Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri, yönetmen ve senaristliğini Murat Fıratoğlu’nun yaptığı 2024 çıkışlı bir film. Domates tarlasında çalışan mevsimlik işçi Eyüp, yevmiyesini alamadığı için amiri Hemme ile tartışır. Tartışma tırmanarak hakarete, kavgaya dönüşür. Eyüp, öfkeden Hemme’yi öldürmek için harekete geçer. Siverek’te sıradan bir günün monotonluğu içinde, absürt engellere takılan öldürme hikâyesi, sade bir dille anlatılır.
Filmde kullanılan mekânların sıradan hayatın sıkışmışlığı ve dinginliğiyle nasıl ilişkilendirildiği oldukça sade bir dille anlatılıyor. Görsellik üzerinden yaratılan gerçekçilik, izleyiciyi taşrada bir hikâyenin içine çekmeye çalışır. Ancak bu gerçekçiliği desteklemesi beklenen özel durumlar görmezden gelinmiş. Filmde yaratılan atmosferin tam anlamıyla oturmadığını hissettiren dillerin eksikliği gibi. Tercih edilen mekân, filmin evrenini şekillendirmekte ne kadar büyük rol oynuyorsa, mekânda yaşayan dillerin anlatıya dahil edilmeyişi de atmosferin tam olarak oturmamasında bir o kadar büyük rol oynuyor. Bu makale, bu eksiklik üzerinden filmin anlatısının evrensellik iddiasını sorgulamayı amaçlıyor.
Dil, kültürün ruhudur
Pierre Bourdieu'nün kültürel sermaye teorisi, yerel kültürlerin evrensel anlatılar içinde yok olma riskini şöyle ifade eder: "Bir kültür, kendi sesini duyuramadığında evrensel olmaktan çok, görünmez hale gelir." Filmin bu bağlamda yerel kültür ve mekânda yaşayan dillerden uzaklaşarak doğallığını kaybettiği savunulabilir. Bourdieu’nün kültürel sermaye teorisine baktığımızda filmin mekânda yaşayan dilleri ve kültürleri kendi içinde eriterek görünmez hale getirmesi, evrensellik iddiasını desteklemiyor. Bölgenin kendine has kültürü, filmin görsel anlatımında belirgin şekilde hissedilir. Ancak diyaloglarda Kürtçe, Zazaca gibi mekânda kullanılan dillerin yer almaması, filmin sadeliğine aykırı duruyor.
Mekânın parçası olan dillerin kullanılmaması aynı zamanda onların kimliğini görünmez hale getiriyor. Mekân, karakterlerin içinde bulunduğu atmosferin sahiciliği için ne kadar gerekliyse, karakterlerin kendi aralarında derin ve sahici bir bağ kurması için de dil o kadar gereklidir. Çünkü dil, bir kültürün ruhudur.
Benzer şekilde evrensellik iddiası taşıyan ve dil, kültür gibi detayları gözden kaçırmayan usta yönetmenlerin eserlerine de bakmakta fayda var. Örneğin; Alfonso Cuarón, Roma (2018) filminde Meksika'nın yerel dili olan Mixtekceyi kullanarak karakterler arasındaki güç dinamiklerini ve sınıfsal farklılıkları derinleştirir. Filme yerel dilin dahil edilmesi, hikâyeye doğal bir dokunuş ve duygusal yoğunluk kazandırır. Roma filminde Cleo'nun Mixtek dilindeki sessiz duaları, karakterin kültürel köklerini ve bireysel mücadelelerini daha derin hissettirir. Bir başka örnek verecek olursak, The Farewell (2019): Lulu Wang'ın yönettiği film, Amerikan ve Çin kültürleri arasındaki çatışmayı işlerken yönetmen yarattığı atmosferi,
Mandarin dilini kullanarak daha sahici hale getirir. Bu iki filmde de açıkça görülüyor ki dil, hikâyenin hem kişisel hem de kültürel boyutlarını zenginleştirir.
