7 Ekim 2011 tarihli Habertürk gazetesinin manşetinde, Manisa'da kocası tarafından bıçaklanan Ş.E.'nin çıplak sırtına saplanmış bir ekmek bıçağıyla sedyede yüzükoyun, bilincini kaybetmiş ve kanlar içinde yatarken çekilmiş bir fotoğrafı yayınlandı.
Büyük boy basılan fotoğrafta kadının yüzünün ya da bedeninden akan kanların gizlenmesine gerek duyulmamıştı.
Fotoğrafa tepki duyan onlarca kadın ve erkek, saatler içinde internet üzerinden örgütlenerek gönderdikleri tepki mesajlarıyla önce Habertürk'ün internet sitesinden fotoğrafı kaldırmasını, sonra da Basın Konseyi'nin bu konuyu görüşmek üzere acil toplanma kararı almasını sağladılar.
Kadın örgütleri, yayınladıkları açıklamalar ve Habertürk'ün önünde düzenledikleri gösterilerde, yapılanın "şiddet pornografisi" olduğunu anlattılar.
O fotoğraf ve Fatih Altaylı
Habertürk gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı ise, 8 Ekim 2011 tarihli yazısında tahmin edileceği üzere, fotoğrafı kadına yönelik şiddete dikkat çekmek, kendi tabiriyle "rahatsız etmek" için bastığını savunuyor.
İnsan hakları savunucusu Eren Keskin için "gördüğüm yerde cinsel tacizde bulunmazsam namerdim" diyen ve bu sözleri nedeniyle tazminata mahkum edilen Fatih Altaylı'nın kadına yönelik cinsel şiddete bakış açısı düşünüldüğünde samimiyetine inanmak mümkün değil.
Ölü ya da diri, kadın bedenini tiraj malzemesi görme geleneğinin yazılı basında yaygın olduğunu biliyoruz.
Habertürk de dahil birçok gazetenin manşetlerinde ve arka sayfalarında ünlü kadınların "seksi" fotoğraflarının yer aldığı magazin haberlerine yer veriliyor; üçüncü sayfa haberlerinde kadınların fotoğrafları erkeklerin fotoğraflarına göre daha çok sayıda ve daha büyük boyutta kullanılıyor; bu gazetelerin internet sayfalarındaki foto galerilerde çıplak kadın bedenleri sıra sıra internet kullanıcısı erkeklerin beğenisine sunuluyor.
Gazeteler ticari kurumlar. Genel yayın yönetmenleri, gazetelerin manşetlerini ve içeriğini belirlerken tiraj tahminlerini göz önünde bulunduruyorlar.
Deneyimli gazeteci Fatih Altaylı, manşetten büyük boy verilen bu fotoğrafın gazetesine tirajda ve tıklanma sayısında artış olarak geri döneceğinin farkındaydı.
Altaylı'nın bilincini yitirmiş, savunmasız bir insanın bedenini, onun mahremiyet haklarını çiğneyerek binlerce insana servis edişini savunmak için sofistike argümanlar, güya vicdanlara seslenen süslü sözler üretmesine gerek yok: Ş.E.'nin ölmek üzereyken görüntülenen yarı çıplak fotoğrafının, Türkiye medyasının çıplak kadın bedeninden nemalanma geleneğinin bir uzantısı olduğunu biz kadınlar çok iyi biliyoruz ve teşhir ediyoruz.
Fotoğrafın ardındakiler
Habertürk'ün ticari kaygılı, ucuz gazeteciliğine yönelik tepkiler arasında gözden kaçırılmaması gereken başka bir konu daha var: o da, Ş.E.'nin sığınmaevinden kocası tarafından çıkarılmış olması.
Nitekim, fotoğrafa tepki göstermekte gecikmeyen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin de yazılı açıklamasında buna değiniyor: "...yaşamını yitiren vatandaşımızın sığınma evinde, koruma altında olduğu, ancak kendi rızasıyla burayı terk ettiği anlaşılmaktadır."
