Kanada’nın en batısında, dalgaların karaya sürüklediği römorkörlerin kıskacından kaçmış kereste süprüntüleriyle dolu, gelgitle daha da genişlemiş Jericho Plajı’ndayım. Hiç tereddüt etmeden suya atlıyorum ve deniz yosunu kümesinin içinden aşağı doğru dalıyorum. Uzun süre yüzeye çıkmayı reddediyorum. Bu, her yıl burada yılın ilk günü yapılan kutup ayısı yüzme ritüeli değil. Şubat ayının soğukluğunda vücudumu hipotermi ile kırbaçlayan tek kişi benim.
Buzlu bir dalga yüzüme çarparken, Pasifik’in uçsuz bucaksız genişliğine ve kömür rengi ince bir yağmurla sırılsıklam olmuş kuzey dağlarına bakıyorum. Dünyanın en büyük okyanusunda kendimi hapsedilmiş hissediyorum. Anneme buradan yardım edemem.
6 Şubat 2023’te Hatay’da meydana gelen deprem ailemin sekiz üyesini aldı ve geri kalanını yerinden yurdundan etti. İki yıl olacak ama bu trajedi seli varlığımı hala altüst etmeye devam ediyor. Bir zamanlar Roma İmparatorluğu’na bağlı Suriye eyaletinin başkenti olan, kadim şehir Antakya ve yakınındaki ilçeler, doğum yerim yok oldu. Deprem, mahallem ve evimizin yanı sıra, beni ben yapan şeyin en somut kanıtını, çocukluğum boyunca gittiğim kavurucu sıcak yazlardan uzak, serin taş duvarlı halk kütüphanesini de silmiş, götürmüş.
Son iki yılın tahribatını anlamaya çalışıyorum. Zaman geçmiş. Nasıl? Hatırlamıyorum. Acı, inatçı ve ağır taşlarıyla içime çöküp yerleşmiş. Onu silkelemek hiç kolay değil. Çoğu zaman, maskeyle yaşıyorum; bir maske ve cephe arkasında işe gidiyorum. İş yerinde zorlanmıyorum. Ben bir öğretmenim. Başkalarının hizmetinde olmak, bana hep mutluluk vermiştir zaten ama bu sefer daha anlamlı. Benden daha kötü durumda olan çocuklara ve ailelere yardım etmek, acımı unutturuyor. Bazı çocukların gözlerinde derin bir üzüntü görüyorum. Tek ağlayan, tek yaralı ben değilim. Onlara sevildiklerini, hissettirmeye çalışıyorum. Ana müfredatım bu.
Okuldan sonra, günlerimi otomatik pilotla geçiriyorum. Cesaret adeta üstümde bir kostüm gibi, her gün giymem lazım. Çamaşır yıkıyorum, yemek yapıyorum ve hatta ütü bile yapıyorum. Tüm bunları yaparken, kaybettiğim daha çok arkadaşım olan yengemi düşünüyorum. Pek çok güzel meziyetinin yanı sıra, kusursuz bir ev kadınıydı. Şimdi ev işi yaparken hep onun sesini duyar gibi oluyorum. ‘Bunu böyle yap, sarmayı ince sar.’ Talimatları, öğütleri öyle tatlı, öyle yapıcıydı ki, görümcesinin yaptığı işi beğenmeyen bir yengenin eleştirilerinden çok, kişisel gelişim seansları gibi gelirdi. Şimdi düşünüyorum da, bir dirhem pisliğe tahammülü olmayan sevgili arkadaşım; eğer depremden sağ kurtulsaydın, kesin tozları ve enkazı ilk sen kaldırır, temizliğe de herkesten önce başlardın.
Memleketimdeki molozlar gibi, öfke, korku ve suçluluk duyguları bedenimde hala mevcut, temizlenmeyi bekliyor. Nefes alışlarım gittikçe sığlaştığında ve göğsümün patlayacağını hissettiğimde doktoruma göründüm. Doktorum, “Korkacak bir şey yok,” diyor. “Kalp kırıklığını, kalp kriziyle karıştırıyorsun.”
