2012 yılında Be Deng (Sessiz) adlı kısa filmi ile Cannes Film Festivali’nden ödül aldı Rezan Yeşilbaş ve o günden bu yana da radarımızda. İlk uzun metrajı öncesi yakaladığı bu başarı ile çıtayı yükseğe koysa da o, temkinli ve sakin.
Bundan iki yıl önceydi. Medyadaki ali cengiz oyunlarının henüz ifşa olmadığı, haber kanalarının hala itibar gördüğü akşamlardan biriydi. Spiker yüzünde bir gülümseme ve sesinde bir gurur ile verdi haberi. O yılki Cannes Film Festivali’nde Kısa Film dalında Altın Palmiye ödülünü Türkiye’den biri almıştı. Habere dikkat kesildim. Festivalin jüri başkanı Jean-Pierre Dardenne’di ve ödülün anonsunu bizzat kendi yapıyordu. Dardenne’nin ağzından Rezan Yeşilbaş’ın isminin dökülmesi ile salonda çığlığın kopması bir oldu. Sahneye çıkan bu genç yönetmen ödülü, ülkesinin sessiz ve yalnız bırakılmış tüm kadınlarına adarken, ben de ismini hafızama kazıyordum.
Dardenne, Be Deng (Sessiz) için dünya sinema tarihine geçecek bir sahne barındırıyor yorumunda bulunmuştu. Bunu okuduktan sonra filmi izlemek için başka bir sebebe ihtiyacım kalmamıştı. Aradan zaman geçti ve festivalin birinde Be Deng’i izleme fırsatı yakaladım.
Dünya sinema tarihini bilemem ama film, benim sinema tarihimdeki yerini aldı. Çoğu kişi gibi bu yönetmeni takibe alıp diğer filmlerini beklemeye başladım. Rezan Yeşilbaş ile özel bir üniversitenin düzenlediği sinema etkinliğinde karşılaştım. Sinema yapmaya hevesli öğrencilerle ile deneyimlerini paylaşıyor, sorularını içtenlikle yanıtlıyordu. Konuşmasının bir yerinde Kürt bir sinemacı olduğunu söyledi. Salonda ufak bir dalgalanma oldu. Kürdistan kelimesini kullandığında da alttan sandalyeler çekildi, gövdeler bir sağa bir sola oynadı, fısıldaşmalar başladı. Ben ise öğrencilerin bu belli belirsiz hareketlerini gözlemliyor, verdikleri tepkileri izlemekten garip bir haz alıyordum. Konuşması bittiğinde kendimi Rezan’ın yanında buldum. Kısa filme bakışını, sinema anlayışını, sektörde okullu olmayı, aldığı ödülü ve daha nicesini konuştuk.
Marmara Üniversitesi sinema-tv mezunusun. Sinema yapabilmek için okullu olmak ne kadar önemli?
Sinema yapmaya çalışan birinin illa sinema okulundan mezun olması gerekmiyor. Benim için bu ülkenin en büyük sinemacısı Yılmaz Güney ve o okullu değil. Hatta bir sürü iyi yönetmen var ve hiçbiri okullu değil.
Seni okullu yapan şey neydi?
Sinema yapmak istiyordum ancak normal bir eğitimim hayatım olmadı. Dil problemi nedeniyle ilkokuldan sonra bıraktım okulu. Girene kadar, üniversite gözümde çok büyüttüğüm bir şeydi. Bu, üniversitenin hiçbir faydası yoktur anlamına gelmiyor. İyi hocalar vardır, denk gelirsiniz gibi şeyler katar hayatınıza. Sinema tek başına yapılan bir şey olmadığı için okulda, senin kafa dengin, sinemaya heyecan duyan kişilerle tanışma imkanın var. Bu anlamda çok şanslıyım, iyi bir grubumuz vardı. Kolektif bir iş üretiyorsunuz ve bu tür insanlarla çalışmak çok geliştirici oluyor. Bunun çok faydasını gördüm. Mesela sinema okulu okumasaydım piyasaya nasıl girebilirdim?
Yani okul aynı zamanda bir kapı işlevi görüyor.
Tabi ki… Belki okullu olmadan da bunun peşini kovalayabilirsin, bir yönetmene asistanlık yapabilirsin ancak bunun yolunun yordamının ne olduğu ile ilgili hiçbir fikrin yok.
Tersten sorayım. Sektörde çalışırken okullu olmanın dezavantajlı olduğunu düşündüğün oldu mu?