Sıradanlığın içindeki sessizlik
Kullanılan mekânların güçlü bir atmosfer sunduğunu inkâr edemeyiz. Yönetmenin kullanılan mekânlarla güçlü ve samimi bir ilişki içinde olduğu yani yerel kültüre aşina olduğu birçok sahnede hissediliyor. Nahif bir anlatım seçerek de yerele olan saygısını da açıkça ifade ediyor. Bu sebeple de film genel izleyiciden onayı alıyor. Ancak filmin ruhunu tamamlayan dillerin eksikliğini iyi sinema izleyicisi mutlaka fark edecektir.
Filmin İstanbul prömiyerinde, seyirciler arasında filmde neden Kürtçe ve Zazaca yok şeklinde rahatsızlığını dile getiren birkaç seyircinin itirazları da maalesef genel izleyicinin alkışları ile bastırılarak görünmez hale getirildi. Burada kültürel bir hegemonya söz konusu. Antonio Gramsci’nin "kültürel hegemonya" kavramı ile bu ve benzeri durumlar için dediği gibi: “Egemen sınıflar, kendi değerlerini ve dünya görüşlerini toplumun genel kabul gören normları haline getirir.’’
Hemme'nin Öldüğü Günlerden Biri filminde mekânda yaşayan dillerin eksikliği, anlatının evrensel bir hegemonyaya teslim olduğunu düşündürtüyor. Bu anlamda: "Bir hikâye, dilin ve kültürün sesini baskın bir kültürün hegemonyası altına alıp susturduğunda, hâlâ tam anlamıyla yaşanabilir bir gerçeklik sunabilir mi?"
Sessizliği anlamak ve doldurmak
Usta yönetmenlerin filmografilerine baktığımız zaman, her filmde bir öncekine göre detaylara daha çok dikkat ettiklerine şahit oluyoruz. Bazen kültürel, bazen insan psikolojisine dair küçük bir detay filmin anlatmak istediğini çok daha anlaşılır hale getirebiliyor. Film yapan biri için yerel dil kullanımı, sadece atmosferi inandırıcı kılmakla kalmaz aynı zamanda karakterlerin iç dünyalarını ve toplulukla ilişkilerini derinleştirir. Dilin eksikliği, yönetmenin mekânı iyi tanımadığını veya egemen kültürün gördüğü şekilde mekânı okuduğunu işaret eder.
Bu da anlatının yer yer yüzeysel kalmasına sebep olabiliyor. Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri hikâyesinde olduğu gibi yerel dillerin eksikliği, anlatının duygusal ve kültürel yoğunluğunu sınırlıyor. Daha doğal bir anlatı için, yerel diller ve kültürel detayların daha belirgin şekilde anlatıya dahil edilmesi, hikâyeyi yüzeysellikten kurtarabilirdi. Yönetmenin bu tercihi, evrensel ile yerel arasında bir denge kurmanın zorluğunu bir kez daha hatırlatıyor. Dikkatli sinema izleyicisi filmi izlediği zaman, Xalo’nun karpuzu ile sokakta yalnız kaldığı sahnenin neden karikatürize olduğunu muhakkak anlayacaktır.
Sonuç olarak; kültürel kimliklerin, dillerin anlatıdaki eksikliği bir hikâyenin hem evrensel hem de özgün olma iddiasını olumsuz etkiler mi? Hemme'nin Öldüğü Günlerden Biri, bu bağlamda bir fırsatı kaçırmış olabilir mi?
Kaynaklar:
Roma (2018), Alfonso Cuarón
The Farewell (2019), Lulu Wang
Kültürel Sermaye Teorisi, Pierre Bourdieu (The Forms of Capital (1986), Sermaye Çeşitleri)
Kültürel Hegemonya, Antonio Gramsci (Hapishane Defterleri, Quaderni Del Carcere)
(SÇ/TY)