Sıradan varoluşun ağırlığı: Ayşegül Savaş'ın Antropologlar kitabı

Yıllar önce New York'ta bir modern sanat müzesinde bir sergide kum yığınına rastladım. Aklımdan geçen ilk şey müzenin o kısmının inşaat halinde olduğuydu.
Daha sonra kum yığınının sergilenen bir sanat eseri olduğunu fark ettiğimde gülmekten kendimi alamadım. Sonra düşünmeye başladım- ve 25 yıl sonra hala düşünüyorum. Bu basit kum yığını ne anlama geliyor? “Şair burada bize ne anlatmaya çalışıyor?”
Bazen sanatın amacı tam da budur: Görünüşte sıradan bir kum yığını olmak. Sanat her zaman sınırlarla tanımlanamaz, bir çerçeveye sığmaz. Çoğu zaman biçimden çok düşünceye seslenir. Belki de sanatçı, bizleri durmaya, yavaşlamaya ve gözden kaçırdığımız şeyleri önemsiz bulup geçtiğimiz şeyleri gerçekten görmeye davet ediyordu. O sanat eserine kim bilir ne anlamlar yüklendi… Ama şimdi, yıllar sonra düşündüğümde, kumu zaman ve hafıza gibi akıp giden bir hayatın metaforu olarak görüyorum. Ya da henüz inşa edilmemiş bir yuva.
Ayşegül Savaş'ın, henüz Türkçeye çevrilmemiş olan üçüncü romanı, Antropologlar'ı okurken aklıma o kadar sade, görünüşte vasat ama bir o kadar da sıra dışı o kum yığını geldi. Tıpkı bu sanat eserinin sanatın ne olduğuna dair algımıza meydan okuması gibi, Antropologlar da bir romanın nasıl olması gerektiğine dair beklentilerimizi bozuyor. Basit bir kum yığınında olduğu gibi, bu roman da ilk bakışta 'sıradan' veya 'önemsiz' görünebilir. Yazar, geleneksel roman unsurlarından saparak, okuyucunun hikâye akışına tutunmasını zaman zaman zorlaştırıyor. Ortada belli bir çatışma, dramatik bir gerilim ya da doruk noktası yok ve çatışmanın kendisi olmadığı için çözüme dayalı bir son da yok. Ancak romana gücünü veren de bu sadelik ve muğlaklıktır bence. Muhtemelen pek çok okuyucu için kitabın çekiciliği burada yatıyor.
Romanın kahramanları Asya ve Manu, üniversiteden yeni mezun olmuş, ortak dilleri veya vatanları olmayan genç evli bir çifttir. İsimsiz yabancı bir şehirde (muhtemelen Avrupa'da bir yerde), hem fiziksel hem de mecazi anlamda kendilerine bir ev ararlar. Roman, kısa, başlıklı bölümler halinde film şeritleri gibi yapılandırılmış ve bu bölümler aracılığıyla, Asya ve Manu'nun göçmen olarak hayatlarını nasıl sorguladıklarına, yeni arkadaşlarıyla günlük etkileşimlerine, farklı nesillerden aile ve komşularla Zoom görüşmeleri yaptıklarına tanık oluyoruz. Romandaki çiftin günlük yaşamını hem belgesel film yapımcısı hem de antropolog olan Asya’nın birinci tekil şahıs merceğiyle takip ediyoruz. Bu kadar özlü, içe dönük ve karakter odaklı bir öykü yazmak zor; ancak Ayşegül Savaş bunu şaşırtıcı bir samimiyet ve yalın bir dille başarıyor.
