Dünyanın her köşesinden gelen haberlerin yaydığı vahşet duygusu acaba söz söylemek, analiz etmek anlamsız mı sorusunu ister istemez sorduruyor.
Tabii, küresel düzeyde, toplu bir intiharın eşiğindeyken herşey saçma geliyor. Hele detayları anlamak için düşünmek...Oysa bizi intihardan kurtaracak olan şey düşünmek. Duyguları yöneten iktidarlardan sıyrılıp gitmek için. Dehşetin ötesine geçmek için.
Rakel Dink’in davetiydi bu. Hem de dehşetin içine en çok düğümlendiği bir zamanda. Hrant’ımızın katilleri ekranlarda “Akıllı ol!” diye bizi tehdit ederken.
Rakel duyguları kışkırtıp yönetmek isteyenlere yüz çevirip bizi “bir bebekten katil üreten karanlıkları” sorgulamaya, yani düşüncenin, analizin aydınlığına çağırdı. Bu aydınlığa hele şimdi çok ihtiyacımız var. Bu nedenle, yıllar önce yaptığım çalışmayı güncelleyerek ateşi biraz daha büyütmek istiyorum.
Yıl 2007. Hrant katledildikten birkaç gün sonra, çakmağı çaktım. Feminist teorilerle yenilenmiş sosyal bilimler çakmağını. Bunu yaptım, çünkü siyasal şiddetin ekonomik ve politik çıkarlarla ilgili nedenlerini görmek, bunların nasıl mümkün olduğunu, toplumları ne biçimde hareket geçirdiğini, hangi mekanizmalarla meşrulaştırıldığını anlamaya yetmiyordu.
Feminist perspektif sayesinde biliyordum ki, tahakküm sistemleri arasındaki içkinliği hesaba katmadan, örneğin cinsiyetçiliği düşünmeden siyasal şiddeti analiz etmeye çalışmak, onun işleyiş mekanizmasının üstünü kapamak anlamına gelir.
Savaşın ve militarizmin kökenlerini bütünlüklü anlamak için toplumsal cinsiyet boyutuna bakmamız gerektiğini gösteren feminist çalışmalar, militarizm, milliyetçilik ve erkekliğin farklı bağlamlardaki etkileşimini analiz ederek, silahlı grupların kendi aralarında petrol kaynakları için savaşırken, tecavüzü neden bir savaş aracı olarak kullandıklarını ya da onur, şeref gibi kavramların, cinsiyet göndermeleri etrafında, nasıl dolaşıma girdiğini, bir diğer ifadeyle normatif erkekliğin savaşın doğallaştırılma sürecindeki rolünü analiz etmemizi mümkün kıldılar.[1]
Ben de öyle yaptım ve önüme bir sürü soru dizildi. Erkek şiddeti, öncelikle kadınları, eşcinselleri, patriarkal ikiliğe uymayan cinsel kimlikleri hedef alsa da, şiddetin genel olarak toplumsal üretimine aktif olarak iştirak ediyor.
O halde, bir bebeğin katilleştirilme sürecinde toplumsal cinsiyet kurucu mekanizmaların rolü nedir? Şiddetin toplumsal üretimiyle erkek egemenlik arasındaki ilişki nedir?
Birbirleriyle bağlantılı olan bu sorular, çok boyutlu, çok faktörlü inşa süreçlerini aydınlatan cevaplara ihtiyaç duyuyordu. Ben de en güçlü eril sosyalleştirme mekanlarından birine girdim: Şiddetin ve hiyerarşinin en yoğunlaşmış toplumsal eğitim alanlarından biri olarak erkek sınıfının kuruluşunun anahtar mekanizması rolünü oynayan zorunlu askerlik araştırmama başladım.
Bu çalışmaya dayanan ve 2009’da Türkiye’yi terk etmeden kısa bir zaman önce yayınlanan Sürüne sürüne erkek olmak[2] kitabı, sosyal ve siyasal kurumların erkeklik kurgusunu nasıl şiddet üzerinden yeniden inşa ettiğini, dolayısıyla erkeklerin sosyal inşası ile ataerkilliğin / hiyerarşik toplumsal ilişkilerin yapısal üretimi arasındaki bağları sergiledi.
