Aslında bu yazımda Oscarlı filmlerden söz edecektim ama beklenmedik bir rastlantı yolumu Jim Jarmush’la kesiştirince Paterson filminden bahsetmek şart oldu.
Sıradan konulardan söz eden öykü, roman ve filmleri çok severim. Bu sevgimde Sabahattin Ali’nin, Memduh Şevket’in, Çehov’un öykülerinin, Orhan Kemal’in romanlarının, Vittorio De Sica’nın filmlerinin etkisi büyüktür.
Herhangi bir yapıtta sıradan bir konuyu etkileyici anlatabilmek önemlidir.
Paterson filmi de böyle sıradan bir insanın hayatının günlük şeklinde anlatılmasıyla başlıyor.
Paterson, aynı adlı kasabada güzel karısıyla sıradan bir hayat yaşayan bir otobüs şoförü.
Paterson’un rutinleri değişmez. 6.10’da kalkar, saate bakar, sütlü gevreğini yer ve işinin başına gider. Akşamları köpeğini gezdirirken aynı bara uğrar, bir süre sohbet edip bira içer.
Bu sıradan hayatın rutinleri arasında Paterson’un farklılıkları gizlidir. Paterson, direksiyon başında, parkta, sokakta şiir yazar. Üstelik güzel karısı için aşk şiirleri yazar.
Paterson’un karısı, küçük kekler yapıp satmayı, gitar çalmayı hayal eder. Eşinin de desteğiyle hayallerini gerçekleştirmeye çalışır.
Paterson’un direksiyon başındayken dinlediği sohbetler, bardaki ilanı aşk ve intihar girişimi, sıradan hayatlarda da ilginç olaylar yaşanabileceğini gösterir.
Ve Paterson’la karısının sohbetlerinden öğreniyoruz ki:
Paterson, William Carlos Williams adlı bir şairin doğduğu kasabadır.
Film, sakin bir hayatın rutinleriyle örülmüş bir film… Filmdeki en büyük çatışmayı, evin köpeği yaratıyor. Paterson’la eşi Laura’nın ideal ilişkisini kıskanan köpek; Paterson’un hiçbir kopyası olmayan şiir defterini lime lime eder. İşte Paterson’un hayatını ve varlığını sorgulaması bu olayla başlar. Filmin sonuna doğru kasabaya gelen bir Japon turistle Paterson’un çağlayan başındaki sohbeti, yönetmenin başkahramanıyla hesaplaşması gibi… İngilizceyi çat pat konuşan turist, William Carlos Williams şiirlerini çok iyi bilir, şairin hayranıdır. Sohbetin sonunda, “A-ha!” diyerek gider.
Japon turist oldukça can alıcı sözler söyler. Örneğin,
“Çeviri şiir, duşta yağmurluğa benzer” gibi…
Paterson, Jim Jarmush’un William Carlos Williams güzellemesidir. Burada film, sıradan bir hayatı anlatmaktan çıkıp bir şairin dünyasını anlatmaya evriliyor.
Bu arada Jarmush filmdeki karakterleri çok değişik ırklardan seçerek belki de filmdeki hikâyeyi dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir insanın yaşayabileceğini göstermek istiyor. Konu ne kadar sıradansa o kadar evrenseldir. Williams, bir doktor ya da meteorologsa, bir otobüs şoförü de olabilirdi.
Ve şiir defteri lime lime edilen Paterson, işini soran turiste, “Sadece otobüs şoförüyüm” diyor. Öyle ya, Kafka da bir memurdu, sıradan bir hayatı vardı, onu diğer insanlardan ayıran tek şey, içinde, ta derinlerindeki ince duyarlılıktı. Bir şair, bir sanatçıyla sıradan bir insanı ayıran, gözle görülemez ve birçok kişinin algılayamadığı, tanımlanamaz inceliklerdir.
Film o incecik geçişleri ustaca anlatıyor. İşte Jarmush bu, dedirtiyor.
Son olarak şairlere dair filmlere ayrı bir değer verdiğimi söylemeliyim. Öyle ya, edebiyatın en zor türünün yaratıcılarına şapka çıkarmak az şey değil… (SY/AS)