Soma katliamı içimizi bir kor gibi yaktı. Soma’nın küllerini biraz eşelediğimizde memleketin genelinden pek de farklı olmayan derin bir yoksulluğun o gizlenen gerçeği tüm sıcaklığıyla ortaya çıkıyor...
Öylesine bir katliam ki sermaye sınıfı, sahip oldukları televizyonlar ve medyalarıyla kendi yarattıkları faciayı siyah kurdelalarıyla bezedikleri ekranlarda reality show’a dönüştürerek hızla gerçekliğin içini boşaltmaya girişti.
Ana akım medyada diktatörü ve sermaye sahiplerini koruma kollama ritüellerine timsah gözyaşları eşlik etti. Oysa, bir Somalı “Bizi unutmayın” derken ne denli yalın ve can alıcı bir meseleyi dile getiriyordu.
Bizi unutmayın çığlığı her ne kadar yaşanılan facianın ortasında çınlasa da aslında çağımızın en büyük sorunlarından birine bilinçdışından bir ağıt gibi yükseliyor.
İnsanlık olarak büyük bir hafıza sorunu ile karşı karşıyayız. Bütünüyle makinasal bir dünyanın içinde yaşarken düşünsel yetilerimiz hızla tırpanlanmakta, derinlikli ve kavramsal düşünceyi içten içe kemiren sıradanlığın otosansür benzeri yapay sesiyle varoluşun yok yerini arar gibi bakınıyoruz.
Televizyon; burjuvazinin suç işleme özgürlüğünün örgütlenmiş biçimi olan hukuk alanından, adliyelerden, artık sermayenin tamamen hiçleştirdiği sosyal sigortalardan, hastanelerden, ordudan, eğitim kurumlarından, bankalardan, bir bütün olarak toplumsal adlı mekanizmadan, bir kaçış yeri olarak belirmekte. Televizyon ve medya üzerinden topyekün bir proleterleştirme yaşanmakta. Burada yabancılaşmanın bambaşka bir biçimi ile karşı karşıyayız.
Aydınlanma filozoflarından olan Kant’ta en özgün ifadesini bulan tarihsel ilerlemecilik tezi doğaya insan lehine hakim olma fikriyle eşgüdümlüdür. Döngüsel tarih anlayışının yerine ikame edilen tarihsel ilerlemecilk, bilen özne ile bilinen nesne karşıtlığı temelinde benliğin kendini kuruşunu temel alır. Ancak böylelikledir ki modernitenin gemi azıya aldığı bir yol belirir. Teknolojik gelişmelerin itici gücüyle hızlanan bir evrende zaman ve mekan boyutları tamamen tepetaklak olurken “Dünyanın çivisi çıkar.”
Burjuvazi, aristokrasiye karşı bir zafer kazanarak kökleşirken 19. Yüzyıl Avrupa’sı devrimler, isyanlar, ayaklanmalar, altüst oluşlar ile karşı karşıyadır artık. Topraksız ve aç kalan, şehirlere akın eden köylüler ve Sanayi Devrimi karşısında kölelik düzeyinde yaşamlarını sürdüren biçare yığınlar ortaya çıkarken yeni bir savaşımın taraflarından biri olarak da işçi sınıfı tarih sahnesinde belirir.
Karl Marx’ın tamamlanmamış eseri olan 1848 El Yazmaları’na ilham veren tüm bu gelişmeler karşısında ekonomi politiğin eleştirisini yapmaya girişen Marx, henüz Hegel’in etkisindedir. Hegel’in kavramsal olarak geliştirdiği yabancılaşma mefhumu esas olarak özne-nesne karşıtlığı temelinde benliğin kendini nesneleştirmesini yaratıcı bir edim olarak görür. Benliğin kendini bir ürün olarak serimleyerek yabancılaşması ve tekrar ve tekrar kendini yaratması. Marx, yabancılaşmayı üretim ilişkileri temelinde ele alırken aynı zamanda onu üretim araçları karşısındaki işçi ile ilişkisinde çözümler. Üretilen ürün karşısında pratik bir beceri ile tekrarlanan bir faaliyet olarak üretim aşaması, işçinin; tekrarlanan bir dizge ve düzenek içinde hem yarattığı ürüne hem de kendine yabancılaşmasına yol açar.
Bu tarihsel kesitte proleterya üretim araçlarına sahip olmayan ücretli emek gücü olarak işçi sınıfını tarif etmektedir. Ancak bu noktada işler çetrefilleşir. Gilles Deleuze ve Felix Guattari ‘nin Anti-Oedipus adlı eserlerinde de belirttiği üzere proleterya, işçi sınıfı değildir. Tıpkı üretim araçları tarafından hafızası alınan işçi sınıfı gibi bütünlüklü bir mekanizma/makina tarafından kodlanan, bir bütün olarak insan makinasal bir düzenekçe biçimlenir. Burada genel olarak topyekün bir proleterleşmeden bahsedilmekte; hafızasız bırakan, düşünme gücünü emen, yaşama edimlerini körelten dişli bir makina: Kapitalist makina.
Soma katliamında öldürülen işçiler, acı çeken insanlar üzerinden nicedir tüm görüntülerimizi yutan aynada bir kırılma yaşadığımız gün gibi ortada.
