Tümüyle sıradanlığa bürünmüş bir dünyada mümkünlerin sınırında döneniyoruz. Mümkün çehreler, olası anlamlar arasında kayboluyoruz.
Perdenin hangi tarafında olursak olalım, ki izlendiğimiz ve izlediğimiz ve sustuğumuz ve konuştuğumuz, koşuştuğumuz, kızdığımız ve kızardığımız, bizi de içine çeken bir girdap denli acımasız bir oyunda düşüremediğimiz her maske tüm ürkünç gizleriyle zihnimize çarpık imgeler bırakıyor. Bunca boğuntular arasında perdeler bir açılıyor bir kapanıyor. Nerede başladığını ve nerede biteceğini bilmediğimiz bir oyunda yoruluyoruz. Oturuyoruz. Bekliyoruz, bekleşiyoruz. Işıkları kapatılmış bir tiyatro salonunu andırıyor bekleştiğimiz yer.
Maske ve bağlantı noktaları
Savaş sonrası soyut resmin öncülerinden olan Victor Pasmore, Points of Contacts adını verdiği bir dizi çalışmasında paramparça olmuş imgeyi esas alır. İkinci Dünya savaşını, travmayı yaşamış bir ressam bir insan olarak parçalanmış benliğin izleğini sürer. Altüst olmuş bir dünyanın yıkıntıları arasında kalan insan şaşkındır Pasmore’a göre, imgelemi çarpılmış ve kaybolmuştur. Kendisine yutturulmak istenen tüm değerler beklenenin aksine Hitler’in bedeninde ete kemiğe bürünmüş, tüm Avrupa’yı ve Dünya’yı bir harabeye çevirmiştir. Oysa, İktidarı göklerden indirdiğini iddia eden Modernite insanlığa ilerlemeyi sunmuştu.
Pasmore’un resimlerinde beliren çizgilerde, iktidarın soykütüğünü çıkaran Michel Foucault’un “Aydınlanma bize disiplinel insanı hediye etti,” sözlerinde ne denli haklı olduğunu görebiliriz ya da panoptik iktidar karşısında ne denli aciz kaldığımızı. Sürekli gözetim altında tutan görülmez bir göz tarafından izlenmekte, sayısallaştırılmakta, kayıt altına alınmaktayız. Oysa ki kilisenin ve kralın elinden alınan insana, ki iktidarın simülatif bir yer değişim oyunu söz konusuydu, bireyselleşme sunulmuştu. Gerçekleştirilmesi beklenen bir benlik. O artık, kağıt üzerinde, özgürdü.
Ve fakat özgürlüğün bir sınırı olmalıydı; çünkü herkesin özgür olduğu bir dünyada öteki ile yaşanacak sınır durumlar vardı. Doğu’yu sömürerek oluşmuş Antik Yunan Medeniyeti üzerine kurulan Batı Dünyasının iliklerine işlemiş sömürgecilik deneyimleri öteki ile ilişkilerde uzman sayılabilirdi. Böylelikledir ki erken dönem Rönesans’la birlikte filizlenmiş olan Modernite, toplumsal sözleşmeler üzerinde yükselmekteydi. Kendisine vaat edilen hakları yine kendisinin yararına bir üst güce devretmekte, haklarından ve özgürlüklerinden feragat etmekte, o ortaçağa özgü tüm aykırılıklar yerine yepyeni bir kalıba girmek üzeredir. Ayrıca, görülebilir bir iktidar artık gizil bir hale bürünmüş; çarpışmalar, meydan okumalar, yüzleşmeler zorlaşmaktadır. Gücün belirsizleşti bu düzlemde insan yepyeni bir savaşıma katılmak üzeredir. Ya suretsiz bir güç karşısında duracak, ya da kendisi de bir maske takarak aynanın karşısına geçecektir.
İkinci Dünya savaşını bizzat İspanya iç savaşında direniş güçlerine katılarak yaşamış olan George Orwell İngiliz orta sınıfını olabildiğine suçlar. İnsanların kitleler halinde nasıl da güçle özdeşleştiğini gören Orwell, İngilizlerin “sekiz, sekiz, sekiz savaş gemisi isteriz” diye bağırdığını duymuştur. Ve sonunda şöyle diyecektir Orwell: “But the dead men had their revenge after all (Sadece ölüler intikamlarını alabildiler).” (Books v. Cigarettes, Penguin,sf.45)
Akışkan imgeler
“Işıkta olmak var olmak demektir”, diyor Max Frisch.
Öyle ya; okulda, hastanede, kışlada, evde, işyerinde her daim üzerimize biçilmiş kıyafetleri giyip rollerimizi layığıyla yerine getirmek için bunca didiniyoruz. Üstelik toplumsallıkların erişebileceği sınırları çoktan aşmış bulunmaktayız. Artık delirme gücünü dahi kendimizde bulamıyoruz, biliyoruz ki o da eni sonu bir varoluş. Geriye kalan tek şey süngerleşmenin dayanılmaz hafifliği. Sürekli yutuyoruz bize gönderilen imgeleri; haberleri, dizileri, maçları, tweetleri, ölümleri, intiharları, savaşları.
Dünya artık ne Foucault’un analizlerine uyuyor ne de insan artık Pasmore’un acıdığı, kızdığı o parçalanmış insan. Tümüyle edilgenliğe itilen, kendisine gönderilen her şeyi bir vakum gibi çekmesi istenen, üstelik burada iktidar herkesi bu oyuna davet etmekte, uyumlulaştırılan insanlar. Ayrıca, uyumluluk hiper bir boyut kazanıp karşıtını kendi elleriyle besleyip yaratırken yine ona beklediği meşruluğu sağlamakta.