Gazetelerde yer alan haberlere göre, Ş.E.'nin dayakçı kocası İbrahim E. bir buket çiçek alıp elini kolunu sallayarak sığınmaevine gidiyor, karısıyla yine hiçbir engelle karşılaşmadan görüşüyor ve onu ikna ederek eve dönmesini sağlıyor.
Cinayeti de eşi eve döndükten bir saat sonra işliyor. Bakan Şahin'in medyaya ayar çekmeye pek meraklı bir hükümetin mensubu olduğu düşünüldüğünde Habertürk'e bu kadar seri tepki vermesi hiç şaşırtıcı değil. (Nitekim, Bakan Şahin açıklamasının devamında, kadına yönelik şiddetle mücadeleye yönelik olarak hazırlanan yeni kanun tasarısında "medyanın kadına yönelik şiddet haberlerini veriş biçimi ile ilgili konuları da kapsayacaklarını" bildiriyor.)
Şaşırtıcı olan, Bakanın, İbrahim E.'nin adresi gizli olan sığınmaevinde koruma altına alınmış Ş.E.'ye nasıl bu kadar kolayca ulaşabildiği konusunda bir açıklama yapma ihtiyacı duymamış olması.
Sığınmaevi ne işe yarar?
Sığınmaevleri, Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü, Belediye ya da kadına yönelik şiddet alanında çalışan kadın örgütlerinin bünyesinde kurulan, aileiçi şiddet ya da yakın partner şiddeti nedeniyle can güvenliği tehlikesi olan kadınların geçici süreyle kaldıkları, adresleri gizli yerler.
Sığınmaevi, misafirhane, otel ya da düşkünler evi değildir. Sığınmaevinde kalan kadınlara sadece güvenli barınma hizmeti sunulmaz; esas olan, kadına, yaşadığı şiddeti geride bırakarak şiddetsiz bir hayata adım atma gücünü toparlaması için psikolojik, yasal ve sosyal destek sağlanmasıdır.
Oysa sığınmaevlerinde kalan kadınlar, sığınmaevlerinin fiziksel koşullarının (ısınma, yatak, yemek vb.) tatmin edici olmadığını, düzenli psikolojik desteğin ve sığınmaevi sonrası hayatları için yasal ve sosyal rehberliğin yetersiz olduğunu anlatıyorlar.
Kadına yönelik şiddet konusunda politika üreten kuruluşlar olması gereken Sosyal Hizmetler İl Müdürlükleri ise, engellilere yönelik evde bakım hizmetleri ödeme ve izleme işlemlerinin ağırlığı altında eziliyor (Evde bakım hizmetini kim ifa ediyor? Kadınlar!).
Her şiddet başvurusu, sınırlı sayıdaki sosyal hizmet uzmanları için ek bir iş yükü demek.
Öte yandan, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğünün websayfasında kadın sığınmaevlerinin (devletin pek manidar terminolojisi ile "kadın konukevleri"nin) Hizmetler/Kadın, Aile ve Toplum başlığı altında yer alması bile, devletin kadına yönelik şiddetle mücadeleye bakışını özetliyor: kadını mümkün olduğunca ailenin içinde tut!
Sığınmaevlerinde koruma altına alınmış karılarıyla "barışmak" için Sosyal Hizmetler İl Müdürlüklerine başvuran İbrahim E. gibi dayakçı kocalar, "aile bütünlüğü" lafını dillerinden düşürmeyen yöneticiler aracılığıyla ve rahatlıkla güya koruma altındaki kadınlara ulaşıyorlar.
Bu barıştırma girişimlerinden biri, geçtiğimiz aylarda Kırşehir'de neredeyse başka bir kadının canına mal oluyordu.
Ne ilginç ki, dayakçı kocalar sığınmaevlerinde kalan karılarına bu kadar rahatlıkla ulaşabilirken, kadına yönelik şiddet alanında çalışan kadın örgütleri sığınmaevlerinin kapısından sokulmuyor.
