Şiddetin ekonomi politiği: 24 Nisan 1915

Bu yazı, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sürecinin, 24 Nisan 1915’te simgeleşen Ermeni Soykırımı’yla nasıl doğrudan ilişkili olduğunu açıklamayı amaçlamaktadır. Tanzimat’tan itibaren artan reform çabaları, Ermeni toplumunun eşit yurttaşlık taleplerini de beraberinde getirmiş; ancak bu talepler, merkeziyetçi devlet yapısıyla çatışmıştır. Devlet, halkın siyasal özne olma ihtimalini bastırmak için bu reformları ya geciktirmiş ya da yönünü değiştirerek araçsallaştırmıştır. Bu durum, Gramsci’nin “pasif devrim” kavramıyla açıklanabilir: Tepeden müdahalelerle devleti ve toplumu, kitlelerin pasif halde tutulduğu biçimde yeniden yapılandırma. Troçki’nin “yönetim kapasitesi krizi” olarak tanımladığı bu durumu, Raymond Kévorkian ve Grigoris Balakyan’ın anlatımları ekonomik boyutuyla da tamamlar. Onlara göre bu süreç yalnızca ideolojik bir tercih değil; aynı zamanda mülkiyetin zorla el değiştirdiği sistematik bir tasfiye operasyonudur. 24 Nisan 1915, bu siyasi ve ekonomik dönüşümün en açık ve simgesel anlarından biridir.
18. yüzyıldan itibaren Osmanlı yöneticileri, Avrupa karşısında yaşanan askeri, teknolojik ve idari geriliği fark ederek çeşitli reformlara yönelmek zorunda kalmışlardır. Bu reform hareketlerini III. Selim’in Nizam-ı Cedid hamlesi, II. Mahmud’un merkezileştirme politikaları ve nihayetinde Tanzimat (1839) ile Islahat Fermanı’dır (1856). Bu belgeler, anayasal düzenlemeler aracılığıyla imparatorluğun modernleşme çabalarının zeminini oluşturmuştur.
Modernleşme ve reform: Eşitlik talebinin krizi
Bu reformlar, Batı’nın teknik ve kurumsal ilerlemesiyle başa çıkmak amacıyla geliştirilen stratejik hamlelerdi. Ancak aynı zamanda, Ermeni toplumunun eşit yurttaşlık taleplerinin yükselmesine de zemin hazırladılar. Özellikle Ermeni ve diğer Hristiyan unsurlar için siyasal hak talebi bu dönemde belirginleşti. Raymond Kévorkian, Tanzimat ve Islahat dönemlerinde Ermenilerin siyasi hak taleplerinin Osmanlı yönetiminde ciddi bir tedirginlik yarattığını belirtir. 1895 reform planına karşı gösterilen direnç, bu taleplerin devletin merkeziyetçi yapısıyla doğrudan çatıştığını ortaya koyar. (Kévorkian, The Armenian Genocide, s.153-167)
Osmanlı devlet geleneği, önceki medeniyetlerden –özellikle Bizans, Selçuklu ve Memlükler’den– miras aldığı unsurları pragmatik bir biçimde sentezleyerek kendine özgü bir devlet modeli oluşturdu. Bizans’tan merkeziyetçi idare ve bürokratik yapı; Selçuklulardan askeri-siyasi teşkilat ile vakıf sistemi; Memlükler’den ise askeri devşirme kurumları Osmanlı yönetimine entegre edilmiştir. Ancak bu entegrasyon baştan itibaren saf ve tekil değildir; çeşitli kültürel mirasların ortak bir zeminde Osmanlı’ya uyarlanmasıyla gerçekleşmiştir. Bu sentezler, iktidarın yönetim kapasitesini artırma ve savaş, idare, kölelik, vergi gibi unsurları düzenlemeyi uygun hale getirme amacını taşımıştır. Ancak bu yapıyı tekrardan uygun hale getirme teşebbüssü, 19. yüzyılda eşit yurttaşlık talep eden halk kitleleriyle ciddi bir çatışmaya girmiştir.
