Türkiye’de düşünce özgürlüğü ve demokrasi mücadelesinde unutulmaması gereken bir yeri olan Süleyman Ege, geçtiğimiz ay, 18 Ocak’ta aramızdan ayrıldı. Ruhi Su’nun “Ağıt”ında geçen “Ne bir ezan sesi, ne çan çalıyor” sözlerini hatırlatan sessizlikte, az sayıda yakının katılımıyla aynı gün Ankara, Karşıyaka’da toprağa verildi. Cenazede bir de kırmızı çiçeklerden yapılmış bir çelenk vardı. Parti üyesi değildi ama Türkiye Komünist Partisi onun siyasal düşün yaşamımızdaki yerini unutmamış, iki genç üyesi ile bir çelenk göndermişti.
Doğan Özgüden’in ve Korkut Boratav’ın hatırladıkları
Ölümünün ardından ilk ses uzaktan, Doğan Özgüden’den geldi. Hemen ertesi gün Artıgerçek’te yayınlanan “Zincire vurulan, kitapları yakılan yoldaşım” başlıklı yazısında Süleyman Ege’ye ilişkin anılarını; Türkiye İşçi Partisinde, yayıncılık ortamında, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, ayrı kentlerde, ayrı ülkelerde de olsa onunla birlikte yaşadıklarını anlatıyordu.
Özgüden, “Zincire vurulan” demiş başlıkta. Bu öyle özgürlüklerin kısıtlanması anlamında kullanılmış bir benzetme değil. Yayınladığı dört kitaptan dolayı otuz yıla mahkûm edilen Ege, yatmakta olduğu Ankara Cezaevinde hastalanır ve Numune Hastanesine kaldırılır. Hastanede yatağa ayağından zincirle bağlanmıştır. Onun bu halini gösteren fotoğraf özellikle yurt dışında büyük tepkiyle karşılanacaktır.
Ölümünün ardından Korkut Boratav’ın yazdıkları da anlamlıydı, duyguluydu. Haber Sol’da 28 Ocak günü yayınlanan yazısında, Süleyman Ege ile 1950’lerin Ankarasında, Pazar Postası dergisinde başlayan dostluğundan kesitler aktarıyordu. Ege, o günlerin yasal baskıları altında sol düşünce ve edebiyata yönelik neredeyse tek yayın organı olan haftalık Pazar Postası’nın yazı işleri müdürüdür.
Süleyman Ege’nin yayın yaşamı, baskıcı DP rejimine karşı muhalefetin sesi konumundaki Akis dergisinde devam edecektir. Bir dönem derginin sorumlu yazı işleri müdürlüğünü üstlenir. O yıllarda da iktidarın basın üzerinde ağır baskısı vardır ve Akis’cilerin yolu sık sık Ankara Ulucanlar Cezaevine düşmektedir. Süleyman Ege de bu zorunlu konukluğu paylaşanlar arasındadır. 27 Mayıs askeri müdahalesi ufuktadır. Bu hapislik fazla uzun sürmez. Süleyman Ege’nin yakın dostlarından, Ankara’nın emektar gazetecilerinden Mustafa Ekmekçi, o günleri şöyle anlatıyor:
“Süleyman Ege'yi, bir bayram günü, Samanpazarı'ndan yorgan döşek alıp, cezaevine yatırdığımızı unutamam. Süleyman’ın cezası azdı; böyle birkaç haftalığına cezaevine girenlere ‘turist’ denirdi!” (Doğru, cezaevine de “Ankara Hilton” denilirdi. Ama yatan “turist”lerin sayısının az olmadığını, cezaevlerindeki gazetecilerin 27 Mayıs 1960 sabahı “azat” edildiklerini ekleyelim.)
Özgüden ve Boratav’ın yazdıklarında Süleyman Ege’nin yaşam öyküsüne ilişkin ayrıntıları bulabilirsiniz. Süleyman Ege 1960 sonrası ilk kez sola açık bir yayın politikası izleyen günlük Öncü gazetesi kadrosunda yer alır. Ben ekleyeyim; pek bilinmez, o yıllarda bir süre de TMMOB’de çalışmıştır. Örgütün yayın organı “Mühendislik-Mimarlık / Teknik Haber” gazetesini hazırlayan ekip içindedir.
