*Barbara Kruger | Who Owns What? (Tate Modern Tote) Fotoğraf: Pınar Tarcan/bianet.
- İktidar, bir toplumsal muhalefet kaynağını daha kurutmaya kararlı görülmektedir. 12 Mart, 12 Eylül ve devamında getirilen her türlü "budama" önlemine karşın meslek kuruluşları bugüne kadar varlıklarını ve etkinliklerini sürdürmüştür. Avukatlar, tabipler, mimar ve mühendisler ve benzeri diğer meslek mensupları, her koşulda örgütlenme olanaklarını mutlaka değerlendirecektir.
Hemen baştan söyleyelim, burada "parti" sözcüğü, yasal ve güncel tanımının ötesinde "taraf" anlamında kullanılmaktadır. "Siyaset" de yine her türlü sınırlı tanımın ötesinde geniş kapsamıyla kullanılmıştır.
Olay, Mayıs 2014'te yaşanmıştı. Danıştayın kuruluşunun 146. yıldönümü kutlanıyordu. Açılış töreninde, o tarihte başbakan olan Erdoğan, kürsüde konuşan Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı'na "Siyaset yapma" diye bağırıyordu.
TBB Başkanı da "Siyaset yapmıyorum Sayın Başbakanım" diye yanıtlıyordu. Oysa siyaset yapıyordu, yapması da olağandı.
Erdoğan bağıra çağıra toplantıyı terk etmiş, sakinliğini koruyan Cumhurbaşkanı Gül'ü de peşinden sürüklemişti.
Sonrasında TBB Başkanı kısa sürede Erdoğan'la arasını düzeltmeyi başardı.
Anlaşılan dedesinin SBF Dekanı olduğu sırada öğrencilerine söylediği "Nabza göre şerbet vermeyin" sözünü farklı yorumluyordu.
Son güncel gelişmeler üzerine konuşan TBB Başkanı'na göre iktidar, meslek kuruluşlarına yönelik olumsuz bir hazırlık içinde değil.
Oysa meslek kuruluşlarını hedef alan girişimler yeni bir şey değil. Son 50 yıllık süreçte sadece barolar ve TBB değil, toplumsal muhalefet işlevini yerine getiren bütün meslek kuruluşları sağ iktidarların hedefi olmuştur.
Olağan demokrasiler...
Anayasanın meslek kuruluşlarına özerklik tanıyan 135. maddesi, toplumumuza bol geldiği söylenen ve "tashihi cihetine gidilmesi gereken" düzenlemelerden biri olagelmiştir.
Meslek kuruluşlarına ve yöneticilerine yöneltilen başlıca suçlama da "siyasetle uğraştıkları" yönündedir.
Olağan demokrasilerde siyaseti sadece seçimlere katılan ve parlamentoya giren partilerle, hele hele sadece iktidar partisiyle sınırlı tutmak herhalde mümkün değil. Herkes siyaset yapıyor ve yapacak.
Örneğin 2014'te Danıştaydaki tören kürsüsüne çıkan herkesin bir siyasal duruşu vardı. Hatta töreni terk edenlerin, terk etmeyip salonda kalanların, alkışlayanların, alkışlamayanların...
Politikanın kapsamı
Aralarında TBB'nin de bulunduğu Türk Tabipler Birliği (TTB), Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) gibi "meslek kuruluşları" siyaset yapma işlevini siyasal - toplumsal geçmişimizin reel süreci içinde edinmişlerdir.
Özellikle 27 Mayıs Anayasasının mantığı içinde meslek örgütleri, tek parti hegemonyasına karşı düşünülen denge unsurlarından biri olmuştur.
Başlangıçta iktidarla ilişkileri pekiştirme, hatta uyumlu hale getirme amacıyla kurulmuş olsalar da 1960 sonrası toplumsal ve siyasal gelişmeler bu kuruluşlara farklı nitelikler kazandırmıştır.
Bu örgütlerin toplumsal muhalefet işlevi ağır basmaya başlamıştır.
Daha başlangıç yıllarında meslek kuruluşlarında görev alanlara baktığımızda, kimi yöneticilerin siyasetle doğrudan ilişkili olduklarını görüyoruz. Kuruluşundan iki yıl sonra, 1958 yılında TMMOB'nin Başkanı DP'nin Afyon milletvekili Orhan Uygur'dur.
27 Mayıs'tan iki gün sonra kurulan Bakanlar Kurulunda, Bayındırlık Bakanlığı görevine TMMOB Başkanı Daniş Koper getirilmiştir.