Gerçi sektöre adım attığımda okullular ağırlıktaydı. Dolayısıyla bahsettiğiniz anlamda bir sıkıntı yaşamadım. Ama okullulara karşı bir önyargı var. Çünkü aldığınız eğitim sizi şekillendiriyor, gerçi beni şekillendirmedi ancak insanlar aldıkları eğitimin ve öğrendiklerinin doğru ve kesin olduğuna inanıyor. Buna göre şekillendiriliyorlar ancak pratikte bunun böyle olmadığını görüyorsun. Dolayısıyla sektörde, okulda öğrendiklerini unutmak için çaba sarf etmen gerekiyor. Ben öyle bir öğrenci değildim açıkçası, çok daha kendime dönük birisiydim. Bir de kendi grubumuzla pratik yapma şansımız da oldu bu nedenle çok sıkıntı çekmedim. Mesela 2008 yılında Zeki Hoca ile çalışmaya başladım, gerçi bunun için altı sene bekledim ama olsun.
“Kadınlar beni çok etkiledi”
Şimdiye kadar pek çok projede yer aldın ve farklı yönetmenlerle çalıştın ancak biz adını Zeki Demirkubuz ile anıyoruz. Demirkubuz’un hayatındaki yeri nedir? Projelerini onunla paylaşır mısın?
Her şeyden önce hocam dediğim birisi. Bu işte kendimi onun öğrencisi olarak görüyorum. Onun dışında kimseye asistanlık yapmadım, bunu özellikle belirtmek istiyorum. Ancak bahsettiğin paylaşımı çok yapmıyoruz açıkçası. Çünkü onun kendine has bir dünyası var. Zaman içinde şunu da öğrendim. Her yönetmen kendi bakış açısı, kendi sinema algısı ile dünyaya bakıyor. Onun sinemasını çok seviyorum ancak ben kendi dilimi oluşturmaya çalışıyorum. Dolayısıyla benim ilgilendiğim ya da bana çok enteresan gelen fikirler Zeki Hoca’ya hiçbir şey ifade etmeyebiliyor. Bir süre sonra hayal kırıklığına dönüştüğü için, paylaşma meselesine girmemeye başlıyorsun.
Kadın üçlemesinin ilk filmi Hüküm adlı kısa film ve sonrasında Be Deng (Sessiz) geliyor. Üçüncüsü de çekilmeyi bekliyor. Neden odağında kadın var?
Kadınlar beni çok etkiledi. Özellikle annem, babaannem ve küçük halam, benim üzerimde etkileri olan üç kadın. Kendimi bilmeye başladığım zamanlarda etrafımda kadınlar olduğu için onları gözlemleme fırsatım oldu. Babam cezaevindeydi, abilerim orada değildi, evin tek erkeği olarak hayatım bu üç kadın tarafından çevrelenmişti. Sinemaya başladığımda, onların hayata bakışımı, karakterimi etkilediğini fark ettim. Elbette Türkiye toplumu üzerinden özellikle Kürt kadınları ile ilgili hep bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydım ve onların olması gerektiği yere konulmamasına dair bir derdim vardı. Kadın üçlemesi fikri buradan çıktı.
Derdini anlatma yolu olarak sinemayı seçtin. Ne zaman sinema aklına düştü, bilinçli bir seçim miydi?
Bu ne kadar insanlara inandırıcı gelir bilmiyorum ama altı yaşından itibaren bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım. Cezaevinde annemin konuşamama meselesi bende yer etmişti. Bir de 1986 yılında İstanbul’a geldikten sonra bir şeyler fark ettim. Burada, batılı, tırnak içinde “Türk” dediğimiz insanların çok özgüvenli ve buranın sahibi gibi davrandığını görmem, bende soru işaretleri yaratmaya başladı. Fakat bunları nasıl ifade edeceğime dair bir fikrim yoktu. Askerdeyken bu fikir olgunlaştı. Orada kendimi dinleme fırsatı buldum.
Be Deng (Sessiz) ile ulusal ve uluslararası pek çok festivale katıldın, ödüller aldın. En prestijli ödül de Cannes Film Festivali’nden geldi. Cannes’a katılmayı aslında düşünmemişsin, neden?
