IMF tarafından 80 sonrası uygulatılan çoğu acı reçete gibi, Güçlü Ekonomi'ye Geçiş Programı da sıkı para ve finans siyasalarını, baskı altında tutulmuş iç talep yoluyla düşük enflasyon ve makro-ekonomik istikrar hedeflerine ulaşmayı öngörüyordu. Bir başka deyişle, programın ana vurgusu, maaşları bastırarak iç talebi daraltmaktı.
Program, işsizlik, uzun dönemli ekonomik kalkınma, gelir bölüşümü adaletsizliği gibi Türkiye ekonomisinin kronikleşmiş sorunlarına çözüm getirmekten çok sıcak para hareketlerine dayalı kırılgan ekonomik yapıyı sürdürmeyi uygun görüyordu.
Ekonomiyi darboğazdan çıkarmanın yolu, kısa zamanda ihracatı artırmaya bağlanıyor ancak program üretim kapasitesini artıracak herhangi bir önlem içermediği için, ihracatı artırmanın tek yolu baskı altına alınmış maaşlar ve avantajlı döviz kurundan geçiyordu.
AKP döneminde ekonominin yüzde 12'lere varan büyüme kaydetmesi, enflasyon oranını önemli oranda düşürmesi, bu programın başarısı kadar AKP hükümetinin ekonomi yönetimindeki başarısı olarak da değerlendirildi. Ancak, vurgulanmalıdır ki ekonomik büyüme hedeflerine, ekonominin üretici sektörlerine yatırımı artırarak değil, iç ve dış borçlanmaya bağlı olarak ulaşıldı.
Örneğin 2002'deki ve 2003'teki ekonomik büyümenin temelinde uluslararası para piyasalarındaki konjonktürel gelişmeler ve uluslarararası sermaye girişlerinin etkili olduğu görüldü.
AKP ekonomi politikalarını önceki hükümetlerden devralmış olsa da, emekçilere yönelik tavrından ötürü bu hükümete de kesilmesi gereken çok yüklü bir fatura var. Hükümetin şiddet yanlısı tavrının en açık tezahürü hiç kuşkusuz 1 Mayıs'ta İstanbul'da yaşananlardı. Provakasyon olacağı ihbarını aldığı gerekçesiyle sendikaların 1 Mayıs'ı Taksim Meydanı'nda kutlamasına izin vermeyen AKP hükümeti, saatın 6:30'unda daha eylemler başlamamışken DİSK Genel Merkezi'ni basacak kadar pervasız davrandı.
Polis günün ilerleyen saatlerinde de cop, tazyikli su, biber gazıyla sokaklarda "terör" estirirken, devlet erkanının yaptığı açıklamalar ibret vericiydi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, "1 Mayıs'ta aklıselimin hakim olduğunu" söylerken, Recep Tayyip Erdoğan yaşananları -DİSK'e saldırıdan sonra çok kan döküleceği endişesiyle Taksim'e çıkmama kararını alan- sendikaların 1 Mayıs'ı Taksimde kutlama ısrarına bağlıyordu.
İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah "İstanbul'da olumsuz bir durum yaşanmadı" derken, emniyet müdürüne destek veren Çalışma Bakanı, "Eylemlerde gelinen şu anki durumdan memnunum. Bu kararla büyük olumsuzlukların yaşanması engellendi" değerlendirmesini yapıyordu.
AKP'nin Tuzla'daki kayıtsızlığı
Hükümetin 1 Mayıs'taki tavrı kadar son dönemde kaydedilmesi gereken bir başka olay, AKP'nin Tuzla Tersanelerindeki ölümlere ilişkin kayıtsız tutumu. Tuzla Tersanelerinde son dokuz ay içinde gerçekleşen iş kazalarında 23 ölüm gerçekleşti.
Mecliste 26 Şubat'ta Tuzla tersaneleriyle ilgili araştırma komisyonu kurulmasına karar verilmesine rağmen, komisyon AKP kendisine düşen 10 üyelik için isim belirleyemediği için uzun süre oluşturulamadı. Hükümet sözcüleri ve tersane sahipleri meydana gelen iş kazalarını, köyden gelip sanayi sektöründe çalışmaya başlayan iş gücünün cehaletine bağlıyorlar.
