Rengarenk şemsiyelerinin altına sığınıp, gidecekleri yere bir an önce ulaşabilmenin telaşıyla yürüyor insanlar.
Kavşakta birbirini kilitleyen arabaların ışıkları kırmızı birer çizgiye dönüşerek ıslak sokaklara akıyor.
Gördüğüm bütün şemsiyesiz insanlara dostlukla bakıyorum; yaşamının bir döneminde demir parmaklık arkasından izlemek zorunda bırakılanlar yağmurun kıymetini iyi bilir önyargısıyla.
Yağmurun eğri yağdığı o günlerden kulaklarıma küpe olan “ne güzeldir yollarda olmak şimdi” dizesinin çağrıştırdığı; darbe günlerinde ayrı düştüğüm sokaklara olan hasretim, hiç çıkmıyor aklımdan.
Yağmurda ıslanma özgürlüğümü sonuna kadar kullanmaktan geri durmuyorum yine.
Saçlarımdan yüzüme süzülen yağmur tanelerinin keyfini çıkararak usul usul yürüyorum Punta’da.
Punta’ya yağmur yağıyor, Alsancak Garı’na yalnızlık
Yolun sağa doğru kıvrılmaya meylettiği yerde, yağmurdan sonra kazandığım ikinci bir ödül gibi karşıma O çıkıyor.
Göz göze geliyoruz, ıssız gözlerine uzun süre bakamıyorum, yere eğiyorum başımı.
O caddeden her geçişimde adımlarımı yavaşlatıyor olmamdan, ona duyduğum hayranlığı anlamış olmalı diye geçiyor aklımdan.
Bana doğru uzanan elini fark edince şaşırıyorum. Kolumdan tutup içeri çekiyor beni.
Ne trenler var görünürde ne de insanlar.
Bütün kalabalığı çekilmiş, bomboş kalmış içi.
Rüzgarın getirdiği sarı yapraklar sürükleniyor yerlerde.
Eski günlerin iğne atsan yere düşmeyen kalabalığını hatırlayıp, hüzünlerden hüzün beğeniyorum kendime.
İçim burkuluyor; onun kavuşturan ve ayıran gücünden kendini var eden peronların sessizliğini görmekten.
Gidip tren raylarının ortasına oturduğumda; tanığı olduğu bütün ayrılıklardan yadigar kalan kederlerin toplamıyla iç çekiyor.
O kırmızı Eylül’de dünyanın dört bir tarafına saçılanlar…
Uzayıp giden rayların gidebildiği yere kilitleyip gözlerini; yağmur kokusuyla bulutlanan bakışlarıyla, benim göremeyeceğim kadar uzaklara bakıyor.
Konuşmaya başlıyor neden sonra;
Bir keresinde; gözleri siyah, yüreği ışıklı bir kadın, dönmesinden umudu kestiği sevgiliye kavuşmuştu burada…
Bir delikanlı vardı; saçları kıvırcık, içi kalabalık, para yoksulu biriydi.
Her akşam 12 trenini karşılar, bütün yolcular trenden inip sokaklara dağıldıktan sonra, aklında bir çift hareli gözle çıkıp giderdi, ertesi gün saat tam 12’de yine gelmek üzere.
Sonra bir kadın vardı; her iş çıkışında gelip, hiç gelmeyeceğini bildiği bir oğlu gece trenlerinden gönlüne alıp, evine öyle giderdi.
Yine bir keresinde; o kırmızı eylülde dünyanın dört bir tarafına saçılan üniversite arkadaşları şu dokuz numaralı peronda buluşup, hiç gelemeyecek olanların mateminin gizlendiği gülüşleriyle sarmaş dolaş olup, bütün gençlik anılarını döküp saçmışlardı buralara.
Ya o ihtiyar balıkçı?
Bir sabah ilk trene binerek giden eşini beklemek için yıllardır gelip şu karşıdaki banka oturur, trenlerden inenlerin yüzlerinde arardı, onun küskün gözlerini.
Dedi mi?
Yoksa, yağmur taneleri mi, konuşan?
Lodos? Dışarıdaki lodostu belki de bunları fısıldayan.
150 yılın anıları dolaşıyor ortalıkta…
Öyle ıssızdı ki içi.
150 yıllık ömrünün bu en kimsesiz günlerinden öyle incinmişti ki; insanların vefasızlığı kara bir yağmur bulutu gibi gelip yalnızlığını çoğaltıyordu durmadan.
Her şey yerli yerindeydi oysa; sütunlar, raylar, lojmanlar, taş binalar, istasyon şefinin odası, masası, koltuğu, kalemliğine varasıya her ayrıntı eskiden olduğu gibiydi de, bir tek istasyon şefi yoktu ortalarda.
Trenlerden inip kentin sokaklarına darı taneleri gibi saçılan ve trenlere binip hasretlerini bitirmek için yollara düşen insanlar gelmiyordu artık, istasyon şefinin olmadığı Gar’a.
Ahşap banklar boştu, bilet gişeleri boştu, lojmanlar boştu…
Sadece anılar dolaşıyordu ortalıkta.
Duvardaki saat hiç kaytarmadan işini yapıyor olsada, boş tren yollarının mahzunluğunda zaman durmuştu Gar’da.
Vitraylı camların ardında bütün telaşıyla akıp gidiyordu hayat.
Punta’ya yağmur yağıyordu, Alsancak Garı’na yalnızlık. (Gİ/EZÖ)