Cannes’a kadar pek çok festivale gönderdim ve filmi almadılar. Çok güvendiğim bir arkadaşıma Berlin Film Festivali olmayınca ne yapacağımı sormuştum. O da “Gerek yok, gönder” dedi. Fakat kader böyle bir şey. Diğer festivallerden seçilmemesi benim Cannes’a katılmamı sağladı. Çünkü Cannes’a katılım için filmin uluslararası ilk prömiyerinin orada yapması şartı var. Mesela ilki düzenlenen Los Angeles Türk Film Festivali’ne göndermiştim, seçmediler filmi.
“Ödül bir gösterge değil”
Buradan ödül ve film ilişkisine gelmek istiyorum. Ödül bir filmin değerini belirlemede ne kadar etkili?
Ödüllerle yaşayan insanlar var. Ancak ödül bir gösterge değil. Gösterge, yaptığın filmden memnun olup olmadığının cevabında saklı. ‘Düşündüğünü filme aktardın mı, bunu gördün mü’ sorularını sormalı ve cevaplarını da bütün samimiyetinle kendine itiraf etmelisin.
Senin itirafın neydi?
Sessiz’i perdede ilk defa Akbank Film Festivali’nde izledim. Gösterime gelen ekip arkadaşlarıma “Jüri, izleyenler beğenir beğenmez bilemiyorum. Bu çok göreceli bir durum ama ben kafamda çekmek istediğim filmi izledim. O yüzden çok rahatım ve film artık benden çıktı” demiştim. O rahatlıkla baktım mevzuya ve sonra film zaten kendi yolunu bulmaya başladı. İlki düzenlenen bir festival seni kabul etmiyor ama sonra gidiyorsun ve Altın Palmiye alıyorsun. Bu, beni ne kadar değiştirebilir ki? Ödül değil, sonrası önemli benim için. Çok önemli ödüller alırsınız ama orada kalırsınız. Filminiz dolaşıma çok girmez. Ödül değil, filmin nasıl anlaşıldığı ile ilgili tepkiler benim için çok daha önemli. Annemle babamın hikayesini izlettim ve bütün dünya da anladı. Bundan daha büyük bir keyif olabilir mi?
Filmi perdede ailenle izledin mi?
Babamla güney Kürdistan’da izlemiştim. Annem ilk izlediğinde ağlamıştı. Film ortaya çıkıp, bahsedilir olunca sevindiler. Babamda şöyle bir değişiklik oldu. Babam cezaevi sürecinden sonra çok daha içine kapanık biriydi. Ancak film, babamın benimle bir sürü şey paylaşmasına da sebep oldu. Çünkü onun için de bir çıkış yolu oldu. İletişimimizi farklı bir boyuta taşıdı, bu da benim hoşuma gidiyor açıkçası.
Cannes’dan aldığın ödül ne tür avantajlar sağladı?
Jüri başkanının Dardenne olması benim için çok başka bir şey. Rosetta’yı izleyip ‘üstüne daha ne yapılabilir ki’ diye düşündüğün yönetmen sana bu ödülü veriyor. Manevi tatmini büyük. Tabi bunun yanı sıra ödülün başka artıları da oldu. İlk filmini yapacak yönetmenler için yabancı ortak, fon bulmak hep sorun olur. Uluslararası festivallerin faydası bu noktada oluyor. Yapımcılar sizinle temasa geçiyor, projelerinizle ilgileniyor. Onun dışında hayatımı çok değiştirdiğini söyleyemem.
“Yönetmen olduğumu çok düşünmüyorum”
Cannes’da unutamadığın bir an var mı?
Daha önce hiç yaşamadığım bir heyecanı yaşadım orada. Şunun çok açıklıkla söyleyebilirim, sahnede yaptığım konuşmayı hatırlamıyorum. Çıkarsam özellikle kadınlarla ilgili bir şeyler söylemeyi planlamıştım ancak bir konuşma düşünmemiştim.
Ödülü beklemiyordun galiba.
Beklemiyordum gerçekten. Aday filmleri izleyince şunu söyleyebilirim, filmimiz diğer filmlerden coğrafyası, karakterleri gibi özellikleri ile farklı bir yerde duruyordu. Belki jüri özel ödülü verirler diye düşünüyordum. Ancak ödül töreninden önce bize Dardenne’nin jüri özel ödülü vermek istemediğini çünkü ödül verilecek filmin diğerlerinden ayrıldığını düşündüğünü söylediler. Ben tabi yıkıldım. İçimden ‘tüh, o da gitti’ diye geçirdim. Dolayısıyla ismimi duyduğumda inanılmaz şaşırdım. O anı hiç unutmuyorum. Bir de Dardenne’nin bana söylediklerini…
Yönetmen olduğunu ne zaman hissettin? Sete girdiğinde mi, ödül aldığında mı bu duyguya sahip oldun?