Pasif devrimin kurumsallaşması
Osmanlı’nın son büyük hamlesi, Batı’yı model almak oldu. Özellikle Kırım Savaşı’nın (1853-1856) ardından Avrupa sistemine entegrasyon arayışları belirgin biçimde arttı. 19. yüzyıl boyunca Avrupa devletlerine karşı alınan askeri yenilgiler (örneğin 1829 Edirne Antlaşması, 1878 Berlin Antlaşması), ekonomik krizler (Düyun-u Umumiye’nin kurulması - 1881) ve kapitalist dünya sisteminin yayılması, Osmanlı’yı daha derin ve kurumsal reformlara, iktidarı yeni bir soruna yöneltti. Lev Troçki, 1912 yılında şu değerlendirmeyi yapar: “Doğu Sorunu’nu oluşturan unsurlardan bir tanesi bile barışçıl yollarla çözülememiştir ve uluslararası ilişkilerin cephaneliğindeki tüm zorlama biçimleri denenmiş olmasına rağmen, Avrupa diplomasisi Türk hükümetinin mevcut düzeni değiştirme konusundaki inatçı isteksizliği –daha doğrusu bu kapasiteye sahip olmayışı– karşısında çaresiz kalmaktadır.” Bu ‘kapasite eksikliği’ olarak görülen sorun, esasen Osmanlı-Türk hükümetinin antidemokratik yapısını koruma iradesinden kaynaklanmaktaydı. Bu süreçte, taleplerin siyasal sisteme entegre olma dinamiğinde yeni bir politik özne ortaya çıkmıştı: Halk. Fransız Devrimi’nin eşitlik ve yurttaşlık fikirleri, özellikle Ermeni, Rum ve Arap entelijensiyası üzerinde derin etkiler yarattı. Avrupa’ya giden tahsil için giden Hristiyan gençlerde, dönemin sosyalist ve ilerici düşüncelerine bir açıklık var iken, Osmanlı paşalarının çocukları bu tür düşüncelerden daha uzak durup, ülkeye geri dönüyorlardı bu dönemlerde. Grigoris Balakyan 1908 Devrimi’nin ardından Osmanlı Ermenileri arasında büyük umutların yeşerdiğini ve anayasal düzenin eşitlik getireceğine dair güçlü bir inanç oluştuğunu aktarır. Ancak bu umutlar kısa sürede yerini derin bir hayal kırıklığına bıraktı.
Avrupa’da 1848 devrimleriyle birlikte burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki mücadele sertleşirken, Osmanlı’da ise reform talep eden gruplar devlet tarafından tasfiye edilerek süreç sonlandırıldı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) 1908 Devrimi, görünürde anayasalı ve meclisli bir rejim getirmiş olsa da, bu özgürlükler kısa sürede sıkı baskı altına alındı, Türk siyasiler içinde muhalif olanlar da sessiz ve etkisiz hale getirildi. 1915’te sürgün kararlarını uygulamak istemeyen Vali Reşit Paşa’nın İTC tarafından görevden istifaya zorlanması gibi. Bu süreç, pasif devrim olarak tanımlanabilir: Reform vaadiyle halkı yatıştırmak, ancak bu reformları gerçekten uygulamak yerine onları engelleyen, geciktiren ve çarpıtan bir siyasal irade ile hareket etmek. Bu nedenle, pasif devrim bir reform stratejisi değil; aynı zamanda uzun erimli bir karşı devrim biçimidir. Karşı devrimi yalnızca devrim sırasında rejim taraftarlığı olarak değil, aynı zamanda devrimden sonra, devrimin istikametini, eski rejimle anlaşmaya ve devrimin arkasındaki kitleyi pasifleştirme çabasıyla değiştirme olarak algıladığımızda, Türkiye’deki uzun soluklu karşı devrimci siyaseti algılayabiliriz.
Gramsci, “pasif devrim” kavramını özellikle İtalya’nın Risorgimento süreci –yani birleşme ve modernleşme dönemi– bağlamında kullanır. Bu süreçte modern kapitalist devlet kurulmuş, ancak bu dönüşüm halkın katılımı olmadan, yalnızca yönetici sınıflar arasında gerçekleşmiştir. Gramsci’ye göre pasif devrim, halkın doğrudan müdahalesi olmadan, egemen sınıfların baskı ve yönlendirmesiyle şekillenen, yukarıdan aşağıya kontrollü bir dönüşümdür. Toplumsal değişim talepleri, iktidara tehdit olmaktan çıkarılıp mevcut iktidar ilişkilerini pekiştiren bir araca dönüştürülür. Bu nedenle pasif devrim, 1789 Fransız Devrimi gibi kitlesel ve radikal bir devrimden çok, halkın edilgenleştirildiği bir yeniden yapılanma biçimidir.