Dışarıdan bakıldığında, ailemin durumu okyanusta sadece küçük bir damla. Annem büyük depremden sağ kurtuldu. Türkiye’de depremden zarar görmemiş, deniz suyunun daha sıcak olduğu bir kıyı kentinde, kırılmış ve terk edilmiş bir halde, yakınında sevdiklerinin olmadığı bir huzurevinde kalıyor. Güçsüz ve mülksüz, neredeyse bir futbol takımına yetecek kadar çocuk doğurmuş olmasına rağmen yapayalnız.
Büyürken, annemle çok fazla konuşmazdık. Bu, tipik bir anne-kız çekişmesinden dolayı değildi. Ortak bir dilimiz yoktu. ‘Anadili’ terimi bana çok ironik gelir. Benim bir anadilim yoktu. Anadili olmayan insan azdır, ama ben öyleydim. Anadilim Arapça mıydı, Türkçe miydi, bilemiyorum. Bir tek bildiğim şey, beni büyüten annemin dilini anlamakta zorlanıyordum. Annemin dili Arapçaydı. Türkçeyi öğrenemedi. O kadar işinin gücünün arasında zaten benimle konuşma sırası gelmezdi. Ben üniversiteye gidene kadar konuşurken birbirimizi çileden çıkarırdık. Bana Arapça talimatlar verirdi ve ben anlamazdım. Onunla Türkçe konuşmaya çalışırdım. O anlamazdı.
Çok küçük iken annemin hep öleceğinden korkardım. Üç veya dört yaşlarındayken, bir gece panikle uyandım, annemin yatağına gittim ve o uyurken gözlerini zorla açmaya çalıştım. Hayatta olduğundan emin olmak zorundaydım. Çok çalışmaktan bitkin düşmüş ve uykusuz kalmış bir halde beni iteledi. Hayatta olduğunu görünce rahatladım, yanına kıvrıldım. Yüzümü boynuna soktum, nasırlı ellerini tuttum ve terden sırılsıklam olmuş vücudunu kokladım. Nefesinin yatıştırıcı uğultusuyla nihayet tatlı bir uykuya dalmıştım. Uyanıkken de koklardım onu, özellikle de saçlarını elleriyle yaptığı defne ve zeytinyağı sabunuyla yıkadığında çok güzel kokardı. Bazen, çocuklarına sevgi dağıtmak için zaman bulduğunda, “Gel, küçük kuzum, kokunu içime çekmeme izin ver” derdi. Koku bizim ortak dilimizdi.
Haberleri takip edemeyen, sosyal medyadan uzak birisi için çocuklarının ölümünü inkâr etmek kolay bir şeydi. Felaketten sekiz küsur ay sonra bile kabul etmekte direniyordu. Yürümeyi tamamen bıraktı.
Onu huzurevinde aradığımda, sesimin Kanada’yı, Atlantik’i ve Avrupa’yı geçerek Türkiye’ye ve Antalya’ya kadar nasıl seyahat ettiğini hayal ediyorum. Aynı rutin sözleri tekrar tekrar söylüyoruz birbirimize. Bu sabah onu arayıp “Nasılsın?” diye sorduğumda, bana değişik bir şey söyledi. İki bozuk lisanıyla, gururunun, atların tepinmesi gibi, nasıl ayaklar altına alınıp çiğnendiğini anlatmaya çalıştı. Yabancı insanlar, dilinden anlamayan bakıcılar, bedeninin her yerini görmekte, ona dokunmakta ve bezini değiştirmekteydiler.
Annem bir şekilde genç yaşta bir evliliğin tuzağına düşerek sayısız çocuğa bakma yükü altında kalmış. En büyük pişmanlığım ona Türkçe öğretmemiş ve iletişimimizdeki boşluğu doldurmak adına hiçbir çaba sarf etmemiş olmaktı. Ben, bir dil öğretmeni olarak, eksik kalmış bu hikâyenin bir parçasıyım. Ne komik ki, şimdi Ukraynalı, Suriyeli, Çinli ve diğer birçok çocuğa dil öğrenimi konusunda yardımcı oluyorum ve ebeveynlerine anadilini korumanın önemi konusunda tavsiyelerde bulunuyorum.