Oysa kadına yönelik şiddetin devletin gündemine girmesini sağlamış ve şiddetle mücadelede büyük bir deneyim biriktirmiş olan kadın örgütleri, sığınmaevlerinde hem gözlemci olarak uygulamaları izleyip raporlayabilir, hem de burada kalan kadınlarla onları destekleyici ve güçlendirici çeşitli çalışmalar yapabilir.
Kadınlar ölüme mi rıza gösteriyor?
Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü istatistiklerine göre, sığınmaevlerinde kalan kadınların yarısı en fazla beş gün sonra sığınmaevinden ayrılıyor.
Sığınmaevinden ayrılan kadınların kaçı şiddet gördüğü ilişkiye geri dönüyor, şiddet devam ediyor mu?
Bunu bilmiyoruz.
Çünkü Sosyal Hizmetler İl Müdürlükleri, kadınların sığınmaevinden çıkış sonrası takiplerini yapmıyor. Ş.E.'nin durumundaki birçok kadının sığınmaevinden Bakan Şahin'in deyimiyle "kendi rızasıyla" ayrılarak şiddet gördüğü ilişkiye yeniden döndüğünü biliyoruz.
Peki bu rıza hangi koşullarda oluşuyor?
Kadınlar sığınmaevine can korkusuyla, süregiden düzenlerini, alıştıkları herşeyi ve bazen çocuklarını geride bırakarak geliyor. Burada kendileri gibi şiddetin yarattığı travmayı yaşayan bir dolu kadınla beraber yeni bir düzen oluşturmak zorundalar.
Bazen kalabalık, bazen binanın fiziksel eksiklikleri, psikolojik desteğin ve sosyal aktivitelerin az ya da hiç olmaması, çocuklarına duyduğu özlem kadının yaşadığı sıkıntıyı artıran faktörler.
Sığınmaevleri, kadınların evdeki terörden kurtulup nefes aldıkları, kendilerini ruhen ve bedenen toparlayıp güçlenerek, sığınmaevinde alacakları psikolojik ve sosyal desteğin yardımıyla bundan sonraki hayatlarına dair güven içinde ve sakince kararlar verebilecekleri yerler.
Oysa kadının sığınmaevine girdiği ilk andan itibaren dayakçı kocanın ısrarlı barışma girişimleri, Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü'nün bu girişimlerden kadını sürekli haberdar etmesi, dayakçı kocanın her başvurusunda kadına kocasıyla görüşmek isteyip istemediğinin tekrar tekrar sorulması, bazen o kutsal "aile bütünlüğü"nün sağlanması için kadına "pişman olmuş" kocasıyla görüşmesi yönünde telkinlerde bulunulması, tüm bunlar, kadının ihtiyacı olan nefesi almasına ve kendiyle baş başa kalıp kendisini koruyacak kararları alması için gerekli olan zamanı kullanmasına engel oluyor.
Şiddet uygulayan erkeklerin, başkalarının yanında çok yumuşak, sevecen görünebildiklerini, pişmanlıklarını ikna edici biçimlerde dile getirerek (bazen salya sümük ağlayarak) kadından ikinci bir şans istediklerini, kadının erkeğe geri dönmeyi kabul ettiği andan itibaren ise şiddetin yeniden - bu sefer daha ağır olarak - başladığını biliyoruz.
Şiddet gören kadınların bir kısmı bunu çok acı deneyimlerle öğreniyor. Bir kısmıyla ise bu deneyimin paylaşılması gerekiyor.
İşte sığınmaevlerindeki psikolojik danışmanlık bu nedenle önemli: şiddet gören kadınla dayanışmak; gelecek kaygıları ya da suçluluk duyguları karşısında onu güçlendirmek; şiddet uygulayan erkeklerin özellikleri, şiddet-erkeğin barışma ısrarı-barışma-şiddet şeklinde devam eden ve herhangi bir noktada müdahale edilmezse ölümle sonuçlanabilen şiddet döngüsü konusunda kadını bilgilendirmek; şiddet içeren ilişkisine ve dayakçı kocasına bir şans daha vermek isteyen kadınlara, yeni bir şiddet durumunda kendisini nasıl koruyacağını anlatmak için.