İTC’nin ideolojik mirasını devralan Kemalizm’in temel söylemlerinden biri olan “halka karşı halk için” anlayışı, pasif devrimin Türkiye’ye özgü bir ifade biçimidir. Bu yaklaşım, iddia edildiği gibi Fransız Devrimi’nin Jakoben çizgisini değil; daha çok Thermidor dönemi ile Napolyon Bonapart’ın otoriterleşen yönetim anlayışını yansıtır. Thermidor sürecinde, devrimin radikal halkçı özneleri (örneğin Robespierre ve yandaşları) tasfiye edilmiş; yerine burjuvazinin çıkarlarını koruyan ama halkı pasifleştiren bir rejim kurulmuştur. Bonapart ise güçlü bir tek kişi merkezli idare ile halkın siyasal katılımını sınırlandırmıştır. Bu durum, Türkiye’de de benzer biçimde gözlemlenir: Örneğin 1925’teki Takrir-i Sükûn Kanunu, Kemalist rejimin muhalefeti bastırmak için kullandığı ve halkın örgütlü taleplerini susturmayı hedefleyen bir araçtır.
Dolayısıyla mesele, siyasi gücün tek adamda toplanması, toplumsal taleplerin arkasındaki kitlelerin pasifleştirilmesi (Osmanlı bağlamında fiziki tasfiye ve yasal ve ideolojik baskılar yoluyla, sürgünler ve korporatist toplum inşasıyla) ve modernleşmenin yukarıdan, kontrollü ve ilkel sermaye birikimin çıkarları etrafında yer alan bir biçimde gerçekleştirilmesidir. Bu modernleşme hamlesi, dünya pazarında yeniden yer edinebilmek için gerekli görülmüştür; ancak halkın aktif katılımı olmaksızın, iktidar bloklarının çizdiği sınırlar dahilinde gerçekleşmiştir.
Bu süreci sembolize eden çarpıcı bir sahne, Schindler’in Listesi filminde geçer. Auschwitz toplama kampında çalışan genç bir kadın inşaat mühendisi, yapımı devam eden yeni barakaların statik açıdan çökme riski taşıdığını belirtir. Teknik bir analiz sunarak yapının hatalı planlandığını anlatır; önerileri mantıklıdır ve inşa edilen yapının işlevini yerine getiremeyeceğini açıkça gösterir. Ancak kadın, önerisinin içeriği dikkate alınmaksızın, sadece kimliği ve bulunduğu konum nedeniyle komutan tarafından derhâl vurularak öldürülür. Bu sahne trajik olduğu kadar öğreticidir: Teknik olarak haklı olduğu bilinmesine rağmen, söyledikleri aynen uygulanmasına ve yapı yeniden düzenlenmesine rağmen, o öldürülmüştür.
Eşitlik, demokrasi ve modernleşme isteyen Ermenilere karşı önce açık bir direnç gösterilmiş; ardından soykırım yoluyla bu taleplerin toplumsal taşıyıcıları ortadan kaldırılmıştır. Ancak sonrasında, bu taleplerin içeriği halktan arındırılarak; etkisi kırılmış biçimde, iktidar bloklarının çıkarlarına uygun olarak yeniden düzenlenmiş, bürokrasinin geciktirici yapısı içinde eritilmiş ve zamanlaması tamamen yukarıdan belirlenmiştir. Bu bağlamda şiddet yalnızca fiziki ya da mülkiyetle sınırlı değil; zamanın bürokratik geciktirme yoluyla araçsallaştırılması, toplumsal mekânın ise bir tasfiye laboratuvarına dönüşmesi üzerinden de işlevselleşmiştir. Buradaki durum, eşit vatandaşlıktan daha çok ise aynılaştırılmaya (tek tipleştirme) çalışılan bir korporatist bir sonuç oldu. Bu nedenle talepler şiddetle bastırılırken, içeriği daha sonra araçsallaştırılarak yukarıdan uygulanabilir hâle gelir. Pasif devrim stratejisi tam da budur: Halkın taleplerini ya sahiplenmeden ya da onları taşıyan kitleleri dışlayarak gerçekleştirmek. Böylece örgütlenmiş halk gücünün siyasal özne hâline gelmesinin önü alınır.
