Bir rutin olarak gey barların baskına uğradığı 60’lar Amerika’sında travesti Marcha P. Johnson’ın polise attığı bira şişesiyle başlıyor isyanımız. Dünyadaki LGBTİ hareketin miladı sayılan Stonewall rivayete göre böyle başlıyor. Özgür ve eşit yaşamak için, yani aslında sırf yaşamak için başlayan bir avuç ibnenin, dönmenin, sevicinin mücadelesi…
68’in özgürlükçü havası içinde; siyah hareketiyle, antikapitalist öğrenci hareketi ve savaş karşıtı gösterilerle birleşerek-temas ederek büyüyen bu isyan kuşkusuz değdiklerinden katkılarla başka yerlere ulaştı. Sonraki süreç malumumuz; her sene bu direnişi anmak adına ilki 1970 yılında gerçekleştirilen onur haftası/yürüyüşleri, LGBTİ hareketin dünya çapında büyümesi, eşcinselliğin hastalık listesinden kaldırılması ve tabii ki hareket içinde etnik, dinsel ve sınıfsal temelleri olan ayrışmalar…
İlk Onur Yürüyüşünden 23 yıl sonra...
Dünyada gerçekleştirilen ilk onur yürüyüşünden tam yirmi üç yıl sonra bu topraklarda LGBTİ örgütlü mücadelesi filizleniyor. İlk kez düzenlenen onur yürüyüşü devlet engeline takılıyor. Yürüyüş yasadışı ilan ediliyor ve izin verilmiyor. Yürüyüşü organize etmeye çalışanların evi yürüyüşten bir gün önce ‘kamu düzenini’ bozdukları iddiasıyla basılıyor.
Öyle görünüyor ki devlet sessiz harfleri yan yana görünce illegal örgüt zannetti; ya da sevişmenin kendisi bizatihi terörizmdi: ikili cinsiyet sistemini alt etme pratiğine ve potansiyeline sahip bir eylemlilik ve/veya varoluş biçimi!
Bundan on sene sonra sahneye “onurumuz” için yeniden çıkıyoruz: 35 (yazıyla otuz beş) kişiyle! Bir avuç insanın çekinceyle katıldığı yürüyüşten LGBTİ’nin alın bandına dönüştüğü on ikinci yürüyüşe vardık ve bitirdik; onurla ve gururla, tabii ki şerh ile…
Otuz beş kişiden on binlere gelmek kuşkusuz kolay olmadı. Ve bu ara zamanda kapitalizmin artığı olmadığımızı da varoluşumuzun günah olamayacağını da anlattık. Kendi dilimizle kendi varoluşumuzu gerçek kılma mücadelesi verdik. Kapıdan kovulduk bacadan girdik, teması, dayanışmayı, birlikte mücadelenin özgürleştiriciliğini vurguladık durduk.
"Travesti terörü"nden "delikanlı ibneliğe"
Bütün bunların sonunda sadece sapkın değil meydan okuyanlar olduğumuz, hareketin yirmi birinci yılında, Gezi Direnişi’nde anlaşıldı. Direnişimizi yıllardır görmezden gelenler polisle çatışınca görmeye başladılar. Oysa o görünürlüğün ardında yirmi iki yıllık mücadele deneyimi ve günlük hayatın her alanında varoluşumuzu sorun eden sisteme karşı her an direnme zorunluluğumuz vardı.
Herkesin ‘travesti terörü’ olarak bildiği mesele Gezi ile beraber ‘delikanlı ibnelik’ mertebesine yükseliverdi. Oysa asıl katkımız yirmi iki yıllık deneyimden devşirdiğimiz ve her tür iktidara karşı mücadele aracı olarak kullandığımız dilimizdi.