Yönetmen olduğumu çok düşünmüyorum. Sessiz’in ilk üç dört planını çekene kadar ne olacağı ile ilgili hiçbir fikrim yoktu. Çekebilecek miyim, olacak mı gibi sorular vardı kafamda. Film yönetmeye çalışanların genel olarak yaşadığı bir durum. Ben inanıyorum ki, Zeki Hoca da bunu yaşıyor. Filmin dört planını çektikten sonra filmin geldiğini anladım. Ancak o ana kadar sürekli olumsuz düşünüyorsun, kafanda bir sürü soru oluyor. Sanırım film yönettikçe bunu hep yaşayacağım ki, şimdi de yaşıyorum.
Kısa film uzun metraja giden bir araç gibi görülür çoğu yönetmen için. Senin için kısa film nedir?
Kısa film, kısa filmdir ve başka bir mecradır. Sinemanın ilk ortaya çıkışı kısa filmledir. Dolayısıyla sinemanın temelidir ve bazı hikayeler kısadır. Bunu uzatmaya gerek yok. Doksan dakikalık bir sürü film var ama aslında on beş dakikada o film derdini anlatır. Bu tür filmlerin başarısız olma sebebi, on beş dakikalık bir hikayeyi, doksan dakikada anlatmaya çalışması. Türkiye’de kısa film, uzun metraj için kullanılan bir yol.
“Herkes en kötü üzerinden kendini konumlandırıyor”
Kısa film yönetmenleri, ‘yönetmen’ olarak kabul edilmez genelde. Böyle bir algı var.
Bizde her şey yanlış zaten. İlk önce yapımcıların, senaristlerin falan saygısı yok ki kısa filme. Kısa film yapan arkadaşların festival gezmelerini çok isterim. Kısa filmin ne olduğu, on beş dakikada neler anlatılabileceği ile ilgili ufuklarının açılması için bunu yapmalarını isterim. Ancak bizdeki kısa filmciler de yanlış. Kısa filmi gerçekten bir derdi olduğu için değil, uzun metraja geçiş yapmak ve kendinden söz ettirmek için kullanalar ve o egoyla yaşayanlar var. Sinema uzun ya da kısa fark etmez bir derdin sonucudur. Kötü doksan dakikalık filmler izlemektense iyi kısa filmleri izlemeyi çok daha besleyici bulurum.
Günümüzde teknolojinin daha ulaşılabilir olması, daha fazla kısa film festivalinin düzenlenmesi gibi sebepler ülkemizde çekilen kısa film sayısını her geçen yıl artırıyor. Buna karşın filmlerin çok azı sinematografik öğeler taşıyor. Sen ne düşünüyorsun bu konuyla ilgili?
Türkiye’de herkes en kötü üzerinden kendini konumlandırıyor. Çok kötü bir film seyredip ‘bu yaptıysa ben de yaparım’ ile hareket ediyor çoğu kişi. Belki onun seviyesi de o kadar. Bir filmi seversin sevmezsin ama bazı standartlar vardır. Kısa ya da uzun fark etmiyor, bu standartlar göz ardı ediliyor. Türkiye’de günümüzdeki on tane yönetmeni bir kenara koyduktan sonra geriye kalanlara bakalım. Nerdeyse her yıl elli altmış film çekiliyor ancak çoğunda sinematografi yok. Dizi mantığı ile film yapılıyor. Sen kendini kötüye göre konumlandırırsan, izlediğin iyiden de bir şey anlamazsın.
“Çoğu kişinin sinema yapmak gibi bir derdi yok”
Sence Türkiye’de kısa film nasıl gelişir?
Yurtdışında kısa film bir sektör. Kısa filmlere para koyan yatırımcılar var. Mesela Cannes’da benim yarıştığım filmler arasında 150 bin euro bütçesi olan filmler vardı. Bu paraya Türkiye’de uzun metraj çekiliyor. Bu parayı verebilen, fonlatabilen bir sistem var orada. Türkiye’de kısa filme ayrılan bütçelere baktığında 5 bin-10 bin lira gibi rakamları görüyorsun. Bakanlık da demiyor ki, 30 filme değil de 10 filme destek olayım, daha fazla vereyim. Diğer yandan da bakanlığın 20 bin lira verdiği dönem de var. Bu parayı alıp bin lira ile filmi çekip kalanını cebe indiren de var. Yani aslında toptan bir ahlak sorunu var. Çoğu kişinin sinema yapmak gibi bir derdi yok. Eğer derdin varsa ve ne yapacağını biliyorsan filmini bir cep telefonuyla da çekersin.