1962 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisinin ilk üyelerindendir. Partinin basına yönelik çalışmalarında görev alır. Solda hareketli yıllardır. Parti içinde tartışmaların ve ayrışmaların yoğunlaştığı 1967 yılında bir grup “muhalif” üye ile birlikte partiden “ihraç” edilecektir.
İlk kitap: “Marks ve Bilim”
Ege, 1965 yılında Bilim ve Sosyalizm Yayınları’nı kurar. Hızla gelişmekte olan sol hareket içinde ciddi bir bilgi yetersizliği vardır. Süleyman Ege harekete yararlı olacağını düşündüğü temel kitapları yayınlamaya başlar. Yayınevinin ilk kitabı, J. D. Bernal’ın 1952’de yazdığı “Marks ve Bilim” adlı kitabının küçük puntolarla dizilmiş 50 sayfalık çevirisidir. Kitabın tanıtımında şöyle denilmiş:
“Bilim ve Sosyalizm Yayınlarının birinci kitabının ‘Marks ve Bilim’ olması, hiç şüphesiz bir rastlantı değildir. Çünkü bilim ile sosyalizm nasıl birbirinden ayrı düşünülemezse, bunun gibi, Marks’ın tabiat ve toplumu inceleme yöntemiyle bilime yaptığı büyük katkılardan habersiz bir çağdaş bilim ve bir sosyalist toplum biçimi de düşünülemez.”
Büyük bir olasılıkla o yıllardaki yasal ve siyasal koşullar, özellikle Türk Ceza Kanunundaki ünlü 142. maddenin varlığı dikkate alındığından olacak, kitapta yazar J.D.Bernal hakkında bilgi verilmemiş. Bernal bizde pek bilinmez, oysa o Britanya Komünist Partisinin militan bir üyesi, bilim alanında olduğu kadar uluslararası barış hareketinde de tanınmış başarılı bir fizikçidir. Kitabın başlangıç için iyi bir seçim olduğu anlaşılıyor.
Yıllar sonra, 12 Eylül döneminde yayınevinin bütün kitaplarının toplanıp yakıldığı günlerde Prof. Dr. Server Tanilli, Strasburg’dan Süleyman Ege’ye gönderdiği 17 Mayıs 1986 tarihli bir mektupta dayanışma duygularını iletir, Ege’ye destek için Avrupa’da yürüttükleri çalışmaları anlatır ve bir ricada bulunur. “Marks ve Bilim” kitabını Almanya’da basmak için iznini ister. Şöyle der:
“Kitaba yazacağım bir tanıtımda, bu eseri ve bunun gibi daha nice ciddi eseri yayınlayan bir yayınevinin ve yayıncısının başına gelenleri dile getireceğim ve o vesileyle 12 Eylül rejimini bir kez daha teşhir edeceğiz.”
Tanilli anlamlı bir kitap seçmiştir. “Marks ve Bilim” bugün bile okunması yararlı olacak tazeliktedir. Elinize geçerse okumanızı öneririm. Ayrıca aradan 50 yıldan fazla geçmesine karşın çeviri dili de güncelliğini koruyor. Kitabın çevirmeni Osman Arman yanılmıyorsam bizim ODTÜ Mimarlık’ın 1960 yılı ilk mezunlarından Osman Armangil olmalı.
Komünist Manifestonun öyküsü ve “bilirkişiler”
Bilim ve Sosyalizm Yayınları’nın Türkçe sol literatüre önemli katkılardan biri, belki de en önemlisi, Komünist Manifesto’nun yayınlanmasıdır. Marks’ın kaleme aldığı ve 1848’de Engels ile birlikte yayınladığı Manifesto, Türkiye’de ilk kez 75 yıl sonra, 1923’te Şefik Hüsnü’nün çevirisi ile yayınlanmıştır. 1936’da yayınlanan Kerim Sadi tarafından yapılmış bir çevirisi de bulunmaktadır.
