Sevgili,
Hani sana yazdığım son mektupta, ‘’12 yıl sonra burada kalmaya karar verdim’’ demiştim ya, sakın yanlış anlama kalbimin bir yarısı hâlâ orada, sizlerle…
TIKLAYIN / Paloma Günlerinden Corona Günlerine...
Bundan tam 35 yıl önce, soğuk ve karlı bir İstanbul sabahı babamı kapıda bırakıp Yeşilköy’den içeri adımımı attım.
Her ne kadar kapıdaki görevli polislere ‘’ gidip de gelmemek var, bırakın babamla biraz içerde sohbet edeyim’’ dediysem de kabul etmediler.
Kısa bir zaman önce Yeşilköy Havalimanında İsrail Bilet Satış Bürosu bombalandığından güvenlik önlemleri çok sıkıydı ve yolcu olmayan hiç bir kimse içeri alınmıyordu… Babamı ve kuzenimi kapının önünde üzerlerine kar yağarken kucaklayıp içeri girdim…
17 Şubat, 1985.. İlk durak Danimarka, Kopenhag…
Dışarda güler yüzlü bir dost, gümrükten çıkmamı bekliyor…
Şimdi isim vermeyeyim, ayıp olur… Birbirimizi biliyoruz… Birbirimizi görüyoruz… Kapılar bi açılıp bi kapanıyor.
Gümrük burası…
Ama bizim buranın gümrüğü gibi değil. Biz nerdeyse gümrükten geçtikten sonra bi yarım saat daha yolculuk ederiz burada…
Neyse…
Hasan Gürkan’a…Ya, isim vermeyecektim!… Bak şimdi!…
Ama ona ayrıca yazarım, unuttuysa işimiz var, eminim anımsar! ‘’ Abi, rakılara taktılar, almıyorlar, ‘’ diye sesleniyorum. Benim sadece bir şişe yeni rakıyla Danimarka’ya girmeme izin veriyorlar.
Bize bu da yeter.
Hasan abimle evlerine gidiyoruz…Yemekler hazırlanmış çocuklar daha küçük. Hayal meyal, bir iki sürgün arkadaşın daha onlara geldiğini anımsıyorum. Sohbetler sonrası evlerinde beni misafir etmek istiyorlar, ancak kendimi zorla kalacağım otele bıraktırıyorum. O gece gelen konuk arkadaşlarla otelin önünde ayrılıyoruz.
Sakın yanlış anlama arabaları filan yok… Otobüse, trene filan bindik galiba… Her şey hayal meyal. Kopenhag!..
Hayatımda ilk kez yurt dışı ve ben ilk kez ‘’lüks’’ bir otelde kalacağım! Hayatım boyunca otelde kalmadım diyesim var ama;
Yok yok, ben çok kötü otellerde de kaldım ilk gençlik yıllarımda, nezarethanelerde de, kendi yaptığımız tahta sıraların üzerinde de…
Hâlâ inanamıyorum Kopenhag’da yaşadığım geceye!
O gecenin tek gerçekliği, cebimdeki elli doların on dolarını barda tükettiğimdir!
Sabah kahvaltıda, masada adımın yazılı olduğunu gören garson Ali, o güzel insan ; ‘’ Abi ne güzel Amerika’ya gidiyorsun. Bizler burada hepimiz Karabaş’ız‘’ diyor…
Bir servis aracına binip havaalanının yolunu tutuyorum. On küsur saat süren bir yolculuk sonrası Seattle’dayım! Gümrükte, tek ezberlediğim İngilizce ile içeri giriyorum…
Bunu söylemesem olmaz!
O cümleyi de bana Sevgili Ahmet Say’ın eşi Nalan öğretmişti…
‘’ My uncle is waiting for me!!’’
‘’Amcam beni bekliyor’’
Şimdi nerden başlasam!
Ben buraya gelirken “Zümrüt Şehir’’e gidiyorsun demişlerdi.
‘’ Welcome to the Emerald City’’…
‘’Zümrüt Şehire hoşgeldin!’’
Tamam hoş bulduk, oradan başlayayım…
Dağları, gölleri, nehirleri, ırmakları ve balta girmemiş ormanlarıyla yemyeşil bir şehir Seattle!
Boşuna ‘’emerald city’’ dememişler. Gelgelelim… İn cin top atıyor, sokaklarda kimse yok.
‘’Korktum’’ diye yazmışım o günlerde tuttuğum notlarda.
Düşünsene; 24 saat kadar önce, memleketin en huysuz, en kalabalık ve en hareketli ve en arsız şehrini bırakıp, dünyanın en ‘’zümrüt’’ şehrine inmişim ve hâlâ gülerim, kuzenimin ‘’Burada sokakta kavga edecek adam bile yok!’’ deyişine.
Bir süre sonra insanların alışveriş merkezlerinden çıkmadıklarına, arabalarından inmediklerine tanık oluyorum.
Gelişimin ikinci günü başladığım İngilizce kurslarında gösterdiğim başarıda öğretmenimiz Chrystal Ashley’nin katkısı çok büyük.