İdil Elveriş'in, "Barolar ve Siyaset" kitabında (Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2014) anlattıkları ilginçtir.
Elveriş, çalışması sırasında görüştüğü 30 baro başkanından 27'sinin bir partiye üye olduğunu yazıyor. Hatta bazı baro başkanlarının baro başkanlığı ile üyesi oldukları partinin il başkanlığını aynı anda üstlendiklerinden söz ediyor (s.117).
1967 ve Mimarlar Odası
Eskilerden bir örnek verelim ve Mimarlar Odası Ankara Şubesinde 1967'de yaşanan bir olayı aktaralım.
Şube Genel Kurulunda çalışma raporunu eleştiren Muhittin Güven, "Rapor bu haliyle memleketi karanlık macera ve heveslere sürükleyecek bir hava taşımaktadır.
Rapor ile Yönetim Kurulu açıkça politika yapmaktadır" der. Hızını alamaz, Yönetim Kurulunu "marksist" olmakla "suçlar" (Milliyet, 10.01.1967). Ama Güven'in bizatihi kendisi politik bir konumdadır.
AP saflarında önde gelen bir politikacıdır, iki dönem AP'den İstanbul milletvekilliği ve Bayındırlık Bakanlığı yapmıştır.
1960 sonrası, 1968/1978 kuşakları
27 Mayıs öncesi gençlik hareketlerinden gelenlerin, ülkedeki genel siyasal sürece koşut olarak meslek kuruluşlarında "sol"dan yana farklı bir hava estirdiklerini görüyoruz.
Bu hava, öğrenciliklerinde 1968'leri yaşayanların meslek kuruluşlarına üye olmasıyla daha da yoğunlaşmıştır.
1970'lere gelindiğinde meslek kuruluşlarının hatırı sayılır bir bölümü Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS), Üniversite Asistanları Sendikası (ÜNAS), hatta DEVGENÇ gibi devrimci örgütlerle birlikte, o günlerin deyimiyle "zinde güçler" arasında yer alıyordu.
Bu dönemde meslek kuruluşları sadece bildiri yayınlamak, görüş açıklamakla kalmamış, iktidara yönelik ciddi "vuruş"lar yapmışlardır.
Örneğin, Özel Yüksek Okulların Anayasa Mahkemesince kapatılmasını sağlamışlardır. (Dönemin başbakanı Demirel'in kardeşi Hacı Ali Demirel'nin bu okullardan birinin patronu olduğunu hatırlatayım.) Teknik eleman boykotları düzenlemişlerdir.
Hatta dönemin başbakanı inşaat mühendisi Demirel'i Oda'dan ihraç etmişlerdir. Mimarların, ayrıcalıklı imar uygulamalarını yargıya taşıyarak durdurma girişimleri bugüne kadar devam etmektedir. Bunlar iktidarlar için yeteri kadar rahatsız edici işler olmalı.
12 Mart ortamı ve eğilimler
12 Mart ortamında meslek kuruluşlarında sol siyasal eğilimler varlıklarını sürdürdü. Ülke sorunlarına getirdikleri ilerici eleştirilerle, kısıtlayıcı sıkıyönetim koşullarında seslerini duyurdular.
AP yanlısı kimi yöneticiler tarafından işlevsiz hale getirilen TMMOB'nin Teoman Öztürk yönetiminde etkin bir konum kazanması mümkün oldu. 1974 seçimleri sonrası kurulan Ecevit koalisyonları döneminde meslek kuruluşlarının toplumdaki etkinliği arttı.
12 Eylül ile birlikte meslek kuruluşları için de yeni bir dönem başladı. Ülkede genel siyasal ortamın yeniden baskı altına alınması meslek kuruluşlarını da olumsuz yönde etkiledi.
Meslek kuruluşlarının 12 Eylül'ün ardından Turgut Özal'la birlikte ülkeye egemen olan neoliberal politikaların etkisinde kalmadığı söylenemez. Öte yandan bu dönemde ekonomik / politik gücün üç büyük kent dışındaki kentlere yayılmasıyla başlayan yerelleşme, meslek kuruluşlarında belirli değişimlere yol açmıştır.
Her şeye karşın 70'lerde üniversitelerde canlılığını koruyan öğrenci hareketlerinden gelen 78 kuşağının meslek kuruluşlarında nasıl etkin olduğunu, Mustafa Sütlaş 2013'te bianet'te yayınlanan bir yazısında (1) çok iyi anlatıyor. Sütlaş'ın, "Meslek Örgütlerinin Toplumsal Yaşamdaki Yeri ve Önemi" başlıklı bu yazısını okumanızı öneririm.