Manifesto uzunca bir süre Bakanlar Kurulu kararları ile ilan edilen “yasaklı kitaplar” arasındadır. Türkiye, soğuk savaşın ve sol düşmanlığının alabildiğince hızlandığı bir ortamdan geçmektedir. Yasaklı Manifesto’nun ülkemizde yeniden okuyucu ile buluşması ancak 1968’de, Süleyman Ege’nin cesurca girişimi ile mümkün olacaktır.
Ege, Manifesto dolayısıyla yaşadıklarını 2009’da yayınladığı “Komünist Manifesto ve Türkiye’deki Öyküsü” adlı kitabında ayrıntılarıyla anlatmaktadır. Kitap, ülkemizde sürdürülen düşünce özgürlüğü ve demokrasi mücadelesinin önemli bir kesitini belgeliyor. Siyaset tarihi ve hukukla ilgilenenler kitapta, ünlü 142. maddenin nasıl bir bela olduğunu göreceklerdir.
Biamag’taki “68’in Yayın Serüveni” yazımda, yayıncıların, yazarların 142’den neler çektiklerini anlatmaya çalışmıştım. O yazıda kısaca değindiğim bilirkişiler, yani yargıçlara “Bu yazıda komünizm propagandası yapılmaktadır” fetvasını veren profesörler, ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur. Bu bilirkişilerin başında Prof. Dr. Sulhi Dönmezer gelmektedir. Süleyman Ege’nin tutuklanmasına neden olan çoğu karar onun fetvalarına dayanmaktadır.
“Manifesto’nun Öyküsü” kitabındaki bir dipnottan Dönmezer’in yıllar sonra Süleyman Ege’den Demir Özlü aracılığıyla özür dilediğini öğreniyoruz. Verdiği raporların yayın konusu yapılmamasını rica etmiş, bir daha onunla ilgili bir davada bilirkişi olursa olumlu rapor vereceğini söylemiş. Gecikmiş bir pişmanlık mı demeli?
Dönmezer gibi fetva veren başka bilirkişilere de rastlıyoruz. Süleyman Ege “Daha Çok İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde yuvalanmış ve iğne deliğinden ‘komünizm propagandası’ görmekte ustalaşmış ‘gedikli’ bilirkişiler vardı” diyor. Ama özellikle Ankara’dan bazı bilirkişiler farklı görüştedir. Dava konusu kitapların 142 kapsamında görülemeyeceğini bildiren örneğin; Prof. Dr. Aziz Köklü, Prof. Dr. Münci Kapani, Prof. Dr. Cahit Talas, Prof. Dr. Gülten Kazgan gibi bilirkişiler de vardır.
12 Mart ve Ankara Ulucanlar Cezaevi
Süleyman Ege’nin 1965 yılından başlayarak yayınladığı kitapların neredeyse tamamı TCK 142’den takibata uğramış, mahkemelik olmuş, hatta açılan davalar mahkûmiyet kararları ile sonuçlanmıştır. Yakın dostu Halit Çelenk ile birlikte zorlu bir hukuk mücadelesi vermektedirler. Sonunda Yargıtay’dan olumlu kararlar çıkar, kitapların çoğu aklanır. Ama 12 Mart geldiğinde ülkede koşullar değişmiştir. Ege, dört kitaptan kesinleşen toplam 30 yıllık mahkûmiyetini çekmek üzere yine Ankara Ulucanlar’dadır.
Ulucanlar’dan bir fotoğraf; Süleyman Ege, Vahap Erdoğdu, Abdullah Nefes ve Mete Dural birlikte bir masanın çevresindeler. Abdullah Nefes yayınladığı bir kitaptan, Mete Dural sorumlu yazı işleri müdürü olduğu Öncü İşçi gazetesindeki yazılardan dolayı TCK 142’den 7 yıl 6’şar aya mahkûm olmuştur. Türk Solu dergisinin yazı işleri müdürü Vahap Erdoğdu’nun cezası katmerlidir, hem 141 hem 142’den toplam 22 yıl 6 ay hapis cezası verilmiştir.
