Konsolosluk.
Ajan.
Gözaltı.
Vize.
Vize engeli.
Dışişleri bakanlığı sözcüsü...
Vize.
Sınır.
Engel.
Sınır.
Afedersiniz Court Square son durak mı?
Rusça mı konuşuyorsun?
Hayır. Siz Rus musunuz?
Hayır değilim.
İngilizce konuşabiliyor musunuz?
Evet.
E ben de konuşuyorum. Duyduğunuz gibi.
Nerelisin sen?..
İstanbul.
Ben Ermeniyim...
...
Zaman ve mekan üzerine okuduğum geceyi, sabah erken uyanmam gerektiği için, uyumayarak bir sonraki güne bağlamayı tercih ettim. New York'taki ilk haftamı geride bırakırken, zamanın nasıl farklı aktığını da anladım burada. Bir haftanın bir ay gibi geçtiğini anladım. Her şey yeni olduğu için mi yoksa bir yandan Türkiye saatiyle de yaşadığım için mi henüz emin değilim. Zaman ve mekan teorik olarak sürekli aklımdayken; metroda tam karşımda oturuyor, sokakta yanımdan geçiyor, gülümsüyor, teşekkür ediyor, yol veriyor, yolumu kesiyor zaman ve mekan.
Haftasonu sabah sokaklar boş metrolar dolu. İşçiler işlerine gidiyor. Kartlarını okutuyor, kulaklıklarındaki müziğin olduğu yere doğru ilerliyorlar. Hepsinin hayalinin son durakları farklı, aynı durakta ayakları iniyor trenden.
Metroun haftasonu rötarlarına takılıyor ve otobüsle yoluma devam etmek zorunda kalıyorum. Bindiğim otobüste soruyorum "Afedersiniz Court Square son durak mı?" Hemen önde oturan hanım ses ediyor "Rusça mı konuşuyorsun?". Rusça konuşuyormuşum gibi mi duyuluyor aksanım, diye düşünüyorum. "Hayır. Siz Rus musunuz?" diyorum. Herhalde kayboldu bir şey soracak hanım, diyorum içimden. İkimizin de İngilizce konuştuğuna, bunu İngilizce söyleyerek vakıf olunca bana "Nerelisin sen?" diyor. Yahu bir son durak sordum alt tarafı nereliysem nereliyim, diyorum içimden. İstanbul, diyorum dışımdan. Duruyor. Zaman duruyor. Karşımdaki kadının gözleri duruyor. Öylece duruyor herşey. "Ben Ermeniyim" diyor kadın. Gözleriyle okşayarak beni. Yerevan'da yaşıyordum, diyor. Gözlerimin içine bakıyor gözleri. Buraya gelmeden önce Feriköy'de oturduğumu, söylüyorum ben de. Anlatmamı, daha çok anlatmamı istiyor. Az önce İstanbul'dan Ermeni bir arkadaşımla mesajlaşıyordum diyorum, selamlarımı söyle diyor. Annemi, babamı, nereli olduğumu, ne zamandır burada olduğumu, keyfimin yerinde olup olmadığını, evimin rahat olup olmadığını, yemeklere alışıp alışamadığımı soruyor. Üstümdeki hırkayı ince buluyor, üşürmüşüm onunla. Karşımdaki kadın için artık "hanım" hitabı çok resmi kalıyor, karşımdaki "yaya", Court Square otobüsünü, Kurtuluş Son durak otobüsüne çeviriyor. Bir an için çantasından sarmalar, dolmalar çıkaracak da ağzıma tıkacak diye korkuyorum. Ermenistan'a gittiğimi söylüyorum, elini elime götürüyor. "Çok güzel. Çok. Beğendin mi?" diyor. Ağzı öyle diyor, gözleri saçlarımı okşarken. Şimdi hatırlamadığım bir durakta duruyor otobüs. Toprağını görmüş bir derinlikle bakarken bir anda zamanımıza dönüyor yaya. Telaşla kapıya doğru meyl ediyor, sonra ani bir hareketle dönüp boynuma sarılıyor sımsıkı sarılıyor. Sımsıkı sarılıyoruz. "Görüşelim mutlaka" diyor. Nasıl görüşeceğiz hiç bir fikrim yok. Ama otobüsten inerken "Yemek ye mutlaka" diye de uyarısını yapıyor. Bütün otobüsün gözleri benim üzerimde. Benim otobüse bindiğim andan beri diyaloğun giriş, gelişme, sonuç bölümlerine şahit olanlar tabii biraz Amerikalı kalıyorlar, bu tuhaf hızda ilerleyen samimiyetin karşısında.Yaya otobüsten inip şaşkın şaşkın nerede olduğunu anlamaya çalışırken, gözü bana takılıyor yine. El sallıyor torununu geçirir gibi. Ve ben hareket eden otobüste devam ediyorum yoluma…
Aynı gün ABD vizesi haberleriyle doluyor kulaklarımız. Türkiye'den mesajlar yağıyor telefonuma. Buradaki herkes biraz gergin. Karşılıklı vize engeli iki ülke arasında. İki devlet. Sınırları içine sokmayacaklarmış birbirlerinin vatandaşlarını. Sınırları ile belirledikleri “toprağın parçasına engel koymuşlar”. Ben o otobüste bir sınır göremedim. Ne açılmayan Türkiye Ermenistan sınırını ne de şu an için Türkiye vatandaşlarına yeni vize başvuruları için kapalı olan ABD sınırını göremedim ben o otobüste. Sevgiyi gördüm. Sarılmanın her daim şükrettiğim sıcaklığını gördüm. İnsanı insan yapanın sevmek olduğunu. Devletlerin geçici, doğanın kalıcı olduğunu gördüm. Bu gezegende zamanın mekan üzerindeki etkilerinden birinin de kültür olduğunu yine yeniden gördüm. Hangi devlet hangi sistem bir kara çalsa da alnımıza bizlerin onlardan gayrı bir boyutta buluşabildiğimizi yeniden gördüm.
Konsolosluk gibi gri, ajan gibi keskin, gözaltı gibi soğuk, vize gibi mesafeli, dışişleri bakanlığı sözcüsü gibi kafa karıştırıcı, engel gibi pragmatist, sınır gibi saçma olmasındansa; sevgi gibi basit, doğa gibi dengeli, sarılmak gibi huzurlu olabilecekken; olmaması gereken kelimelerle mahrum edilişlerimizi de gördüm o otobüste. Ve her fırsatta filizlenişlerimizi.
Zamanın ve mekanın ötesinde bir boyut var. Adı: Sevgi. Devletlerini sınırlarıyla çok belirginleştiriyorlar; sınırlarını duvarlarıyla. Sevginin sınırı yok. Sevginin duvarları yok. Vizesi, konsolosluğu yok. Zamanı ve mekanını belirginleştirmeye ihtiyacı yok. Bu yüzden biz hep varız ve var olacağız. (DŞ/AS)