Filmlerin çoğunun gösterimi festivallerle sınırlı kalıyor. İnternet, filmleri daha fazla seyirciye ulaştırabilir. Örneğin senin ilk filmin Hüküm internette yok, neden?
Çünkü bunun DVD ile çıkması gerektiğini düşünüyorum. Neden kısa filme böyle bir alan açılmıyor? Bunun için uğraşıyorum. Genel durumu reddediyorum ve buraya doğru çekilmesi gerektiğini düşünüyorum. Mesela bazı DVD dağıtımcılarının Türkiyeli iyi kısa filmleri DVD’ye basmasını istiyorum. Sessiz’i altı hafta sinemada tutabildim. İyi kısa filmlerin bu şansı yakalaması gerektiğini düşünüyorum.
İlk uzun metrajınla ilgili çalışmaların nasıl gidiyor? Cannes’dan ödül alan bir yönetmen olmak bundan sonra çekeceğin filmler için bir baskı oluşturuyor mu?
2007’den beri aynı senaryo ile uğraşıyorum. Tabi bu süreç insanın üzerinde bir baskı yaratıyor. İyi bir şey yapmak istiyorsun. Kötü bir şey de yapabilirim ayrıca, bu benim hakkım, herkesin hakkı.
“İki Dil Bir Bavul’daki Zülküf’üm ben”
Kafanda bir takvim var mı?
Şu an görünen, bu filmi 2015’ten önce çekemeyeceğimiz. Ama benim de sağım solum belli olmaz. Eşimin doğumu gerçekleştikten sonra elime kameramı alıp, gidip bir şeyler çekmeye başlayabilirim. İlla yüz sayfa yazılmış bir senaryo üzerinden gitmem gerektiğini düşünmüyorum. Temel anlatmak istediğim bir şeyi, ön hazırlık yapmadan, belgesel gerçekçiliği ile anlatmayı deneyebilirim. Böyle alıp gidesim çok geliyor, o yüzden şimdilik bilemiyorum.
Kürt bir sinemacısın. Be Deng’te de (Sessiz) ailenin hikayesini anlatıyorsun. Filmlerinde Kürdistan’da yaşananları anlatmakla ilgili dertten öte bir sorumluluk hissin var mı? Ayrıca yeni dönem Kürt sinemasını nasıl değerlendiriyorsun?
Toplumunun yaşadığı her şey, özellikle sanatla uğraşıyorsan seni ister istemez ilgilendirir. Çünkü sen de aynısını yaşıyorsundur. Kürt olmanın ne olduğunu ailem de ben de yaşadım. Dolayısıyla yaşadıklarından soyutlayamazsın kendini. En yakın olduğun kültür, kendi kültürün. Tabi ki o insanları, hikayeleri anlatacağım. Ama bunu gerçekten doğru ve ahlaklı bir şekilde yapmak gerekiyor. Bu tarz meselelerde sömürmemek gerekiyor. Kürtlerin mazlum bir halk olduğunu biliyorum çünkü o mazlumiyete ben de Kürt olduğum için aitim. Hiçbir başarısızlığımı ya da hiçbir açığımı o mazlumiyet duygusunun arkasına saklanarak temize çıkaramam. Bu, büyük bir saygısızlık olur. Kürt sinemacıların çoğu bunu sömürerek bir yere getirmeye çalışıyor. Ötekileştirilenlerle ilgili bir laf söylerken onun bilincinde ve sorumluluğunda söylememiz gerekiyor. Dolayısıyla Kürtleri anlatmakla ilgili böyle bir sorumluluk yaşıyorum. Yalan söylememek, sömürmemek, Kürtlerin acılarını kendi çıkarıma tahvil etmeye çalışmamak gibi bir sorumluluk elbette taşıyorum.
Türkiye’de son dönemde beğendiğin Kürt filmi var mı?
İki Dil Bir Bavul’u anmak isterim. O filmdeki Zülküf’üm ben. Öğretmen Türkçe bir şey söylediğinde o çaresiz bakışın ne olduğunu çok iyi biliyorum. Sinemada o ana insanlar gülerken ben acı çekmiştim çünkü o an Zülküf’ün ne hissettiğini biliyordum. Zamanında aynı şeyleri ben de yaşamıştım. (MC/ÇT)