Süleyman Ege ve hapishane arkadaşları, 6 Mayıs 1972’de Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idamını aynı mekanda yaşamıştır. Denizler o gece Mamak’tan alınarak idam kararının infaz edileceği Ulucanlar’a getirilmiştir. O gün koğuşların demir kapıları erkenden kapanmıştır. Cezaevinde olağanüstü bir durum yaşanmaktadır. Ege, cezaevindeki diğer gençler gibi geceyi uyumadan geçirir. Sabah müdüriyetteki radyoya bağlı hoparlörden idam haberi duyulur duyulmaz koğuşlardan çığlıklar yükselir. İnfazı izleyen Halit Çelenk, birkaç gün sonra görüşe geldiğinde gözleri yaşararak anlatacaktır idam gecesini.
Adana Cezaevi / “Kaç adam öldürdün?”
Süleyman Ege bir süre sonra Abdullah Nefes’le birlikte Adana Cezaevine nakledilir. Can Yücel de oradadır.
Bir fotoğrafta üçü bir arada demir parmaklıkların önünde görülüyor. Bir şair, iki yayıncı; hapislik nedenleri ortak: “Düşünce suçu”… Cezaevinde siyasal nedenle tutuklanmış, hüküm yemiş başkaları da vardır: “Sarı Hoca” İsmail Beşikçi, TİP’ten Ahmet Hamdi Dinler, Samandağ’da Filistin’den gelirken yakalanan şair Ozan Telli ve arkadaşları, Fikir Kulübü üyesi gençler…
Dönemin sıkıyönetim koşulları altında en iyi bilgi kaynağı Mustafa Ekmekçi’nin esnek anlatımıyla Yeni Ortam gazetesinde yazdığı “Ankara Mektupları”dır. Ekmekçi 6 Eylül 1973 tarihli yazısına Can Yücel’in “şarap imali” öyküsü ile başlayarak Adana Cezaevinin o günkü durumunu şöyle anlatıyor:
“Sızan haberlere göre, Adana Cezaevi'ne bir süreden beri doldurulan çeşitli suçlardan hükümlü ya da tutuklular, huzur içinde değildirler… Burada Samandağı olayları sanıkları var. Adana Fikir Kulübü, Kadirli Fikir Kulübü davaları hükümlüleri ile Ankara'dan nakledilen Süleyman Ege'yle, Abdullah Nefes, İzmit'ten nakledilen Yaşar Uçar, Ahmet Hamdi Dinler, İstanbul'dan nakledilen Can Yücel var. Diyarbakır'dan nakledilen İsmail Beşikçi -galiba- hâlâ hücrededir.”
Ekmekçi bir başka yazısında, Süleyman Ege’nin Adana Cezaevindeki ilk gününü de anlatmış. Koğuş ağası “Hoş geldin” der ve “Kaç yıl verdiler” diye sorar. Ege yanıtlar: “Otuz yıl.” Böylesine ağır bir mahkûmiyet ancak cinayetle olur diye düşünen ağa: “Kaç kişiyi öldürdün” diye sorar. “Yok” der Ege, “Benimki dört kitaptan.”
Koğuş ağası aldığı yanıta pek inanmaz, ama birkaç gün sonra Adanalı bir mahkûm “Allahına, kitabına…” diye sövmeye başlayınca “Kitabı karıştırma, bak adam kitaptan 30 yıl yemiş” diye müdahale eder. Siz en iyisi bu olayı Halit Çelenk’ten dinleyin, izleyin.
Adana Cezaevinden anlamlı bir anı da bir açık görüş günü çekilmiş birkaç fotoğraftır. Fotoğraflardan birinde o tarihlerde aldığı sürgün cezası dolayısıyla Adana’da bulunan Sevgi Soysal onları ziyarete gelmiş. Yere serilen battaniyenin üzerine oturmuşlar; Süleyman Ege, Abdullah Nefes, diğer tutuklu ve ziyaretçiler Sevgi ile birlikteler.