Örneğin, AKP rejiminin geçenlerde uygulamaya soktuğu tweeter yasağını ele alalım. İktidarın bu konuda tweeter’ı sahiden bir baş belası olarak gördüğünü düşünmek safdillik olacaktır. Türkiye olanca hızıyla totaliter bir yönelime girerken diktatörün isteyebileceği en son şey insanların sessiz öfkesidir. Böylesi bir birikim sosyal ağlar üzerinden sönümlendirilmekte, karikatürize eden bir mizah aracılığıyla sözlerimsiz kalmasın bir sahicilik yitimine yol açmakta; sözde bir karşı koyuşla yetinen izlencenin dehlizlerinde sıkışıp kalmakta. Oysa diktatörler en çok sokaktan korkar.
Kopuş noktaları ve maske düşürme
Üç çocuk söylemiyle cinselliği üremeye indirgeyip ailenin kutsanışı, kürtajı yasaklayarak bedenlerin kıskaca alınışı, kadın cinayetlerinde insanı dehşete düşüren artış, Kürt hareketi ile girdiği zoraki diyalog üzerinden analar ağlamasın söyleminin ardında gizlenen sürekli bir savaş tehdidinin sinsi ve çatallı sesi, neo-liberal politikaların bayraktarı, alabildiğine dinselleştirilen bir toplum, kentin simge mekanlarının yok edilip belleğimizi silme girişimleri, memleketi inşaat alanına çevirip toki tarzı evlere tıkıştırdığı insanları bankalar aracılığıyla zapturapt altına alıp eline uzaktan kumanda vererek televizyona hapsedilen insanlar, tiyatroları yasaklayıp kendi kurguladığı bir oyunda figüran kalmamızı isteyen yeni tür bir muhafazakarlık rejimi. Böylesi bir zihniyet elbet sokaktan korkar.
Ancak, sevdiğimiz bir kitabın rastgele bir sayfasını açar gibi; kapıları pencereleri açıp taze bir hava alır gibi açıldı önümüzde Gezi. Hiyerarşi tanımayan, pusulasız bir akış. Hem öylesine neşeli hem de sahici; kabına sığmayan, taşan bir akış. Kendi yarattığı anlamı dahi yoksayan ikinci yeni şiiri gibi bir patlayış. Ormanda gezinen kırmızılı kadının karşısına çıkan kurt için oyun artık beklenenin aksi yönde akmaya başladı. AKP rejimi ile yeni tür bir muhafazakarlığın uçlarına varan memleket öylesine bir kopuş yaşadı ki kurtun aklı hala postunu bıraktığı o ormanda kaldı.
Elias Canetti, “İnsanın ilk korku imgesi ormandır,” diyor. AKP’nin ekolojik kıyımda, kent yağmasında sınır tanımayan pervasızlığını düşündüğümüzde diktatörlüğün nasıl bir ekonomi-politiğe sahip olduğu hakkında da fikir sahibi oluyoruz. Kıskıvrak yakalanan kurt için yiyemediği herkes çapulcuydu artık. Orman; gerçekten de denetimsiz, insanın özüne en çok yaklaştığı bir oylum. Elias Canetti devam ediyor: “İnsanın, maskeyi dışarıdan görenlere temsil ettiği gizin, maskenin içerisinde olan kendisi üzerinde de bir etkisinin bulunması gerekir; ama bu açıkça aynı etki olamaz. Onlar bilinmeyenden korkarlar; maskeyi takan ise düşürülmesinden korkar.” (Elias Canetti , Kitle ve İktidar, sf.380. çev. Gülşat Aygen)
Gezi ayaklanması sonrasında hep söylenegeldi korku yer değiştirdi diye. Gerçekten de öyle. Gezi’nin en çarpıcı simgelerinden birinin Guy Fawkes’ın maskesi oluşu sadece bir rastlantı olabilir mi? Çapulcu diye nitelenen insanlar despotun maskesini indirmiş ve yerine temsili demokrasiye karşı başkaldırıyı simgeleyen bir sureti kendi yüzlerine geçirmişlerdir.
Acı bir tesadüfle seçimlerin hemen öncesinde kaybettiğimiz Berkin’in diktatörün histerik bir ritüeli andıran mitinglerinde yığınlara yuhalatılışına tanık olduk. Berkin’in mezarına atılan bilyelere kızan diktatör elbet bizim de parlamenter sistemin insanı ahmaklaştıran o sığ seçim sandıklarına hapsolmamızı beklemekte.
Şimdilerde, özelikle 17 Aralık ve seçim sonrasını düşündüğümüzde, savaş sonrası travma bozukluğunu yaşıyor gibiyiz. Yaygın bir çökkünlük ve şaşkınlık. Ancak Gezi, seçimlere sıkıştırılamayacak denli bir umudu hala barındırıyor, için için çağlıyor. Yeniden bir araya gelip toplaşacağız; gözlerini, bedenlerini yitiren dostlarımız için. İntikamın ateşiyle değil; bize yeni bir yüz veren, özümüze yakınsayan, belki hiç tanımadığımız o dostlarımızın bize bıraktıkları umudu harlı tutmak için. Gülümsemek için. (UA/HK)