kutsal ve canlı sayılmıştır.
Fakat devlet mantığı doğayı özgürleştirmek şurada dursun onu koruyamıyor, hatta alabildiğine tüm kaynaklarını talan halinde tüketiyor. Zira madde ve bir bütün doğanın kendisi sınıflı toplum ideolojisinde salt bir araçsal, tahakküm edilmesi gereken cansız bir alandır. Böylece virüs gibi kaynakları tüketerek yeni kaynaklar arıyor. Bunu her türlü yol ve yöntemle geliştiriyor. Bu yazıda doğanın can suyunun nasıl ve ne yöntemlerle tüketildiğini irdeleyeceğiz.
Sayısı her gün artan HES (Hidro Elektrik Santraller) ve barajlar bu vahim durumu yaratan en etkili enerji kaynakları olarak görülmektedir. HES, akış halindeki suyu yatağından çekip belirli bir yükseltiden hızlıca geçirilip elektrik enerjisi elde edilmesi mekanizmasıdır. Barajlarda ise daha büyük akarsuların önlerinde setler kurularak biriktirilen suyun kontrollü bir biçimde bırakılmasıyla enerji elde edilmektedir.
Sınırlar ve duvarlar yaratan endüstriyel insan mantığı doğaya da bu şekilde yaklaşmıştır. Berlin Duvarı misali baraj setleri, nehirlerin şah damarlarına inşa edilmiştir. Akış halindeki nehrin yön ve yerinin değişmesi o bölgedeki ekosistemde ağır olumsuz etkiler yaratır. Boğazı sıkılmış insan misali damarlarından kan, soluk borusundan nefes akışı kesilmiş gibi yavaşça ölen nehrin iki yakasına ibretle bakıyoruz.
Suyun yükseldiği kısım
Doğal seyrinde ırmak içinde üreyen, türeyen, beslenme gibi yaşam seyrini devam ettiren su canlıları artık deniz derinliğine benzer sularda bulur kendini. Tüm bunlardan habersiz balıklar, kurbağalar, yosunlar, bitki ve nehir çevresinde yaşayan canlı türleri yeni yapay dünyalarını anlayamazlar. Karıncaların evleri sular altında, ağaçlar boğulmuş, kuşlar yuvalarını bulamaz…
Devasa derinliklere ulaşan bu bölgede suyun sıcaklığı değişmiş olduğundan su canlıları ısıl dengeyi sağlayamayıp adeta zatürre, havale geçirir.
Sulak bölgede gökyüzüne uçan su buharı yoğunluğu artmaya başlar. Bu sayede de yoğunlaşan hava daha fazla yağmur suyu bırakır. Yörede tarım yapan birçok çiftçinin tarım arazisi sular altında kalıp, taşan nehir suları evleri ve yaşamları alıp götürür. Sonra adına doğal afet denir.
Susuz kısım
Burası artık eskisi kadar yeşil ve canlı değildir. Suyun, mühendislerin keyiflerine göre adeta damla damla aktığı bir taraftan söz ediyoruz. Balıklar çamurlanmış nehrin bataklığında can çekişiyor, ağaçlar çölde susuz insan gibi kas katı kesiliyor, kuşlar göçmeye mecal bulamıyor, tarım ve hayvancılık yapanlar canavar kentlere göç ediyor. Çağlayan ırmaklar üzerine binbir emekle yapılmış tarihini köprüler anlamsızca askıda duruyor.
Fırtına sonrası ölüm sessizliği ve leş kokusu sarmış katledilmiş nehrin boylu boyunca akan yatağını. Yeraltı suları artık beslenemez, tek bir damla yağmur tanesi düşmez durumdadır. Çiftçi toprağını sulayamaz ve işleyemez hale gelir. Sulama kanalı projeleri ile geçici metotlar kullanılır fakat astarı yüzünden pahalı hale gelmiştir.
***
Su ve ona dair her şeyin metalaşmış olması olay örgüsünün diğer yüzü olur. Tarım ve hayvancılık yapılamadığından ithal gıda ve tohum politikaları ile gıda fiyatları yükselir. Birileri çıkıp sular kirlendi deyip suyu paketleyip pazara çıkarır. Su ve ona dair ne varsa ticarileşir. Belediye suyu atık (kirli) ve doğal su (temiz) diye bir tür sınıflandırma başlar.
İnsanlar pet şişelere tıkılmış suları satın aldıkça su kaynakları şirketlerce daha fazla sömürülür. Sonra engelliler için tekerlekli sandalye kampanyası denip kapak toplatırlar. Elbette engelliler için vicdani bir eğilim olarak yorumlanabilir. Fakat bu yöntemle suyu ticarileştiren şirketlerin kesesini doldurup, ekmeğine yağ sürdüğümüzün farkında olmayız. Anadilimiz ve tüm insani haklarımız gibi suyun da satılamaz bir değer olduğunu hatırlamak gerek.
Türkiye’de Karadeniz bölgesi HES’ler deryasına dönüştürüldü ve ülkenin akciğerleri olan ormanlar katledildi. Çernobil’in etkilerini henüz üzerinden atamamışken Sinop’ta yapılacak olan nükleer santral gidişatın pek iç açıcı olmadığını gösteriyor.
Anadolu’ya güzellik ve can katan akarsular baraj setlerinden elektriğe dönüşüp endüstrinin fabrikalarında burjuvazinin kârına dönüşüyor. Ülkemizdeki baraj ve HES sayısı ülke nüfusunun ihtiyaçlarının çok fazlasını karşılayabilecek kapasitededir. Buna rağmen baraj ve HES inşaatlarının artmasının en önemli sebebi ekonomik büyüme gibi ticari kaygılardır. Başka bir tartışmaya konu, politik yönlerinin olduğunu belirtmek de gerekiyor.
Bu tabloda devletin üzerine düşen asli görev doğru bir su politikası geliştirmek olmalı. Ömrü 100 ila 150 yıl arasında değişen, sahte ÇED (Çevre Etki Değeri) raporlarıyla inşa ettiği HES ve barajların sayısını arttırmak yerine güneş ve rüzgâr enerjileri gibi alternatif teknolojileri geliştirebilmeli. Doğayla daha uyumlu ve minimal düzeyde zarar veren projeler üzerinde araştırma ve tartışmalar yürütülmeli.
Ekosistemin zincirleri darmadağın edilmişken suyun doğal döngüsünün olağan seyrinde devam etmesini beklemek hayalcilik olur. Devlet sistemlerinin nükleer santralleri geliştirmesi, kimyasal silahların geliştirilmesi ve endüstrinin atıkları ile kirlenen dünyada ozon tabakası delik deşik edilmiş, buzullar mum gibi erimeye yüz tutmuştur.
Bununla beraber kimyası bozulan doğanın mikro kaynakları olan akarsular pervasızca geçici ihtiyaçlar uğruna tahrip edilmektedir. Böylesi bir perspektiften bakınca susuzluk ve kuraklık kaçınılmaz bir durum halini alır. Önümüzdeki yüzyılda milliyetçilik, petrol ve nükleer silahlar uğruna yapılan devlet savaşları yerini su savaşlarına bırakabilir mi sorusunu akla düşürüyor.
Doğa yok edilemeyecek kadar güçlü bir uzay. İnsanlık, çıkarları uğruna ona zarar verirken bindiği dalı kestiğinden habersiz. Bildiğimiz dünyanın sonu geldiğinde ise doğa adeta kendini küllerinden yeniden yaratacaktır. (HA/HK)
* Fotoğraf: İslam Yakut / İstanbul - AA