Millî iktisat korporatizmi
Osmanlı’da toprağa dair özel mülkiyet anlayışı gelişmemişti; toprağa sahip olmak isteyen tımar beylerinin girişimleri ise sistematik olarak engellenmiştir. Toplumsal düzeyde padişah, ekonomi, ordu ve devlet alanlarını birbirinden ayırmaya özen göstermiş ve bu alanların denetimini yalnızca kendisinde toplamak istemiştir. Böylece, bu alanları yöneten yegâne otorite olma niteliğini korumuştur. Yeniçeri ocağı aracılığıyla askeri sistemini güçlendiren Osmanlı’da, Hristiyanların askerlik yapmadığı ve bu nedenle sadece vergi ödeyerek zenginleştikleri yönünde bir algı oluşturulmuştur. Oysa gerçekte, Hristiyan çocuklar baskı yoluyla ailelerinden alınarak zorla Müslümanlaştırılmış ve Bektaşi tarikatı üzerinden Yeniçeri ordusuna katılmıştır. Bu durum, aynı zamanda Sünni askeri önderlerin doğrudan siyasi iktidara talip olmalarının önüne geçilmesi açısından da işlevsel olmuştur. Öte yandan ekonomik faaliyetlerde etkin olan Hristiyanlar, siyasal haklardan sistemli biçimde dışlanmıştır.
Değişen dünya düzeninde, toplumsal ilişkiler yeniden şekilleniyor; öngörülemeyen gelişmeler yeni sınıfsal avantajlara kapı aralıyordu. Öngörülmez değişimlerde kendini hissettiriyordu artık. Günümüze dair başka bir örnekle açıklamak gerekirse, bu tür öngörülmez gelişmeleri, arazi dağılımlarına bakabiliriz. Soykırım’dan sonra uzun bir süre nasıl dağıtılacağı belli olmayan arazilerin, Cumhuriyet döneminde yapılan toprak düzenlemeleri sırasında, ekonomik ve siyasal güce sahip aileler verimli ve sulak tarlaları ellerinde toplarken, daha zayıf ailelere veya ailenin kadın üyelerine kıymetsiz görülen sahile sıfır, tarıma uygun olmayan kumlu araziler bırakılmıştı. Ne var ki, kapitalist piyasa mantığı bu eşitsizliği ters yüz edebilecek gelişmelere yol açtı. Bugün sahil şeridinde turizmle zenginleşen ailelerin ve ailelerin kadın fertlerinin geçmişte değersiz kabul edilen topraklara sahip olması gibi. Nitekim, kapitalist ilişkilerin gelişmesiyle birlikte; ticarette aktif olan, iyi eğitim almış ve yabancı dillere hâkim Hristiyan unsurlar, yeni oluşan kapitalist sınıfın doğal üyeleri hâline gelmeye başlamıştı. Buna karşılık, daha çok devlet aygıtı içinde yer alan Türk yönetici sınıfı, bu toplumsal dönüşüm karşısında kendini tehdit altında hissetmiş ve sistem içindeki ayrıcalıklarını korumak için direniş göstermiştir. Onlar için “eşitlik”, ayrıcalıkların kaybı ve mülkiyet düzeninin yeniden dağıtılması anlamına geliyordu.
Öte yandan, Osmanlı’daki toprak düzeni içinde köylülüğün ana damarını oluşturan Ermeni ve Rumlar, toprakta özel mülkiyetin mümkün hale gelmesiyle birlikte bırakın mülk hakkına kavuşmayı, yeniden marabalaşma sürecine itilmişlerdir. Tanzimat dönemi, topraklarına el konulan Ermeni köylülerin yazdığı şikâyet dilekçeleriyle doludur. Bu durum, Osmanlı’da ilkel sermaye birikiminin toprakların el değiştirmesi yoluyla kendini göstermeye başladığı bir sürece işaret eder, Talin Suciyan bu sürece “iç fetih ve yeniden örgütleme’’ der Outcasting Armenians kitabında. Troçki buna dair şunları söyler: “Bilindiği gibi Ermeni nüfusunun yüzde 90’ından fazlası tarımla uğraşmaktadır. Ancak günümüzde Ermeni köylüleri tek yaşam kaynaklarından neredeyse tamamen mahrum bırakıldılar. Çünkü 1894-96 katliamları sırasında Kürt beyleri sadece kaçan Ermenilerin değil evlerinde kalanların da topraklarına el koydular.”