Bugün yüzyıllık bir süreç sonunda meslek örgütleri köklü bir farklılaşmanın eşiğine mi gelmişlerdir? Tartışılması, yeni değerlendirmeler yapılması gereken bir konu.
Meslek kuruluşları nedir? Ne değildir?
Meslek kuruluşlarının hukukumuzdaki konumu diğer örgütlenmelerden, örneğin derneklerden, sendikalardan çok farklıdır. Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarını tanımlayan 135. madde Anayasanın idari bölümünde yer almaktadır.
Yani bir anlamda devletin idari yapısı içindedir meslek kuruluşları. (Bütün yetkileri tek elinde toplayan bir iktidarın, devlet yapısı içindeki özerk örgütlenmelere, hele muhalif unsurlara hoş bakmaması, onları susturma yoluna gitmeyi düşünmesi şaşırtıcı değil.)
Türkiye'deki konumları itibariyle kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarını, literatürdeki alışılagelmiş örgüt türlerinden birine sokmak pek mümkün değil. Birden fazla işlevi dikkate alan bir tanıma ihtiyaç var.
Bu kuruluşları sadece bir meslektaş dayanışma örgütü, korporatif bir örgütlenme, sendika benzeri bir örgütlenme, sivil toplum kuruluşu (NGO), toplumsal muhalefet örgütlenmesi veya meslek mensuplarının mesleğe kabul sürecini düzenleyen ve onların kaydını tutan bir "kayıt kabul kurulu" gibi düşünmek eksik kalacaktır.
Bu tür sınıflamaların hepsini birlikte düşünmeyi gerektiren, karmaşık diyebileceğimiz bir yapı söz konusudur.
Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarını inceleyenler, bu örgütlerin başlangıçta iktidarlar tarafından çıkarılan yasalarla kurulduğu ve devletin idari yapısı içinde yer aldığı noktasından hareketle, "korporatist" bir oluşumdan söz etmektedir.
Örneğin Prof. Dr. Yüksel Akkaya'nın, Ekim 2004'te TMMOB'nin 50. yıl etkinliklerinde yaptığı "Çıkar Grupları Ve Korporatist Temsil: TMMOB Örneği" başlıklı sunuşta (2), korporatist ilişkiler üzerinde durulmaktadır.
Ancak Akkaya konuya şu açıklığı getirmektedir:
"Burada sözünü ettiğimiz korporatizm, 1920'li, 1930'lu yıllardaki faşizmle özdeşleşmiş korporatizm değil. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra daha demokratik yanları, liberal yanları ağır basan, ama çoğulculuğun karşısında devletle işbirliğini ön plana çıkaran bir oluşum...
"...[H]em yasasında, hem yönetmeliğinde devletin TMMOB'ye bir korporatist kurum kimliği, gözüyle baktığını söyleyebiliriz, çıkış noktası bu. Ama '...TMMOB, devletin istediği politikaları hayata geçirmiş midir, korporatist ilişkilerine giren bir örgüt olmuş mudur?' sorusu önemli... 1960'lı yıllardan sonra TMMOB, bundan büyük ölçüde kurtulmuştur. Özellikle öğrenci hareketlerinin...Türkiye'de sosyalist sol hareketin yükseldiği dönem, bu korporatist ilişkilerin de tamamen kırıldığı ve tersine döndüğü bir dönemdir. İTÜ ve ODTÜ'den mezun olan pek çok mühendis adayı, daha sonra bu birimlerde yer alarak, hem TMMOB'nin yönelimini, hem de faaliyetlerini büyük ölçüde değiştirmiştir diyebiliriz."
Akkaya'nın geçtiğimiz günlerde yayınlanan "Devletin Türkiye Barolar Birliği İle İmtihanı" başlıklı yazısı (3) da konuyu yine korporatist ilişkiler açısından ele almaktadır.
Akkaya'nın değindiğim iki yazısı, değerlendirmelerini bilimsel bir temele oturtmak isteyenler için yararlı olacaktır. Okumanızı öneririm.