Siyasal iktidarlar, bedenlerin ekonomi politiği aracılığıyla kendi öznelerini üretiyorlar: Erkek yurttaş bedeni üniforma içinde şekilleniyor. Erkek özne, şiddetin örgütlü kuruluşunu öğrenerek, iktidarın rasyonelliğini ve hiyerarşinin çıkarlarını içselleştirerek, Büyük Erkekliğe, yani sistematik işleyen ölüm makinasına boyun eğerek, savaşçı erkeklik miti etrafında militarize ediliyor. Yani hizaya giriyor.
Hizaya şiddet eğitimiyle giriliyor. Ama sadece bu kadar değil. En önemli kural sürekli tekrarlanıyor: Güçlü güçsüzü ezer. Bu şiarla, yer kürenin her köşesindeki ordularda, keyfi ve kaba şiddet, sistematik bir şekilde, en alttakilere uygulanıyor.
Zaman geçtikçe, erkek “en alttan” kurtuluyor, yani konum değiştiriyor. Dolayısıyla şiddete uğrayan erkekler bunun belli bir zaman dilimiyle sınırlı olduğunu biliyorlar.
Hâkim cins sınıfına ait olmaya dair olan bu bilinç, araştırmamızdaki tanıklıklarda en çok şu sözle tekrarlanıyor: “Değer! Erkek olmak için değer…” Bu söylem, erkeklerin özneleşme bilincini açık olarak ifade ediyor. Tıpkı Hannah Arendt’in Eiclman için analiz ettiği gibi, bir aptallık durumuyla değil, konformizmle bağlantılı düşünce yokluğuyla karşı karşıyayız. Şiddet özneleri, yaptıklarının ne anlama geldiğini biliyorlar.
Sadece üzerine düşünmüyorlar. İktidar arzusu-iktidar aklı-erkek aklı bir nevi akıl tutulması yaratıyor. İktidara tutulma. Evet, erkek doğulmuyor, olmak için karşılığını ödemek, biraz acı çekmek gerekiyor. Ama karşılığı var bu acının. “Değer” yani…
Karşılığında, erkeklik kimliği, bir egemen konum olarak elde ediliyor. Bunu korumak ya da güçlendirmek adına özneleşiliyor.
Dünyanın her yerinde, benzer ya da farklı mekanizmalarla tahakküm eğitiminden geçen erkekler böyle özneleşiyor ve hiyerarşik sistemde konum aradıkları için öldürüyorlar.
Yani kör ve anlaşılmaz şiddetle değil, militarizmin içinde farklı rollere göre titizlikle örgütlenmiş sistematik bir örgü ile karşı karşıyayız.
Bu örgütlenme iktidar kurum ve mekanizmalarının yanında, egemen toplumsal gruplara ait olma bilincine sahip olan özneler tarafından gerçekleşiyor.
Bu özneler, dünyayı kanlı bir şekilde yeniden yapılandıran yeni liberalizm en sağlam ittifakları. Yani hegemonik erkeklik halâ yapısal şiddetin dayandığı temellerden biri olarak duruyor.
Evet, günümüzde, feminist hareketin tüm kazanımları karşısında, erkek şiddeti küresel ölçekte yeniden yeniden örgütleniyor.
Tabii bu kadar çok kontrol sisteminin gelişmesi aynı zamanda iktidar krizinin aynası. Çünkü birbirine içkinleşen, sosyal ağlarını genişleten özgürlükçü, feminist, ekolojist ve alternatif sosyal hareketler iktidar düzenini tehdit ediyor.
Feminist hareketlerin güçlenmesi karşısında erkek egemenliği daha görünmez ayrıcalıklar etrafında kristalleşiyor, erkek şiddeti kendini yeniliyor ve yeni araçları harekete geçiriyor.
