O günlerde, biz, Almanya'dan gelen sarışın, uzun boylu arkadaşımıza İstanbul'un nezih mekanlarını göstermekle meşguldük. Bütün turistik gezilerin anlamsızlığı gibi, bizim gezilerimiz de bir kentin sadece nezih ve güzel köşelerini göstermeyi amaçladığı, soğuktan donarak ölenleri, mendil satarak hayatını kazanan çocukları göz ardı ettiği için, anlamsızdı. Ne günlük dertlerinden ve yoğun iş temposundan kaçarak gelen arkadaşımız arzuluyordu böyle bir şeyi, ne de toplumsal meselelerden uzak olmamayı kendine şiar edindiği halde, alt sınıfların ıstırabını anlamayan ve giderek kendi içine çekilerek "kendi kendini gerçekleştirme ideolojisinin" esiri olan bizler...
O nezih ortamlarda oturur, bu coğrafyaya ilişkin çetrefilli soruları tartışırken, beni, yoğun bir anlamsızlık duygusu esir almasaydı eğer, belki de bu yazıyı yazmaya hiç gerek duymayacaktım.
Sosyal adalet duygusu yitip giderken
Bu durumu, belki ilk kez, hem de şiddetle, F tipi hücrelere direnmek için açlık grevi yapan insanların durumuyla ilgili olarak gözlemledim. Orta sınıf Türklerin, o "kara kuru, çirkin ve eğitimsiz" kalabalığın ölümüne bunca tepkisiz kalmaları, kendi hayatlarını birtakım duvarlarla diğerlerinden ayırmalarından daha fazla dehşet verici değildi. Çünkü uzun süredir, bu topraklarda bir sosyal adalet duygusunun yitip gittiğini, açlık ve yokluk ve cehalet içinde yaşayan insanlara yakınlık duymaktansa, onların paketlenip yeraltına gizlenmek istendiğini tespit etmek güç değil. Tıpkı Rio de Janerio'da havaalanından şehrin kalbine doğru akan karayolunun iki tarafı gecekondularla bezenmiş olduğu için yüksek duvarlarla çevrilmesi gibi, alt sınıfları yok saymaya dair bir özlem var burada da...
Yabancı ülkeleri ziyaret edip, yabancı dostlarını nezih ortamlarda ağırlayan "nezih Türkler", ülkelerinin aslında "dışarıdan görüldüğü gibi olmadığını" göstermeye çabalarken, köyden gelip güzel şehirlerini berbat eden "taşralı, kara kuru ve cahil" insanları yüzlerinde bir aşağılama ifadesiyle anarken, fakirlik ve cehalet, doğuştan gelip, insanın ömrünün sonuna kadar kendini terk etmeyeceği bir karakter özelliği olup çıkıveriyor. Eğitime, sağlığa ve kültüre harcanması gereken oranın çok üstünde, muğlak bir düşman algısı yüzünden askeri harcamalar yapan bir ülkede doğmak, sanki bu "cahil" ve "fakir" insanların suçlarıymış gibi, sanki doyurulmak ve eğitilmek bir hak değil, doğuştan gelmesi gereken özelliklermiş gibi...
Orta sınıfın hisleri
Derin toplumsal uçurumlarla bölünen bu coğrafyada, fakirlik ve çaresizlik, giderek daha fazla insanın yüzüne sinmişken, belki de bu toplumsal kutuplaşmayı en yoğunlamasına hisseden, hatta belki öfkeyle ve nefretle duyumsayan sınıflar orta sınıflardır.