İdil Elveriş'in daha önce değindiğimiz "Barolar ve Siyaset" kitabında yaptığı analizler de korporatif teoriyi temel almaktadır. Ancak Elveriş, çalışmasının sonunda, bu teorinin Türkiye'deki durumu açıklamakta yetersiz kaldığını belirterek şöyle demektedir:
"Bu çalışma Türkiye'de içinde birçok meslek örgütü barındıran korporatist bir yapının olduğunu göstermiştir. Ancak, ampirik veriler korporatist teorinin öngörülerinin aksine, bu yapının en azından hukuk alanında korporatist bir siyasal yapı yaratmadığını da göstermiştir." (s.159)
Yani korporatist ilişkiler hem var, hem yok. Sanırım Akkaya'nın söyledikleri bu ikilemi giderecek niteliktedir.
27 Mayıs'ta getirilmek istenen
Korporatif yapıdan söz edildiğinde 27 Mayıs'ı hatırlamakta yarar var. Darbeden hemen üç gün sonra, yeni bir Anayasa taslağı hazırlamakla görevlendirilen İstanbul Üniversitesi ekibi, DP'nin neden olduğu demokratik tahribata bir daha olanak vermeyecek bir yapı kurmayı amaçlamıştır.
Taslakta genel seçimlerle gelenlere tam bir güvensizlik hâkimdir. Mümtaz Hoca'nın deyimiyle komisyon "ölçüyü kaçırmıştır". Örneğin bir denge unsuru olarak önerilen Cumhuriyet Senatosunda seçim dışı yollardan gelen üye oranı üçte ikiyi bulmaktadır. (Mümtaz Soysal, "Anayasanın Anlamı", Gerçek Yayınevi, 1969)
Herhalde İstanbul'un önerdiği bu sisteme gidilseydi, tam bir korporatif yapı görecektik. Zira geçici olarak kurulan ve parlamento işlevini yerine getiren Temsilciler Meclisi bir ölçüde İstanbul tasarısının izlerini taşımaktadır.
Mecliste üyelerin bir bölümü, meslek kuruluşlarının kendi içlerinde yaptıkları seçimlerle belirlenmiştir. Örneğin, önemli bir bölümü atamayla oluşturulan mecliste; barolar 6, basın örgütleri 12, esnaf örgütleri 6, sendikalar 6, odalar 10, öğretmen örgütleri 8 üye ile temsil edilmekteydi.
Sonunda İstanbul tasarısı Ankara'da tıraşlanmış, halkoyuna sunularak kabul edilen Anayasa ile getirilen sistemde çok sınırlı oranda olsa da yine genel seçim dışı temsile yer verilmiştir. Senato'da genel seçimle gelen 150 senatörün yanında Cumhurbaşkanlığınca seçilen 15 "Kontenjan Senatörü" ile 20 kadar eski Milli Birlik Komitesi üyesinin oluşturduğu "Doğal Senatörler" bulunmaktaydı.
Herhalde tam anlamıyla korporatif bir yapıdan söz edebilmek için, meslek kuruluşlarından gelenlerin iktidarda söz sahibi olması gerekir. Çok sınırlı sayıda temsilcinin yasama organında yer alması veya kuruluşların yürütme organıyla ilişkiler içinde olması farklı bir durum. Başka ülkeleri bilmiyorum ama Türkiye'de kimsenin iktidarı böyle kuruluşlarla paylaşması pek mümkün olmamıştır.
Meslek kuruluşlarının farklı işlevleri
Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının işlevlerine göre tanımlanması daha doğru olacaktır. Burada da karmaşık, çoklu bir yapı söz konusudur.
Örneğin kimi durumlarda bu örgütler Sivil Toplum Örgütü (STK), uluslararası tanımıyla Hükümetler Dışı Örgütler (NGO) olarak tanımlanabilmektedir. Oysa kuruluşu devlet eliyle olan ve idari yapı içinde yer alan, üstelik zorunlu üyelik koşulunun bulunduğu örgütlere daha uygun bir tanım "hükümetlerce örgütlenen hükümetler dışı örgütler" (GONGO) olacaktır.
Odaların, baroların kimi işlevleriyle sendikalara benzer yanları da var. Örneğin asgari ücret belirlemeleri yapıyorlar. Burada ilginç olan bünyelerinde hem işveren durumunda olanların, hem serbest çalışanların, hem de ücretli çalışanların bulunması. Yine karmaşık bir durum.
Çoğu oda veya baroda meslek içi eğitim verilebiliyor. Dolayısıyla bir eğitim işlevi de var bu örgütlerin.
Aslında bu örgütlerin en önemli işlevinin "mesleğe kabul" ve "meslek sahiplerinin kaydını tutma" olduğunu söyleyebiliriz. Bu bakımdan meslek kuruluşları bir "kayıt - kabul" kurulu gibi çalışmaktadır. Bu işlev bazı ülkelerde meslek örgütlerinin dışında oluşturulan kurullar tarafından yerine getirilmektedir.
