Ekonomik krizin toplum sağlığı üzerindeki etkilerinden bir kısmını hastanelerde ameliyatların durdurulması, kur farkı nedeniyle getirilmeyen ilaç ve tıbbi cihazların tedavileri olumsuz etkilemesine dair kısıtlı sayıda haberden takip ediyoruz. Krize bağlı işsizlik nedeniyle olduğu belirtilen intihar olgularının haber yapılışının dahi soruşturmaya uğradığı bugünlerde, tüm dünyada döngüsel hale gelen ekonomik krizlerin toplum sağlığına etkileri konusunda geçmiş verilere ulaşmak mümkün iken, son krizde bu imkân da kısıtlı.
Bugün açıklanması sakıncalı olan (!) şehir hastaneleri maliyetlerinin, “hasta garantisi” gibi imtiyazların, kanser araştırma sonuçlarının yarına nasıl ulaşacağı, yorumlanacağı, buna dair haber ve veri kanallarının nasıl oluşturulabileceği de ayrı bir tartışma konusu.
A&B Düşünce Atölyesi’nin geçtiğimiz günlerde Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu ile gerçekleştirdiği “Kapitalizmin Krizi ve Toplum Sağlığı” başlıklı konuşmasından aktaracağım bazı notlar bugün yaşadığımız krizin, geçmiş yıllarda farklı ülkelerde yaşananlar ile benzerliklerini ortaya koyuyor.
Oturum yöneticiliğini yürüten Doç. Dr. Osman Elbek, Onur Hamzaoğlu’nu tanıtırken toplum sağlığını dert edinen yönünü vurgulayarak, kanserle ilgili yaptığı çalışmalar nedeniyle hakkında yıllarca devam eden dava sürecini “Dilovası dersem hepiniz anlarsınız” cümlesi ile anımsattı ve Turgut Uyar’ın “Güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar” dizelerini de anarak, “güllerin kanamamasını isteyen” Dr. Hamzaoğlu’na sözü bıraktı.
Söyleşiye, sistemin hangi faktörler üzerinden işlediğini anlatarak başlayan Dr. Hamzaoğlu, krizlerin sisteme içkin olgular olduğunu belirterek devam etti.
2018 krizi 2007 krizi ile anlaşılabilir
Bugünü anlamak için dünyada 1826’dan bu yana art arda yaşanan krizleri ele almak gerektiğini söyleyen Dr. Hamzaoğlu, içinde olduğumuz son krizi anlamak için özellikle 2007 yılında yaşanan krizin önem taşıdığını ifade etti.
Ülkemizde kriz açıklamalarında genel olarak hep kişi ya da olayların, kurumların sorumlu tutulduğunu (petrol krizi, anayasanın fırlatılması krizi, rahip krizi vb.) ancak krizin sebebi olan, kapitalist üretim tarzının işleyişi ile birlikte ele alınmasının gerekliliğini, krizin sürekliliğinin esas olduğunu belirtti.
“Kapitalist sistemin krizinin temelinde kâr oranlarındaki düşme eğilimi yatmaktadır“ diyen Dr. Onur Hamzaoğlu sözlerine şöyle devam etti:
“Son 15 yılda türeyen sermaye gruplarının faaliyetlerinden dolayı hazine garantili kredi aldıklarını görüyoruz. Özel sektörün zararı kamulaştırılıyor. Daha önceki krizde batan 15-20 bankanın zararı hazineden karşılanmıştı. Burada da bunu görüyoruz. Kapitalizmin yapısal krizlerinde işsizlik artıyor, gelir düzeyi düşüyor ve bu yoksullaşma ile kendini gösteriyor. Gıda tüketimi azalıp, yaşam koşulları kötüleşiyor. Kamunun sosyal güvenlik kapsamındaki hizmetleri, sağlık kuruluşlarına yaptığı yatırım azalıyor, katılım payları ve cepten sağlık harcamaları artıyor. Bunların, toplumsal sağlık düzeyine; bebek ölüm hızı artışı, düşük doğumlu bebek sayısında artış, depresyon, intihar sıklığı artışı, bulaşıcı hastalıkların, alkol ve sigara kullanımının artışı olarak yansıdığını görüyoruz.
“Bugün yaşananları 2007 krizinde görülenlerden ayırmamamız gerekir. Yaşananların sağlığa, sağlık hizmetlerine ulaşıma doğrudan yansıyan özellikleri var. Gelirin azalması, reel ücretlerde azalma, hastalanmada artış, toplumun sağlık durumunun kötüleşmesi, yatırımların azalması, vergilerde artış, kamu sağlık kuruluşlarında niteliksel ve niceliksel azalma, özel sağlık hizmetinin alımında artış gibi...”
Endonezya ve Tayland’da 1997 krizi: Aşılamanın azalması, sağlık sorunlarının artması
Uzakdoğu ülkelerindeki krizlerden de örnekler veren Dr. Onur Hamzaoğlu, Endonezya ve Japonya’da 1997 yılında yaşanan krizlere dair araştırma sonuçlarından elde edilen verileri paylaştı.
“Tayland ve Endonezya’da 1997 krizinde sağlık sorunları artmış ve sağlık hizmetleri azalmıştır. Aşılama oranları azalmış, sağlık hizmeti kullanım özellikleri değişmiş, geleneksel iyileştiricilere başvurma -para karşılığı verilen bir hizmet olduğundan o ülke için önemli bir değerlendirme öğesi olarak kabul ediliyor- oranları da azalmıştır.”