Üst sınıflar, yüksek duvarlarla çevrili güzel mekanlarında, para ve finans haberlerini izleyerek ve yönlendirerek, gayet iyi bir yaşam sürebiliyorlar. Oysa, bir yandan üst sınıflara özenerek alt sınıfları horgören orta sınıfın işi bu kadar kolay değil. Burjuva eğitiminden geçmiş orta sınıflar, başka coğrafyalardaki gibi olmaya özenerek, gözleri "incelikli" bir şeyler arayarak yaşamaya çabalarken, hep o "kara, cahil ve taşralı" insanlarla muhatap olmak, onlarla bir arada olmak zorundalar ne yazık ki! Oysa bu kara ve cahil ve taşralı ve bıyıklı güruh her yerde ve bütün incelikli şeylerin, kentliliğin, sanatın, ve dahası bütün medenileşme rüyalarının içine eden, ırzına geçen bir kara kalabalık (!)
Orta sınıfların bu "cahil" ve "taşralı" korkusu, biraz da onların sınıf düşme paranoyasıyla ilgili aslında. Hitler'in savaş yorgunu bir Almanya'nın özellikle orta sınıfların alta düşme paranoyaları üzerine, Faşist bir zafer inşa etmesi gibi, kanaatimce, bugün Türkiye"deki "establishment"in en önemli emniyet sübabı eğitimli orta sınıflardır. Oğuz Atay'ın "Tutunamayanlar"ında anlattığı gibi, kristal vazolarla donattığı evlerinden, ruhunu kovan orta sınıflar, medenileşme, kent kültürü rüyalarıyla kendilerinden geçer ve yüzüne açlık ve sefaletin izleri sinen alt sınıflara sırtını dönerken, "sosyal adalet" kavramını da gömüyorlar, hem de çok derinde bir yere...
Hayatın merkezi: Neresi?
Kendi bireysel dertlerini, ilişkilerini, işlerini, yaşam standartlarını hayatın merkezine koyan bu yaklaşım, "establishment"in ensesinde soluğunu hissettirmekten" ziyade, "establishment"in koynunda huzurlu bir uykuya yatmak anlamına gelebilir en fazla. "İncelikli şeylerden anlamayan kara, cahil kalabalıktan" kaçmak için nezih mekanlarına sığınan "nezih Türkler" fare deliği gibi yerlere tıkılmamak için açlık grevi yapan insanları da görmezden geleceklerdi mutlaka. Ya da soğuktan ölmeye terk edilen bir çocuğun ölümünü sosyal adalet gibi kavramlarla ilişkili değil, alt sınıfların hoyratlığına yoracaktı en fazla. "Çünkü onlar, bakamayacakları kadar çocuk yapıyorlar, tavşan gibi ürüyorlardı".
Geçenlerde, "Establishment"in ensesinde soluğunu hissettirecek bir sol"dan bahsediyordu bir yazar. Böylesi bir adaletsizliğin, uçurumun, sefilliğin hüküm sürdüğü bir yerde bu dileğe katılmamak mümkün müdür? Ama şu soru, iç yakıcı bir şekilde su yüzüne çıkıveriyor: Böylesi bir karşı duruşun öznesi kim olacak?
Tarihte birkaç istisna dışında hep muhafazakâr sağ partileri desteklemiş işçiler mi, kendiyle başka toplumsal sınıflar arasına duvarlar örerek ve başka coğrafyaların düşleriyle avunarak yaşamını sürdüren ve gerçeklik duygusunu yitiren eğitimli orta sınıflar mı? Trajik olan bir öznesizlikten çok ve belki de daha fazla, bir yalnızlaşma ve parçalara ayrılma durumudur. Özel alanlarımız giderek daha fazla hükmediyor kamusal alanlara... Ve biz giderek daha fazla kendimiz gibi olanlarla bir arada olmaya çalışarak, toplumsal gerçeklik duygusunu da ipe çekiyoruz belki de. Herkesin kendi bacağından asıldığı piyasa toplumları gibi. Ne gam! En azından bir konuda "medeni"leşebilmişiz. Alt sınıflar kendi çaresizliği, ve sefaleti içinde ölürken, orta sınıflar kendi kariyer kaygıları, ilişkileri, yaşam standartlarını merkeze alan bir ömrü sürdürüyor... (NU)