1997’de Vancouver’a ilk geldiğimde bir Tunus filmi izlemiştim. Filmde beni ağlatan bir şarkı vardı. Şarkı, ifade edemediğim melankolik bir anıyı çağrıştırdı. Filmi birkaç kez daha izlemeye gittim ve kelimeleri hatırlamaya çalıştım. Ama Arapçam, “anadilim” sınırlıydı. Sadece birkaç kelimeyi deşifre edebildim. Şarkının sözlerini ve melodisini -depremde hayatını kaybeden -en büyük abim Rafi’ye uzun mesafeli bir telefon görüşmesinde elimden geldiğince tekrarladım. O da benden duyunca çok duygulanmıştı. Şarkının, babaannem oğlunu kaybettiğinde yıllarca her gün söylediği Arapça bir ağıt olduğunu söyledi. “Üç ya da dört yaşındaydın. Şarkı senin içinde bir yerlerde gömülü demek ki.”
Depremden sonra memleketi, annemi pek çok kez ziyaret ettim. 2023’ün Mart ve Nisan aylarında, arka bahçelerde limon ve portakal ağaç meyvelerinin ortalığa saçıldığını, enkaz yığınlarının yanında çürümeye terk edildiğini gördüm. Sığırlar, koyunlar ve köpekler sahipsiz, kayıp bir şekilde ortalıkta dolanıyorlardı. Kıyametin tipik belirtileri!
2023 yazında, tekrar gittiğimde, o terkedilmiş bahçelerde yeşilliğin yeniden yeşermiş olması beni şaşırttı; morsalkım, yasemin ve begonviller, molozların altından ve etrafından sürünen güçlü köklerle kesintisiz bir şekilde hayata devam ediyorlardı. Acaba bitkilerin aksine, tamamen kökünü kaybetmiş annem, bu tabiatın inadını görünce yaşamaya daha büyük bir kuvvetle sarılır mı? Ama isteği dışında huzurevine götürüldü ve morsalkım, yasemin ve begonvil yerine şimdi diğer yaşlı kadınlarla dört duvarla karşı karşıya.
Bitkilerin iyileşmesi daha kolay herhalde. Toprağa, güneşe ve suya ihtiyaçları var, ancak insanın ayakta kalabilmesi için sadece fiziksel ihtiyaçlar yetmiyor.
Bu trajedi yörüngesi boyunca, tek başına, sessizce yas tutan bir kişi olmadığımı üzüntüyle keşfettim. Normalde yalnız olmaktan büyük bir haz alan bir kişi olarak bu beni çok şaşırttı. Tek başıma olmak istemedim. Arkadaşlarımdan sürekli sevgi ve dayanışma bekledim, daha doğrusu beklemişim. İlk üç ayı hatırlamıyorum. Belki de fazla istemişim ki duygusal enkazımın ortasında, Vancouver’daki en yakın iki arkadaşım beni tamamen, hem de depremden sadece üç ay sonra terk ettiler. Mayıs ayında başlayan yas ve üzüntüm onlar için mayınlı bölgeydi. Beni teselli edemediler veya etmek istemediler, elimi tutamadılar. Ama onlar benden uzaklaştıkça onları daha çok kovaladım. Görünürdeki umursamazlıkları beni daha derin bir depresyona sürükledi. Onlarla birçok ortak dilim vardı, bu yüzden iletişimsizlik için hiçbir mazeret yoktu. Bana destek olmak için can atan diğer arkadaşlarla olmak yerine, reddedilmenin, terk edilmenin peşine düşmüştüm. Onlardan sadakat talep ettim. Hesap vermelerini istedim. Neden simdi? Bir işmiş gibi arkadaşlığın tarifini, tanımını yazdım, içimden, defalarca. “İyi günde kötü günde” diye haykırmak ve hatırlatmak istedim.