Dr. Hamzaoğlu daha çok yoksullar bu sistemi kullandığı için bu azalmanın çok önemli bir gösterge olduğunu belirtti. Buna karşılık özel sağlık sisteminden yararlanmanın azalmadığını, gelir düzeyi yüksek olanların bu sistemi kullanmaya devam ettiğini ekledi. Tayland ve Endonezya’da kriz döneminde intihar oranlarının yükselme gösterdiğini, Japonya’daki 1997 krizi döneminde erkeklerde intihar oranında belirgin artış gözlendiğini anlattı. 1997 yılında başlayan bu krizin Türkiye’ye etkilerinin 2001 yılındaki krizle kendini gösterdiğini, gelirlerin azaldığını, bu kriz döneminde benzer şekilde kızamık, yenidoğan tetanosu, dizanteri gibi hastalıkların ve acil servise başvuranlarda psikiyatrik olguların artışının gözlendiğini de söyledi.
Önceki kriz dönemlerinde SSK verilerini elde etmenin kolay olduğunu belirten Dr. Hamzaoğlu, bu veriler üzerinden 2001 krizine bakıldığında istihdam oranlarında bir önceki yıla göre yüzde 7 azalma olduğunu, bunun işten atılmaları gösterdiğini vurguladı. Bir diğer değişimin, reel ücretlerdeki azalma olduğunu, reel ücretlerde kamuda yüzde 12, özel sektörde yüzde 20’yi aşan, asgari ücrette ise yüzde 30’a denk düşen bir kayıp olduğunu aktardı ve bu dönemde dolar bazında kişi başına düşen toplam sağlık harcamasının azaldığını belirterek, tüm bu verilerin krizin etkilerini gösterdiğini ifade etti.
“Kapitalizm, kanseri bir yanardağ gibi püskürtüyor”
1980’li yıllarda ABD hegemonyasında kapitalizmin yenilenmesinin yaşandığını, neo-liberalizmin ABD hegemonyasında kurulan bir dönem olduğunu belirten Dr. Hamzaoğlu, bu dönemin bugüne yansıyan etkilerini de şöyle ifade etti:
“Neoliberalizm ile dünyadaki egemen kapitalist ülkeler tarafından doğayı tahrip etkisi yüksek olan, yüksek enerji kullanan sektörler, çevre ülkelere kaydırıldı. Emek sermaye yoğun üretim de perifer (çevre) ülkelere kaydırıldı. Çimento sanayi ile ilgili olarak, 1990’lı yılların başında Avrupa ülkelerinden sökülüp Türkiye’de kurulan fabrikalar buna örnektir. Bu termik santralların da kurulmasına vesile oldu. Bu dönemde krizi doğrudan çevre ülkelere kaydırdılar.”
Dr. Hamzaoğlu kapitalizm ve kanser ilişkisi ile ilgili olarak ise şunların altını çizdi: “Kanser, kapitalizmin hastalığı değil ama kapitalizmin doğayı, sağlıklı çevreyi bozan yanlarıyla tetiklediği bir süreç. Doğrudan doğaya zarar verecek sanayi alanlarının riski artırdığını söylemek yanlış olmaz. Çevresel faktör olarak bacalardan çıkan kirlilikler arttıkça bu hastalıkların artışını da gözlüyoruz. Kapitalizm kanseri bir yanardağ gibi püskürtüyor.”
IMF Başkanı “dağılma” uyarısı yaptı
Geçtiğimiz aylarda Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Christine Lagarde’nin, serbest ticarete dayalı sorunların tüm sistemi batıran sonuçları olacağını, küresel ticaret sisteminin “dağılma” tehlikesiyle karşı karşıya olduğu uyarısında bulunduğunu da hatırlatan Dr. Hamzaoğlu, yaşadığımız günlerin temel mekanizma olarak neoliberalizmin çöküşünün başlangıcı olduğunu belirtti.
“Evrensel insan hakları beyannamesi her yerde askıda”
Hamzaoğlu neo-liberalizm ile beraber şiddetin artık bir ikna aracına dönüştüğünü de ifade etti:
“’Demokrasi kurumu olarak ifade edilen tüm kurumların baskıya alınışı bize özgü değil. Tüm ülkelerde evrensel insan hakları beyannamesi askıda. Uygulamada artık insan hakları beyannamesinin pek bir işlevi yok.’’
Gelen sorular üzerine sınıf ve kimlik ilişkisi konusunda da görüşlerini belirten Dr. Hamzaoğlu, günümüzde sorunların kimlikler (Kürt, Ermeni, kadın, LGBT vs.) üzerinden yaşandığını, sendikalarda ise örgütlenmelerin kimlik üzerinden başladığını vurguladı:
“Burada sözü edilen, 2018 yılında 1800’lü yılların koşullarında yaşayan ve örgütlenen işçilerdir. Alt kimliklerin üst kimlikleri kavraması ve ona sahip çıkması, sınıf kimliğinin fark edilmesi, bilince taşınması, kendinde ve kendi için sınıf kavramının ortaya çıkması açısından Türkiye bir laboratuvardır. Bu bilinçlenme sürecinin hızlı olması, merdivenlerin hızlı çıkılması için etkin bir çabaya ihtiyaç var.”
Eşitliğin yerini “hakkaniyet”, planlamanın yerini “yol haritası”nın aldığı, amacın “misyon”, ekip arkadaşının “paydaş” olduğu bir karmaşanın içinde olduğumuzu hatırlatan Hamzaoğlu, bunların konuşulduğu bir yerde sınıf ve kimlik konusu önümüze geldiğinde tedirgin olmamamız gerektiğini, kimliğe mahkûm olmadan ama ona tutunarak yükselmek zorunda olduğumuzun altını bir kez daha çizerek konuşmasını tamamladı. (AT/ÇT)