Kitap, Kanada’daki okur çevremde farklı görüşler uyandırdı. Kimisi, “aksiyon ve çatışma eksikliği” nedeniyle romanı fazla sakin ve durağan buldu. Ama, ben dahil pek çok kişi hikâyede üzerine konuşacak, düşünecek çok şey bulduk. Çiftin günlük yaşamındaki kısa bolümler o kadar ince detaylar ve üstü kapalı cümlelerle tasvir edilmiş ki, duygusal derinlikleri ve karmaşıklıkları ancak kitabı ikinci kez okuduktan sonra fark edebildim. Örneğin, Asya'nın ve Manu'nun öğrenci hayatlarından yerleşik-yetişkinliğe geçişi, büyük dönüm noktalarıyla değil, banka/ipotek randevuları için özenle kıyafet seçmek veya “ayıp olmasın” diye bir davete gitmek gibi ilk bakışta önemsiz görünen küçük nüanslarla anlatılmış. Romanın bir başka güçlü tarafı da anlatı boyunca özenle ama yine incelikle örülmüş ev metaforunun kullanılması. Hikâyenin geçtiği şehrin isimsiz olması, ev kavramının belirli bir coğrafi bölgeden çok, aidiyet ve duygusal bağlarla ilgili olduğunu vurgulamak için miydi? Orası tartışmaya açık.
Kitabı çok sevdim; okurken, bir Avrupa şehrinde geçirdiğim gençlik yıllarımı özlemle anmadan geçemedim. Hikâyedeki karakterlerle aramda sessiz ve derin bir bağ kuruldu sanki. Özellikle o sabah kahveleri, bardaki buluşmalar, yaşlanmış, gösterişli komsu teyzeler… hep sıcak ve tanıdık geldi.
Ayşegül Savaş’ın, kendine özgü sade ve şiirsel bir dili var. Bunu yazarın diğer kitaplarında da gözlemledim. Sıradan gibi görünen anların içinde saklı olan derinliği ortaya çıkarması büyük bir ustalık. Yine de geleneksel bir roman çizgisine alışkın olan genel okuyucular bu kitabi fazla yavaş ve hatta yorucu bulabilir. Minimalist hikâye anlatımı, minimalist görsel sanatlar gibi, insandan fazladan şeyler talep eder: sabır, dikkat ve düşünme ve gözlem. Tıpkı romandaki anneannenin Asya'dan daha büyük şeyler beklediği gibi okuyucular da bu romandan daha fazlasını bekleyebilir. Nitekim anneannesi Asya'ya, "Biz sana kocaman bir kıtanın (Asya) adını verdik. Ama sen küçük bir parkın belgeselini çekiyorsun,” der.
Savaş'ın hayat hikayesini okuduğumuzda bu romanın otobiyografik doğasını daha iyi görebiliriz. İstanbul'da doğan Ayşegül Savaş, diplomat bir ailenin çocuğu olarak Adana, Ankara, Londra ve Kopenhag'da yaşadı. Amerika Birleşik Devletleri'nde antropoloji ve sosyoloji okudu. San Francisco'da yazarlık alanında yüksek lisansını tamamladıktan sonra 2012 yılında Letonyalı eşiyle birlikte Paris'e taşındı. Hikâyede tasvir edilen şehir de yazarın yaşadığı Paris'e çok benziyor.
Barack Obama’nın her yıl “en çok sevdiğim kitaplar” listesi vardır ve Obama, Ayşegül Savaş'ın bu kitabini 2024 yılında bu listeye eklemiş. Savaş'ın diğer iki kitabından dolayı zaten güçlü bir yazar olduğunu düşünüyorum ancak bu listeye dahil edilmesi onu daha önde gelen bir yazar haline getirdi ve kitabı dünya çapında daha geniş bir okuyucu kitlesiyle tanıştırdı.
Bu romanın günlük sıradanlığı sizde yankı uyandırmasa bile, Savaş'ın zarif, basit ama güçlü dili için kitabı yine de takdir edeceğinize inanıyorum. Belki de bir zamanlar, zor kararlar, ağır sorumluluklar ve katı, yoğun bir takvim altında ezilen Obama’nın bu kitapta bulduğu şey belki de basit bir hayatin sükûnetiydi. Savaş’ın Antropologlar ’da sıradan varoluşun ince derinliğini ve gizli ağırlığını ustalıkla ve hassasiyetle yakaladığına inanıyorum.
(AS/HA)