Ayrıca, ekonomik, sosyal ve siyasi düzenler arasında bir denge sağlamak için şiddet, sadece cinsiyetler arasında değil, çeşitli hiyerarşik sosyal gruplar arasında da yeni güç mekanizmalarına dayalı olarak çoklu şekillerde yapılandırılıyor.
Dünyanın pek çok yerinde servetin yoğunlaşması, piyasaların serbestleşmesi, işletmelerin uluslararasılaşması ve şiddetin kontrolsüz örgütlenmesi, küresel ölçekte var olan eşitsizlikleri derinleştirerek, toplumsal hiyerarşinin en altında olanları sömürüye ve baskıya daha açık hale getiriyor.
Yeni muhafazakarlıkla iç içe gelişen liberal ekonomi, geleneksel iş bölümünü küresel olarak yeniden kurarken rafa kaldırılmış geleneksel semboller ortaya seriliyor, erkekler silahlanıyor, kadınlar hizmet işlerine sevk ediliyor, cinsel sömürü derinleşiyor.
Sermayenin tekelleştiği, sosyal devletin eridiği, şiddetin özelleşip paramiliterleştiği, toprakların, doğal ve toplumsal kaynakların irili ufaklı silahlı adamlar arasında sürekli savaşla yeniden paylaşıldığı bir dönemden geçiyoruz.
Askeri-eril kapatma mekanlarının yanında, Amazon gibi "Darwinci" şirketlerde ya da yoksulları disipline etmek için onlara bitmek bilmeyen prosedürler dayatan kamu idari merkezlerinde benzer hizalama teknikleri işliyor.
Bugün bireyleri disipline eden, rasyonelleştiren ve onları her zaman hapsetmeden farklı düzeylerde şiddetin öznesi haline getiren pek çok mekanizma var. Öldürenler, başını çevirenler, görmezden gelenler, şiddeti doğal olarak kabul edenler...
Foucault ve Deleuze tarafından analiz edilen disiplin ve kontrol mekanizmaları birbirini tamamlayarak, gücünü kademeli ve dağınık özelliğinden alan tahakküm rejimini yeniden üretiyorlar.
Geçmişten kalan katmerleşmiş kötülükleri aşabilecek miyiz derken, yenileri herşeyin üstünü dehşetle örtüyor. Hem de hızlandırılmış bir biçimde. Deli bir kanser misali hükmünü süren şiddetin yok etme gücü artık kontrol edilemez bir aşamada.
Toplu intiharın eşiğindeyiz. Artık geri dönüş imkansız.
Toplu intihardan çıkmak ve başka bir yola girmek çok zor. Yani imkansız değil. Sadece bilmeliyiz ki bu katmerli hastalık biraz bal ve limonla tedavi edilemez. Zor olan, karmaşık süreçleri anlamak ve çıkış yollarını buna göre aramak.
Çıkış yolu demiyorum, çıkış yolları diyorum. Bu yollardan biri, tek değil pek çok mercekten bakarak, kısacası gözlükleri çoğaltarak, farklı tahakküm analizlerinden akan toplumsal eleştirileri birleştirmek... Mesela savaşın toplumsal dayanaklarını görüp bunlara bir değil, bir sürü çomak sokmak.
Yani, feminizm olmadan asla.
(PS/EMK)
[1] Sadece bir kaç örnek vermek için : Andrée Michel, Féminisme et Anti Militarisme, Paris, İxe, 2012. Cynthia Enloe, Manevralar, İstanbul, İletişim, 2001. Cynthia Enloe, Muzlar, Plajlar ve Askeri üstler, İstanbul, Çitlembik, 2003. Cynthia Cockburn, Buradan Baktığımızda, İstanbul, Metis, 2009. Cynthia Cockburn, Mesafeyi Aşmak, İstanbul, İletişim, 2004. Nurseli YeşimSünbüloğlu (der), Erkek Millet Asker Millet: Türkiye’de Militarizm, Milliyetçilik ve Erkek(lik)ler, İstanbul, İletişim Yayınları, 2013.
[2] Pınar Selek, Sürüne Sürüne Erkek Olmak, İstanbul, İletişim, 2008.