Toprak gaspını, kapitalist kurumlarla yürütme girişimi de olmuştur; ğır vergilerle borçlandırılan Ermenilerin, Ziraat Bankası aracılığıyla arazilerinin Müslümanlara satılması gibi. Yereldeki direnişler ise, ekonomik olarak zayıf kaldığı için sonuçsuz kalmıştır. 1915 yılıyla birlikte, ilkel sermaye birikimi artık herhangi bir hukuksal düzenleme, banka aracılığı ya da politik denge gözetilmeksizin doğrudan el koyma biçimini almıştır. Buna çarpıcı bir örnek olarak Bursa’daki uygulama gösterilebilir:
“Ermeniler ilk olarak vilayet konağında bulunan valilik genel sekreterinin ofisine çağrılıyordu. Masanın üzerinde içi para dolu bir kese duruyordu. Devlet görevlisi, gelen kişiden önceden hazırlanmış bir belgeyi imzalamasını istiyordu. Bu belge, malını gönüllü olarak orada bulunan bir Türk alıcıya sattığını beyan ediyordu. Türk alıcı, kesenin içindeki parayı sayıp Ermeni kişiye veriyor, ardından Ermeni şahıs odadan çıkıyordu. Ancak hemen sonrasında başka bir memur, dışarıda o kişiyi durduruyor ve kendisine verilen parayı tekrar alarak masaya geri koyuyordu. Aynı işlem diğer Ermeniler için de aynen tekrarlanıyordu.” (Kévorkian, The Armenian Genocide, s.559)
Ziya Gökalp’in millî iktisat tezi, Türkiye’de Hristiyan ve Yahudi burjuvazisinin tasfiyesi ve yerine, devletin kontrolünde bir Türk burjuvazisi yaratılması çabasına dayanmaktadır. Türkiye’deki burjuvazinin devletle olan yoğun ekonomik ilişkilerinin temel nedenlerinden biri, bu sınıfın doğrudan devlet eliyle inşa edilmesidir. Bu amaç doğrultusunda; Heyet-i Mahsusa-i Ticariye, Millî İktisat Bankası, Millî Türk Ticaret Birliği, Mahsulat ve Kantariye Şirketleri gibi kurumlar kurulmuş ve sermaye transferi süreci merkezi planlamayla yürütülmüştür. Korporatist bir çerçevede şekillenen bu ekonomik yapı içerisinde, Osmanlı döneminde tarım, üretim ve ticaretin temel aktörleri olan Ermeni ve Rumlar, gayri millî unsurlar olarak kodlanmış; ekonomik olarak sistem dışına itilmişlerdir.
Balakyan’ın Ermeni aydınlarının kara listeyle hedef alınması ve bu sürecin bir “önleyici tasfiye” niteliğinde olduğu tespitine dair bilgiler, Armenian Golgotha adlı eserinde açıkça yer almaktadır. Balakyan, 24 Nisan 1915’te İstanbul’da 250 Ermeni kültürel önderin tutuklanmasını detaylı biçimde aktarır ve bu sürecin ne denli planlı ve organize olduğunun altını çizer. Bu kapsamda, Osmanlı yönetiminin Ermeni aydınları kara listelerle belirleyip sistematik biçimde hedef aldığını ve bu listelerin hazırlanmasında muhbirlerin de rol oynadığını belirtir. Bu belgeler, Osmanlı devlet bürokrasisinin Ermeni nüfusun tasfiyesi sürecinde ne kadar yöntemli hareket ettiğini gösterir.