12 Eylül ve “Kitabın Ateşle Dansı”
Siyasal düşünce suçluları, 1974 Ecevit affı ile hapisten çıkarlar. Af yasası kapsamına, 141 ve 142. Madde ile birlikte “laikliğe aykırı propaganda ve örgütlenmeyi yasaklayan” 163. maddeden verilmiş hapis cezalarının da dâhil edilmesi konusunda koalisyon ortakları CHP ve MSP anlaşmışlardır. Önce 163 oylanır ve kabul edilir, ama sıra 141-142’ye gelince MSP milletvekilleri ortalıktan yok olurlar. Meclisten geçemeyen 141-142 affı Anayasa Mahkemesi kararıyla gerçekleşecektir.
Süleyman Ege 30 ay sonra hapisten çıkar. Yayınevini yeniden toparlar ve bıraktığı yerden yayıncılık yaşamını sürdürür. Önemli bulduğu yayınların yeni baskılarını yapar, güncel önem kazanan yeni kitaplar yayınlar. Ülke, 12 Eylül’e doğru bir tırmanış içindedir.
Doğan Özgüden’in Süleyman Ege için söylediği “kitapları yakılan” sözü de öyle sıradan bir benzetme değildir. Aynen gerçekleşmiş bir 12 Eylül uygulamasıdır. Darbeleri yaşamış kuşaklar kitap yakma konusuna aşinadır. İnsanların kendi evlerindeki kitapları dahi yaktığı olmuştur. Ama Süleyman Ege’nin, onun yayınladığı kitapların başına gelenler farklıdır ve Cumhuriyet tarihimizin bir yüz karasıdır. 12 Eylül paşalarının emriyle, Bilim ve Sosyalizm Yayınevinden yedi kamyona doldurularak götürülen 130 binden fazla kitap Mamak sırtlarında ateşe verilerek yok edilmiştir.
Yayınevinin güvenlik güçleri tarafından basılması ve hepsi hakkında mahkemelerce verilmiş beraat kararları bulunan binlerce kitabının toplanıp götürülmesi Süleyman Ege’ye yattığı 30 ay hapisten daha ağır gelir. Olayın peşini bırakmaz, pes etmez. Dilekçeler yazılır, hukuk savaşı başlatılır. Bu kez Halit Çelenk’le birlikte Avukat Erşen Sansal de devrededir. Sıkıyönetimden açıklayıcı bir yanıt alınamaz.
Resmi olmayan yollardan, sıkıyönetimin kalkacağı tarihten birkaç gün önce kitapların yakılarak yok edildiğini öğrenirler. Yapılabilecek bütün başvurular yapılır, davalar açılır. Olay yurt dışında geniş yankılar uyandırır. Sonunda hükümet imha işlemini kabul eder, ama kitapların yakılmadığı, atık kâğıt işlemine tabi tutulmak üzere SEKA’ya gönderildiği yalanına sığınır. Yani idamlar için Evren’in söylediği “Asmayalım da besleyelim mi?” sözüne benzer bir mantık yürütülmektedir.
Davalar sürer, kitapların yakıldığı yargı kararları ile kesinleşir ve hükümet tazminat ödemeye, yakılan kitapların bedelini karşılamaya mahkûm olur. Süleyman Ege mücadelesini sürdürür, kitapların gerçek değerini talep eder. Hatta bu konuda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine kadar gitmekte kararlıdır.
Süleyman Ege’nin 133 bin kitabın yakılması olayını belgelere dayanarak yazdığı ve 1992’de yayınladığı “Kitabın Ateşle Dansı” yakın dönem siyaset tarihimizle ilgilenenlerin, hukukçuların kitaplıklarında bulunması gereken bir kitap.
Ne değişti? Ne değişmedi?