Geleneksel muhalefet etme biçimlerini sorgulatan direnme pratiğimiz on binlerin dilinde son iki yılda yer edindi. ‘Faşizme Karşı Bacak Omuza’ derken hep beraber ‘hep sevişme derdinde olanların’ sevişerek direnmesini haykırdık. ‘Burdayım Aşkım!’ cevabıyla varoluşumuzu, varlığımızı imledik. Ve bütün bunları hep beraber on binlerle gerçek kıldık; temas ederek ve teması çoğullaştırarak. Direnişi ve teması parkta bırakmadan devam ettik. Gezi’nin etkisiyle o kadar kalabalık oldu 11. Onur Yürüyüşü diyenlere bu sene daha kalabalık bir biçimde ‘Hayır, temasın etkisiyle’ dedik. Ancak bu temas yürüyüşten yürüyüşe kalmayıp nefret cinayetlerinde ve hak taleplerin de var olursa rüştünü ispatlamış olacak.
Artık aşkın nasıl örgütleneceğini konuşma vakti
Öyle görünüyor ki ‘Aşk Örgütlenmektir’ dediğimiz bu uzun mücadelenin kırılma noktasındayız. Artık aşkın ‘nasıl’ örgütleneceğini konuşma vakti geldi.
Yerel seçimler ile temsil siyasetine hiç olmadığı kadar dâhil olan bir hareket var artık. Keza gettolardan çıkmaya başlayıp memleketin büyük kısmında öz örgütler aracılığıyla görünür olmaya başladık. Öyle ki yetmiş bin katılımlı bir yürüyüş, satılan LGBT temalı alın bantları, rozetleri ve gökkuşağı perukları ile gerçekleştirildi.
Bundan böyle mücadele tek başına “görünürlük” ve “varoluş” mücadelesi olmaktan çıkmış demektir. Artık ‘sistem’ ile nasıl ilişkileneceğimizi sorgulamak elzem.
Mesela İngiltere Konsolosu’nun yazısını ve yürüyüş günü konsolosluk binasına astıkları gökkuşağı bayrağını gururla ve şehvetle mi paylaşacağız yoksa işgal ettiği ülkelerde çıkardıkları eşcinselliği suç sayan yasaları hatırlatarak mı?
Sömürgeci ülkelerin kendilerini aklama çabasının bir aracı mı olacağız yoksa bunu her seferinde sorgulatan vicdanları mı?
Bununla beraber yürüyüşten sonra kâr amacıyla ‘pride’ temalı parti düzenleyen mekânlar ile nasıl ilişkileneceğiz?
İstanBall gibi ‘oryantalist eşcinsel erkek’ reklamlarıyla onur haftasını bir kazanç kapısına dönüştürmeye çalışan organizasyonlara karşı nerde durulacak?
Burası bir pazar olacak mı ya da pazar haline getirmek isteyenlerle hangi mesafede duracağız?
Sistem partilerinde vitrin mi olacağız yoksa onları dönüştürenler mi?
Ya da temsil siyasetiyle Harvey Milk’in bıraktığı yerden mi ilişkileneceğiz yoksa doğrudan demokrasi için mücadele mi edeceğiz?
Bütün bunlar önümüzdeki dönem hareketin cevap bulması gereken soru(n)lardan. Ana akım hak mücadelesiyle beraber daha radikal bir cinsel özgürlük mücadelesi gerekli görünüyor. 80’lerde Amerika’da LGBTİ hareketinde HIV pozitif üzerinden şekillenen ve queer mücadeleyi tanımamıza vesile olan ayrışma bizim için başka bir tartışma konusu üzerinden kuşkusuz ilerleyecek. Etnik, sınıfsal ve inançsal dinamikleri esas alarak tabii ki…
Bira şişesini hala havada tutarak isyanı sürdürüyoruz aslında isyana karşı mücadele ederek… Zira polise atılan şişenin yere düşmemesi ve eşit yurttaşlığı kazanmakla beraber terörist vasfımızı var kılmak da güçlü bir mücadeleyi gerektiriyor. (LP/ÇT)