Kötü fiziksel koşullar; eksik danışmanlık, dayanışma ve rehberlik nedeniyle çocuklarını bir daha görememe, yoksullaşma, yalnız kalma korkuları; barışma teklifiyle gelen kocanın ve sığınmaevleri yöneticilerinin alenen ya da örtük "ailene dön, yoksa sokaklara düşersin" telkinleri; tüm bunlar karşısında şiddetin ve dayakçı kocanın herşeye rağmen bilindik ve tanıdık olan olması...işte Bakan Şahin'in bahsettiği rızanın oluştuğu koşullar.
Bazı kocaların, sığınmaevinde ya da Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü'nde kadınla yaptıkları görüşmede, "tatlı" ikna çabalarının işe yaramadığını hissettiklerinde renk değiştirip savurdukları örtük tehditleri ("çocukları bir daha göremezsin", "ya şimdi eve dön, ya da bir daha dönemezsin", "benimle gelmezsen aileni öldürürüm") ise hiç saymıyorum.
Bakan Şahin'in yanıtlaması gereken sorular
Bakan Şahin'in Habertürk gazetesinde yayınlanan o fotoğraf için hissettiği sorumluluğun çok daha fazlasını, Ş.E.'nin sığınmaevinde kalmaya devam etmesine uygun şartların yaratılamamış ve buradan ayrıldıktan 1 saat sonra öldürülmüş olduğu gerçeği için hissetmesi gerekiyor. Bakan Şahin'in yanıtlaması gereken sorular var. İşte bu sorulardan birkaçı:
Ş.E.'ye sığınmaevinde bulunduğu sürece onu güçlendirici, sürekli psikolojik/sosyal/yasal destek ve rehberlik sağlanmış mı?
Ş.E. Savcılık kanalıyla sığınmaevine gittiyse karakolda "aileiçi şiddet olayları kayıt formu" doldurulmuş olmalı. Formdaki risk değerlendirmesinin sonuçlarından sığınmaevi yöneticileri haberdar değil miydi?
Hangi sığınmaevi yöneticisi, hangi gerekçeyle, nasıl bir risk değerlendirmesinden sonra Ş.E.'nin kocasıyla görüşmesini onaylamış?
İbrahim E.'nin karısıyla yaptığı görüşmede onu tehdit etmediğinden/baskı uygulamadığından emin olunarak mı Ş.E.'nin sığınmaevinden çıkış işlemleri yapılmış?
8 Ekim 2011 tarihli habere göre, Ş.E. zaten kocasının bıçaklama girişimine maruz kaldığı için sığınmaevinde koruma altına alınmış. Aynı tarihli başka bir habere göre, sığınmaevinde kalan diğer kadınlar, Ş.E.'yi kocasına dönmemesi, yoksa öldürüleceği konusunda uyarmışlar.
Aynı risk değerlendirmesini sığınmaevi yöneticileri yapamadı mı? Ş.E.'ye dayakçı ve bıçakla yaralamaya meyilli kocasıyla eve dönmesi durumunda karşı karşıya olabileceği riskler hakkında bilgi verildi mi?
Ş.E.'ye eve döndükten sonra öldürülme riskiyle bir daha karşılaşması durumunda neler yapması, nasıl hareket etmesi, kendisini korumak için hangi önlemleri alması gerektiği anlatıldı mı?
Sığınmaevi yöneticilerine yönelik bir soruşturma başlatılacak mı?
Anaakım medyanın, kadın bedenini erkek okuyucuların zevk nesnesi, kadına yönelik şiddeti ise sansasyonelleştirerek tiraj malzemesi yapması ile mücadele etmemiz kadar önemli bu soruların yanıtını aramak.
Çünkü Ş.E. öldürülmeseydi, o fotoğraf da olmayacaktı... (AS/BA)