Temmuz 1985’de sıkıyönetimin kalkmasıyla, yeniden, bırakmak zorunda kaldığı yerden, sıfır stokla başlayarak sürdürecektir Bilim ve Sosyalizm Yayınlarını. Bu kez “tehlike” ortadan kalkmıştır. Çok sayıda başka yayıncı da zamanında ancak Süleyman Ege ve onun gibi birkaç cesur insanın yayınlamaya cesaret ettiği kitapları çıkarmaya başlamıştır. Okur sayısında ise ters orantılı bir düşme vardır. Yayınevinin ticari ölçeği küçülmüştür ama bu iş onun için bir yaşam biçimidir. Son günlerine kadar evinin bir köşesinden çalışarak da olsa yayınevini ayakta tutacaktır.
Bugün yaşadıklarımıza bakarak 1970’lerden, 1980’lerden bu yana çok fazla şey değişmedi diyebilirsiniz. Doğru, muktedirler düşünceyi engellemek, muhaliflerini susturmak için yine o dönemlere benzer yollar deniyor. Ama artık hiç olmazsa 141-142 yürürlükte değil. Yıllar boyu sürdürülen kararlı direniş sonunda pek de işlerliği kalmayan o maddeler, 1991’de Türk Ceza Kanunundan çıkarıldı.
141-142’nin TCK’dan çıkarılmasında, sosyalist bloktaki çözülmenin belirleyici olduğu söylenir. Ancak Süleyman Ege’nin, söz konusu iki madde ile birlikte 163. maddenin de yürürlükten kaldırılmasının önemini vurgulayan değerlendirmesi günümüze de ışık tutuyor. “Manifesto’nun Öyküsü” kitabında verdiği bir dipnotta özetle şöyle diyor:
“…Gözden kaçırılmayacak asıl neden, yaklaşık yarım asırlık bilim ve düşünce özgürlüğü savaşımının bu faşist maddeleri artık işe yaramaz paslı bir silaha dönüştürmüş olmasıydı. Yoksa karşıdevrim için bu faşist maddeleri yine el altında bulundurmak onun süreğen antikomünizm ideolojisinin bir gereğiydi…
“O öteden beri dinci-şeriatçı örgütlenmeyi yasaklayan 163. maddeden kurtulmak istiyor, ama 141. ve 142. maddeler dururken tek başına 163. maddeyi kaldırmayı da göze alamıyordu… Sovyetler Birliğinin dağılması ona bu fırsatı verdi; zaten çoktan işine yaramaz hale gelmiş, defteri dürülmüş bulunan 141 ve 142’yi özgürlükçü bir çalımla yürürlükten kaldırırken aynı ‘paket’ içinde 163’ü de kaldırarak asıl amacını gerçekleştirdi; tam da iktidarın ölesiye gereksindiği bir sırada dinci-şeriatçı örgütlenmede hızını kesen bir ayak bağından kurtuldu.”
Bıraktığı miras
“Kitabın Ateşle Dansı”na yazdığı önsözde İlhan Selçuk, Bilim ve Sosyalizm Yayınlarının 133 bin kitabının yakılması ile 1933’te Nazilerin Berlin Üniversitesinin önünde kitap yakması arasındaki koşutluğu anlatır. Almanya’da o gün kitap yakanların başında Göring ve Goebbels’in bulunduğunu, 1982’de bizde bu işi yapanların ise cuntanın başı Kenan Evren ve Ankara Sıkıyönetim Komutanı Recep Ergun olduğunu söyler ve özetle şöyle der:
“Zaman akıp gidiyor. İnsanlar ölümlüdür… Geriye kalan ne? Bugün ne Hitler var, ne Goebbels, ne de Göring. Yarın ne Evren kalacak, ne Recep Ergun, ne de 12 Eylül faşizminin öteki oyuncuları. Ama 133 bin kitabın yakılması olayı kuşaktan kuşağa, dilden dile aktarılacak. Çünkü tarihin tutanağına yazıldı.”