Meslek kuruluşlarını yorumlarken dikkate alınması gereken önemli bir konu, bazı mesleklerin "yasal koruma" altına alındığını, bu meslek mensuplarına "ayrıcalık" tanındığı. Bizde çoğu meslek sahibine ters gelebilir bu "korunma" ve "ayrıcalık" konusu.
Zira başka türlü olabileceğini düşünemezler. Ama yasalar bazı mesleklerin ancak belirli koşulları yerine getirenler tarafından uygulanabileceğini öngörmektedir. Dolayısıyla belirli meslek unvanları yasal koruma altındadır ve ancak belirli koşulları yerine getirenler için mesleği uygulama "ayrıcalığı" tanınmıştır.
Örneğin, her canı isteyen kendine doktor, avukat, mimar, mühendis diyemez; bu gibi unvanları kullanamaz. Ama isterseniz kendinize tasarımcı, danışman, teknisyen, ekonomi uzmanı vs. diyebilirsiniz. Bu unvanlar şimdilik korunmamaktadır. Yine her isteyen mahkemeye girip savunma yapamaz, hasta tedavi edemez, reçete yazamaz, bina projesi yapamaz.
İşte söz konusu "koruma" ve "ayrıcalık"ın izlenmesi, kayıt altına alınması, denetlenmesi görevi bizim hukukumuzda ve çoğu ülkede meslek kuruluşlarına verilmiştir. Ve meslek kuruluşları bu özdenetim görevini kendi özerk yapıları içinde yerine getirmektedir. Sanırım başlıca varlık nedenleri de budur.
Neler olabilir?
Meslek kuruluşlarının statüsünde bir değişikliğe ihtiyaç var mı? Olabilir, yüz yıllık bir süreç içinde yaşananlar bazı değişiklikleri gerektirebilir. Ancak, bu örgütler gerekli değişiklikleri kendileri geliştirecek, hatta gerçekleştirecek olanaklara sahiptir.
Meslek kuruluşlarının görüşleri alınmadan dışarıdan yapılacak zorlayıcı müdahaleler olumlu sonuçlar vermeyecektir. En azından "şık" olmaz diyelim.
Örneğin bu örgütlerin seçimlerinde nisbi temsil usulünün getirilmesi ilk bakışta haklı bir talep gibi görülebilir. Ama bunun meslek örgütlerindeki siyasallaşmayı, reel anlamıyla "partileşme"yi teşvik edeceğini görmek gerekir.
Ayrıca bir benzetme yapalım. Tamam, parlamentolar "nisbi temsil" ile oluşturulabilir ama yürütme organlarının meclisteki oranları yansıtır biçimde oluşturulduğu görülmüş müdür? Bu meslek kuruluşlarının yürütme organları için neden isteniyor?
Son olarak şunu söyleyeyim. Bu yazıda anlatılanlar genellikle anayasal/demokratik bir düzenin varlığında geçerli olabilecek görüşler. 1960'larda Anayasa kitapçığını cebinde taşıyan ve TCK'nın 146/1 gibi bir maddesinin ağırlığını bilen bir kuşak, bugün iktidarıyla ve muhalefetiyle yaşanan anayasal duyarsızlığı anlamakta herhalde zorlanıyor olmalı.
"Aykırılık varsa, Anayasayı yaptıklarımıza uygun hale getiririz" diyenlerin, 1961 Anayasasının mirası meslek kuruluşlarına olumlu gözle bakmayacağı açık. İktidar, bir toplumsal muhalefet kaynağını daha kurutmaya kararlı görülmektedir.
Toplumsal mücadeleler tarihi ve bugüne kadar yaşadıklarımız, her koşulda örgütlenmenin bir yolunun bulunabileceğini göstermiştir. 12 Mart, 12 Eylül ve devamında getirilen her türlü "budama" önlemine karşın meslek kuruluşları bugün varlıklarını ve etkinliklerini sürdürmektedir.
Avukatlar, tabipler, mimar ve mühendisler ve benzeri diğer meslek mensupları, devlet yapısı içinde olsun veya olmasın her koşulda örgütlenme olanaklarını mutlaka değerlendirecektir. Belki de bu yazıda anlattığımız farklı işlevlerden ayrı ayrı her birini ana eksen alan yeni örgütlenmelere gidilebilecektir.
(AŞ/PT)