Çalışma Bakanlığı'na bağlı İş Sağlığı Genel Müdürü Kasım Özer, Tuzla'daki iş kazaları'nın diğer sektörlerle kıyaslandığında devede kulak olduğu tespitini yapıyor. Maden ocağında bir gaz patlamasında 250 insan ölüyorken, Tuzla tersanelerindeki ölümlerin sanki facia varmış gibi gösterilmesini eleştiren Özer'e göre, ölümler "başka nedenlerle" gündeme getiriliyor.
Oysa iş kazaları ardındaki temel dinamikler, kuralsızlık, taşeronluk, esnek ve kayıtdışı çalışma gibi 80 sonrasında emek piyasasına damgasını vurmuş gelişmeler.
AKP kendine demokrat
Hal böyleyken, AKP'nin sadece kendine demokrat kimliği su yüzüne çıkmışken, AKP'ye en büyük iyiliği kapatma davasını açmakta beis görmeyen yasakçı zihniyet yaptı. Zira AKP, 2001 krizi sonrasında diğer bütün partilerin tasfiye sürecinde doğmuş bir parti olarak, bir ideoloji partisi değil, farklı kesimlerin desteğini sağlamış bir kitle partisi olageldi.
Türkiye'nin özellikle 80'lerden itibaren içinden geçtiği sürecin temel dinamikleri göz önüne alındığında, ortaya çıkan resim iç karartıcı. Üretime değil finans hareketlerine dayalı bir büyüme modeli, küçük bir azınlığın nemalandığı ve giderek tekelleştiği istihdam yaratmayan bir ekonomi yapısı, her ekonomik krizi ücretleri bastırararak savuşturmaya çalışan bir zihniyet ve iş güvenliğinden yoksun, sigortasız, sendikasız çalışmaya zorlanarak iki yakayı bir araya getirmeye uğraşan kitleler...
Günümüz Türkiye'sini anlayabilmek için yeni bir toplum/siyaset okumasına ve bu okumadan türeyecek yeni stratejilere gereksinimi var. Kanımca bu okumanın temeline uzun zamandır telaffuz edilmeyen sınıf kategorisinin oturması gerek.
Ülkedeki sınıfsal dengelerin ve uluslararası ekonomiyle eklemleniş tarzının ortak etkisi altında devlet, 80'den sonra bir yandan yeni bir ekonomi modeline geçişin koşullarını hazırlarken emek hareketini sıkı bir disiplin altında tutmuş, maaş taleplerini bastırmış, iç talebi daraltmak için çalışanlardan alınan vergi oranlarını yükseltmiştir.
Öte yandan, sermayedarları yatırım yapmaya teşvik etmek için kurumlar vergisini düşük tutmuş, gayri safi milli hasılanın giderek artan bir bölümünü bankalardan aldığı iç borcun faizini ödemeye harcamıştır. Devletin özellikle bünyesinde bankaları da barındıran büyük sermayeyi kollayıcı tutumu, seksenden sonra uygulamaya konan ve ortak paydası iç talebi bastırarak düşük enflasyon'a ulaşmak olan IMF programlarıyla da pekişmiştir.
Sınıfı temeline alan bu analizin kapitalizmin uluslararası karakterini göz önüne alması elzem. Küresel kapitalizmin son aşamasında, gelişmiş ülkelerdeki emekçilerin bile kazanılmış haklarını kaybetmeye başladığı, üçüncü dünya ülkelerinin dünya kapitalizmine ucuz emek cenneti olarak eklemlendiği, dünyanın, Radikal gazetesi köşe yazarı Nuray Mert'in deyimiyle bir fason atölyesine dönüştüğü bir dönemden geçiyoruz. Bu şartlar altında ulus devlet sınırları içinde emek yanlısı bir mücadelenin güçlüğü ortada.
Sonuç olarak...
Sonuç olarak, küresel kapitalizmin bu aşamasında sola düşen, eskiden kalma önemli dersleri unutmak, çözülmek değil, eski dersleri yeni koşullar çercevesinde değerlendirerek, yeni bir siyaset yapma pratiği belirleyebilmek. (UB/GG)
* Umut Bozkurt, York Üniversitesi, Siyaset Bilimi, doktora öğrencisi