Aradan geçen zaman İlhan Selçuk’un öngörüsünü doğruladı mı? Yakılan kitaplar, o kitaplar için hapiste geçirilen yıllar gerçekten “dilden dile” aktarılıyor mu? Manifesto’nun Almanya’da ilk kez yayınlanışının 160 yılı dolayısıyla 2008’de Ankara’da düzenlenen “Marksizmin Güncelliği” adlı sempozyumda Manifesto üzerine konuşmalar yapılıyordu. Gözlerim salonda Süleyman Ege’yi aradı. Göremedim. Sempozyumun düzenleyicilerinden bir akademisyene sordum, onu pek hatırlamıyordu. Vefasızlığın ötesinde, üzücü bir toplumsal bellek yitimi diye düşünmüştüm.
Kötümser olmayayım, Süleyman Ege ve çağdaşlarının verdiği mücadeleye saygıda kusur etmeyenler de var. Biraz eskilerde kaldı ama Türkiye Yayıncılar Birliğinin “Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü”, 2000 yılında yazar Nadire Mater ve kitapçı Salih Zeki Usluarslan ile birlikte Süleyman Ege’ye verilmişti.
Öte yandan, Bilkent Üniversitesinde öğrencilerin 2015’te, Türkiye Tarihi dersinde yaptığı bir ortak çalışma, İlhan Selçuk’un “tarihin unutmadığı” konusunda söylediklerini doğruluyor sanırım. Kadir Can Çelik, Dilan Pamuk, Ecem Afacan, Defne Eroğlu ve Can Özkan, yarıyıl ödevi olarak “Bilim ve Sosyalizm Yayınları ve Süleyman Ege” konusunu seçmişler. Duru bir anlatımla kaleme aldıkları 35 sayfalık çalışma Süleyman Ege ile yapılan söyleşileri de içeriyor.
Süleyman Ege için 1970’lerde, örneğin Cumhuriyet’te, Yeni Ortam’da, örneğin Oktay Akbal, Erbil Tuşalp’in yazdıklarını unutmamalı. Metin İlkin ve Orhan Suda’nın çıkardığı Yeni Adımlar dergisinin Şubat 1974 sayısını da hatırlatmak isterim. Derginin kapağında Süleyman Ege’nin büyükçe bir resmi var ve “Hapishanede bir düşünce ve basın suçlusu Süleyman Ege… Cezası 30 yıl ağır hapis ve 16 yıl sürgün” diye yazıyor. Bu belgeleri bir arşivde toplamak ne iyi olur diye düşünüyor insan.
Belgesel önemde bir fotoğraf da Mustafa Ekmekçi’nin arşivinden çıktı. Fotoğraf Ankara’da, Şubat 1987’de çekilmiş. “Türkiye’ye ‘sol’ bir parti gereklidir” tartışmalarına katılanlar akşam yemeğinde bir masa çevresinde toplanmış: Nevzat Helvacı, İlhan Selçuk, Süleyman Ege, Halit Çelenk, Mustafa Ekmekçi, Özcan Keskeç, Akın Birdal, Sadun Aren, Varlık Özmenek. Fotoğraf, Süleyman Ege’nin nasıl bir çevre içinde yaşadığını hatırlatıyor.
Köy Enstitülerinden gelen, 1940’ların, 1950’lerin sıkıntılı yılları yaşamış uzun soluklu, dirençli, mücadeleci bir kuşaktandı Süleyman Ege. Sorunlar karşısında zekice çözümler bulan, her türlü güçlüğe karşın, yaşamayı, mücadeleyi sürdüren bir insandı. Haber.sol’da yayınlanan “Kitabın ateşle dansı / Kitapları da yakarlar” başlıklı yazısında Serpil Çelenk çok iyi anlatmış onu ve onun kuşağını.
Bizim için “Süleyman Abi”ydi, aile dostumuzdu, nikâh tanığımızdı. Ayrı kentlerde yaşıyorduk. Çok sık olmasa da bir araya geldiğimizde siyaseten duyarlı olduğu konulara girmemeye çalışırdım. Ama onun editör titizliğinden kurtulmak mümkün değildi. Bir konuşmamızda kısaca MDD dediğimde hafifçe fırça yemiştim. “MDD değil Milli Demokratik Devrim” demelisin diye düzeltmişti... Onu özleyeceğiz. Onun gibilerin direncine, kararlılığına bugün çok ihtiyacımız var. (AŞ/AS)