Kimbilir belki de ani bir irkilme ile aynada çarpılan görüntümüzden ürktük. Bu topraklar nice katliamlar görmüş ve bunları unutmuş olmasına rağmen yaşanılan facianın düğümleri ilmik ilmik sökülmeyi bekliyor. Özellikle televizyon adlı aygıt ile insanların ilişkileri üzerinde düşünmekle başlanmalı. Facianın boyutları ortaya çıktıkça medya insanlara aşırı duyarlıklı yayınlar üzerinden bir dizi izletmeyi başarmış, ki burada makina dişlerini bileyerek gerekli önlemleri anında almıştır, gerçekliği imge enflasyonuna boğmuş ve yabancılaşmada açılacak bir gediği hızla kapatmıştır. İnsanlar ilk şaşkınlığın ardından belli bir süre dizilerine dönmedilerse eğer, bu nedenledir.
“Yaşamla televizyon birbirlerinden ayrılması imkansız bir solüsyona benzemektedir” diyor Baudrillard. Yaşamın tamamen makina tarafından kuşatıldığı bir evrende, makinanın dişlilerinden biri olan televizyon gerçeklik ile gerçekliğin yerini alan gerçeklik arasındaki ince çizgiyi olabildiğince seyrelterek beyaz ekranları karşısında seyirciler yaratmakta, ellerinde tuttukları sarkaç ile de anlamı bir uçtan bir uca savurarak yok etmekte, büyülenmiş bir dünya yaratarak izleyicileri içinden çıkılmaz bir ekranda yeniden yaratmakta.
Baudrillard ilginç bir örnekle durumu açımlar: “Her şeyin televizyon ve haber düzeyinde olup bittiği bir evrende yaşıyoruz. Örneğin Yahudi katliamının Holocauste adlı televizyon dizisi yüzünden anlamını yitirmesi gibi, televizyon adlı soğuk iletişim aracı bu işi o küllenmiş katletme düzeninin yerini alarak becermiştir. Böyle bir film aracılığıyla toplumun başına gelen kötülükten tamamen arındırılacağı sanılıyordu.” (1)
Muhafazakar ve liberal AKP rejiminin en önemli dayanak noktalarından birinin medya oluşunda şaşırılacak bir yan olduğu söylenebilir mi? AKP, rejimini; medyayı bir baskı aygıtı olan güvenlik güçlerinden çok daha etkili bir biçimde kullanarak pekiştirmekte, olguları sürekli tahrip etmekte. Gelgelelim diktatör, tüm bu kısır döngü içinde yalıtılmış dünyasına giren acılı insanların tepkileri karşısında nefretini ve kinini korkunç küfürler ile kusmuş ve saldırıya geçmiştir, madende işçileri katleden kapitalistler gibi...
İlginç olan ise görüntülerin yok edilme girişimlerinden çok yalanlanmasıdır. Madenden ölü olarak çıkarılan işçilere oksijen maskeleri takılarak sağ olduğu yalanı görüntüye verilirken, apaçık bir gerçek yalanlanarak yok sayılmakta.
Soma bir kırılma noktasıdır, tıpkı Gezi gibi. Tüm o ekonomik kalkınma modellerinin, liberalizmin iflası çoktan beri yaşanmakta. Sistem kendi içinden çeşitli devrimci darbeleri zaten almakta. Örneğin; kimilerinin pek özendiği Çin’de hayatı durdurma noktasına getiren hava kirliliği, memleketimizde de sürekli yaşanan trafik kazaları, yaygınlaşan depresyon...
Ayrıca, işçi sınıfı hareketinin geriye çekilişinden beri sistem karşıtı farklı müdahale biçimleri beliriyor. Occupy eylemleri tüm ezberleri bozan müdahale biçimlerinden biriydi. Öyle ki biz yüzde doksan dokuzuz diyen insanlar, banka kredileriyle bir ömür borçlanarak edindikleri evlerinde sürekli televizyon karşısında oturan Amerikan halkının rahatını kaçırmış, gerçeğin o soğuk sesi enselerinde yankılanmıştır.
Gezi ayaklanması her ne kadar sistem karşıtı bir hareket değilmiş gibi gösterilmeye çalışılsa da esasen içinde keşfedilmeyi bekleyen birçok unsur barındırmakta. Üç beş ağacın savunusu dahi kapitalin ekolojik kıyımına karşı bir duruş, holding medyalarının önünde günlerce sürdürülen protesto eylemleri alttan alta televizyonun proleterleştirmesine karşı birikmiş olan bir isyanın dışavurumu; bir savaş meydanı olarak kenti kullanarak makinanın dişlilerinden olan polise, tomalara, gaza bedenlerin siper edilip burjuvazinin şiddetini görünür kılarak kenti kazanma girişimleri...
Tüm bunlar politik iktidarı talep etme girişimlerinden çok yaşamı bir bütün olarak değiştirme isteğine işaret ediyor. Gezi, Soma’yı engelleyemedi; ama ısrarla yaşamı, yaşamayı değiştirme inadıyla gerçekliğini ve haklılığını sürdürüyor. (UA/YY)
(1) Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, Çev. Oğuz Adanır, Doğubatı Yay. sf 83.