Arapçada ‘sahip’ kelimesi hem sahip olmak hem de arkadaş anlamına gelir. Telefonda, “Bana sahip olun” dedim. Bir insan sahiplenilecekse eğer bu zaman o zamandı. “Benimle olun, beni bırakmayın” diye haykırdığımda her şey daha da kötüleşti. Diğer dilim olan Türkçedeki ‘arkadaş’ kelimesindeki arka, sırt anlamında ve -daş eki ile birleştiğinde ‘arkadaş’ kelimesi tam olarak aslında ‘arkanı kollayan kişi’ anlamına geliyor. İşin garibi, bu iki arkadaşım beni terk ettikten hemen sonra, depremzedeler için günlerce ağır kaldırma gerektiren bir bağış toplama etkinliğinde sırtımı incittim. Bu bağış fikri o arkadaşlardan çıkmıştı ama beni yarı yolda bırakmışlardı. Aylarca beni yatalak yapan ciddi bir bel fıtığı teşhisi kondu. ‘Arkadaş’ kelimesindeki arka (sırt) kesinlikle yaralanmıştı. Vücudum bana çok büyük bir metaforla, yüksek sesle ve net bir şekilde artık o desteğin orada olmadığını söylüyordu.
Bu ani ihanetler için açıklamalar gelmeyince aylarca düşündüm. Neden terk edildiğimi asla öğrenemedim, ama beş yaşındayken yaşadığım ve önemsiz olduğunu sandığım bir anım belki de her şeyi anlatıyordu.
“Haftaya seni almak için geri geleceğim,” demişti annem. Bir yaz, beni beş yaşındayken Arsuz’da büyükannemle bıraktıktan sonra söylemişti bunu. Yetmişli yıllarda, köy çocukları ailelerinin yanında çalışırdı, ama ben çalışamayan “narin bir şehir çocuğuydum” ve bütün çocuklar bahçe ve tarlalarda ebeveynleri ile beraberken, ben oyuncaksız ve arkadaşsız tek başıma bırakılmıştım. Gün boyunca büyükannem, büyükbabam ve halalarımın eve gelmesini bekledim. Annem o yaz sözünü tutmadı. Beni almaya gelmedi. Bakması gereken pek çok çocuğu daha vardı. Bunu şimdi anlıyorum, ama o beş yaşındaki çocukta başlayan terkedilme korkusu beni 50 küsur yaşıma kadar takip etmiş olmalı. Annemin benim için gelmesini beklediğim gibi, o iki arkadaşımı da ıstırapla bekledim. Hücrelerimde kodlanmış olan travma yeniden su yüzüne çıktı. Beş yaşındaki bir çocuğun çaresizliği ve bağımlılığı geri geldi. Çok çirkindi.
Aylarca kendimi paspas gibi hissedip, boş umutlarla boğuştuktan sonra, sonunda o iki arkadaştan vazgeçtim ve telefonumdaki ilk aranacakları yeniden düzenledim.
Herkes depremde kaybettiğim kardeşlerim, yeğenlerim ile güzel anılarım olduğunu ve bunlara tutunmamı söylüyor. Deniz kenarındaki evlerimizde yaşanan o altın günleri; demlenen çay eşliğinde tembel kahvaltıları, direkt kumsaldan gelip ıslak mayolarıyla içeri sızan komşuları, günaydınları ve nasılsınları, herkesin şekerlemeye çekildiği o öğleden sonralarını, bahçelerdeki yasemin kokularını ve hiç bitmeyen aksam sofraların etrafındaki bütün dillerimizle söylediğimiz şarkıları düşündükçe içim acıyor. Şimdiye kadar, hatalı yapıların sütunların altında yok olan aile üyelerimin yasarken nasıl da benim büyük ailemi bir arada tutan destekleyici sütunlar olduklarını düşündüm. Onlarla beraber aile de dağıldı.
Rüyalarımda abimle, yengemle, damadımızla, yeğenlerimle konuşuyorum. Yazlık evimizin yanındaki kumlu bir tepenin üzerinde duruyorlar. “Hadi gelin” diyorum onlara, benimle denize doğru koşmalarını söylüyorum. Bana, “Sen bizi bekleme” diyorlar. “Biz seninle farklı bir saat dilimindeyiz. Bizsiz git ve yüz!” Yengem rüyalarımda bile bana öğütler verip kişisel gelişimime destek oluyor.
Soğuktan dişlerim gıcırdıyor. Okyanustan çıkıyorum. Kendimi kocaman polar bir battaniyeye sarıp yeni ölmüş birine adanmış ahşap bir bankta oturuyorum. Ahşap bank bir kızdan annesine ithaf edilmiş.
(NS/VC)