Dolayısıyla, Balakyan’ın ifadeleri 1915 öncesi Ermeni aydınlarının tasfiyesini, yalnızca bir güvenlik önlemi değil; aynı zamanda, “muhtemel bir mukavemet teşebbüsünü baştan bertaraf etme” olarak tanımlar. Balakyan, Ermenilerin sürgün sürecinde kilise ve okul binalarının yanı sıra bireysel mal varlıklarının da Müslüman komşular ve yerel yetkililer tarafından sistematik olarak gasp edildiğini aktarır. Özellikle Pozantı’daki yağma bölgesinde yaşananları şöyle anlatır:
“Bu arada yüzlerce açgözlü Türk memur, aç kurtlar gibi terk edilmiş malların üzerine üşüştü. Üst düzey hükümet yetkilileri arabalar, at arabaları ve hamallarla yağma bölgesine gelerek değerli eşyaları sandık sandık taşıdılar. Bu yağmayı sivillerden çok ordu gerçekleştirdi. Bu zengin ganimetin kırıntılarını hak ettikleri pay olarak yoksul Müslüman halka bıraktılar.”
— Grigoris Balakyan, Armenian Golgotha
İnkâr, süreklilik ve karşı duruş
Ermeni Soykırımı, salt Osmanlı siyasetinin sonucu değildi. Aynı zamanda Alman İmparatorluğu’nun gözetimi, desteği, göz yummasıyla; Namibya’daki Herero ve Nama halklarına karşı yürüttüğü soykırımın, Ermeni Soykırımı’nda yeniden uygulanması ve devam ettirilmesidir. Alman İmparatorluğu’nun Namibya’da Herero ve Nama halklarına yönelik uyguladığı sömürgeci soykırım pratikleri –zorunlu yürüyüşler, çöl sürgünleri, susuz ve yemeksiz bırakma yoluyla ölüm– Ermeni Soykırımı’nda farklı bir coğrafyada ama benzer bir teknikle yeniden sahneye konmuştur. Bu benzerlik, sömürgecilik ile soykırım arasındaki yapısal bağı görünür kılar. Namibya’da Omaheke çölü ve Osmanlı’daki Der Zor çölü bu bağla birbirine bağlıdır. Bu bağlar, ezilenlerin tarihsel ittifakını örer.
Türkiye’de demokratikleşmenin ölçütü, anayasa değişikliklerinden ziyade, sınıflarının –işçilerin, kadınların, ezilenlerin, gençlerin ve LGBTİ+ bireylerin– devletten bağımsız biçimde örgütlenme haklarına sahip olup olmadıklarıdır. İTC döneminde olduğu gibi, sonraki süreçlerde de toplumsal yapılanmalar, korporatist bir anlayışla yalnızca devletin güdümünde ve onun izniyle var olabilmiştir. Mussolini’nin İtalya’sı, Franco’nun İspanya’sı ve Salazar’ın Portekiz’i nasıl korporatizmin güçlü örnekleriyse, bu anlayış soykırımın arka planında etkili olan önemli ‘izm’lerden biri haline gelmiştir.
24 Nisan 1915’ten bu yana 110 yıl geçti. Ermeni Soykırımı, insanlığın tüm suçlarının teker teker işlendiği bir kitlesel yok etmedir. Her bir suça maruz kalan kurbanın hikayesi önemlidir; bize hatırlatır yaşanılanları. Türkiye’deki suç oranı ve suç işleme biçimleri, soykırım ve onun cezasız bırakılmasıyla birlikte şekillenmiş; bu cezasızlık kültürü günümüze dek uzanan pratiklerin temelini oluşturmuştur. Kapitalist ekonominin şiddet üzerine kurulması ve bu ilişkinin yapısal olması, bu konudaki devamlığa neden olmaktadır. Bu yüzden Türkiye’de 24 Nisan anması, yalnızca ölenlerin ve acıların geride bıraktığı anıları değil; aynı zamanda onun üzerinden değişen politik ve toplumsal sistemi anlayabilmek, eleştirmek ve onun sürekliliğine rağmen karşı duruşu sağlayabilmektedir.
(VHY/VC)
Սհաքէսփէարէ, Թրումփ վէ Սթրաթէժի

Shakespeare, Trump ve strateji

Prof. Sassen: Toprak ve su güçlü aktörlerce ele geçiriliyor

Sosyolog Fassin: Hepimiz Korur- Fincancı’nın insan haklarını savunmalıyız

Prof. Sassen: Şebnem Hoca hepimizin onurudur