Tek ortak özellikleri ‘’İngilizce bilmemek’’ olan yaklaşık 15 değişik ülkeden gelen göçmenlere bir tek sözcük öğrettiği zaman kendini yerden yere atan, bütün öğrencileri tek tek sarılıp öpen bir öğretmenden söz ediyorum…
Çok sevdiğim öğretmenlerim oldu benim, Chrystal Ashley’nin yeri başkadır! Daha önce de söyledim sana,
Bu şehir beni ben bu şehri pek sevdik!
Bi dakka konuyu dağıttım...
Nerde kalmıştık ?
Hani burda kalmaya karar vermiştim ya…
97’nin bitimine yakın Bainbridge Adası’nda yakın dostlarla geceleyip sabah Seattle’da arabayı park ettiğim yerdeki caddede, küçük bir mekanın kiralık olduğunu görünce, aynı akşam birlikte olduğum güzel arkadaşlardan Steve Berg’e ‘’Abi hemen gel, senin yardımına ihtiyacım var!’’ diyorum.
Yarım saat kadar vapur yolculuğundan sonra bir aradayız.
Kapıyı açıyorlar bizim için.
Steve o babacan duruşuyla ‘’Kardeş, burası sana yakışır’’ deyince ilk ayın kirasını verip kontrata imzayı basıyorum.
Ne hava parası, ne yıllık kira, ne komisyon…
Alt yapısı da hazır, daha yeni kapanmış avuç içi kadar bir yer. Bir düzine insan zor sığar içeri.
‘’Cafe Paloma / The Mediterranean Passion’’
Akdeniz coşkusu mu desem, Akdeniz heyecanı mı, aşkı mı ?
Sen ne dersen de…
Bizim mahalleye, Seattle’ın ilk yerleşim merkezi olduğu için adına Pioneer Square demişler.
‘’Öncü mahalle’’ yani.
Mimarisi, eski binaları, sanat galerileri, barları, büyük yangından arta kalan yeraltı turları ve 1914 yılında Mississippi nehrinin batısından bu yana 38 katlı ülkedeki en yüksek binası olan Smith Tower ile tanınan semtimiz aynı zamanda yüzlerce evsizi, uyuşturucu bağımlıları, ruh hastaları, dilencileri ve fahişeleri ile de ünlüdür.
Birkaç ay süren çalışma sonunda eşi dostu çağırıp açılıştan bir gece önce bir parti veriyorum.
Aynı gece herkes dağılıp gittikten sonra kapıyı kitleyip çıktığımızda, bir sokak ötede, içinde bütün servetim olan en gözde fotoğraf makinam, kuzenimden ödünç aldığım video kamerası, yıllardır biriktirdiğim alet edevatın da bulunduğu arabamın çalındığını fark ediyorum.
Mahallemize hoşgeldiniz!
Ben şimdi sana bunları yazarken gülüyorum ama sen gel bi de bana sor o zamanki halimi.
Sevgili arkadaşım Gamze, ‘’ Sedat ağlama, sigorta karşılar’’ diyor ama… ‘’Annem olsa ’cana değil mala gelsin kuzum, her işte bir hayır vardır’ derdi’’ deyip, yılların vazgeçilmez dostları Sandra, Julie, Valerie, Steve, Gamze, Lola ve Süheyl’in katkılarıyla açılışı yapıyoruz…
Arabayı üç gün sonra buluyor polis. Sigorta çalınan mallara karışmıyor.
Onun için bir başka sigorta yaptırmak gerektiğini sonradan öğreniyorum…Tam o aylarda benim o göl kenarındaki ‘’ mütevazi’’ evim de satılınca kısa bir süre arkadaşların evlerinde sürünüp, sonra şehirdeki bir ilk projeye, ‘’ sanatçılar evi’’ ne kabul ediliyorum…
O başlı başına ayrı bir hikaye.
‘’Harbot Lofts’’
Yani anlayacağın ‘’ bizim mahalle’’ derken uydurmuyorum… Paloma benim misafir odam, yaşam alanım! Orada dostları ağırlayıp, yiyip içip, bir sokak ötede uyumaya gidiyorum…
Paloma açılışından yaklaşık dört yıl sonra, yan komşunun taşınmasıyla, aradaki duvarı kaldırınca daha farklı bir boyuta yükseliyor…
Daha geniş ve donanımlı bir mutfak, yaklaşık kırk kişinin oturabileceği bir mekan, bir de üstüne üstlük küçük bir sahne kazanıyoruz.
Her ay bir fotoğraf sanatçısının sergisine ev sahipliği yaparken, Jazz’dan folk müzisyenlerine yüzlerce insanın sahne aldığı bir mekân oluyor Paloma…
Geçen mektupta sözünü ettiğim arkadaşın yazısında belirttiği gibi, kısa bir zaman öncesine dek pek yakınımızda bulunan şehrimizin ünlü kitapçısı Elliott Bay’in yöneticisi Rick Simonson’ın da yardımıyla onlarca yazar Paloma’da Akdeniz’in çoşkusuyla buluştu yıllardır.
Bueno Vista Social Club’ın hayatta kalan ünlü üyesi Barbarito Torres konser sonrası davet ettiğim sabah kahvaltısına 15 kişi kadar gelmişti…
Daha o zaman Paloma büyümemişti.
Gurubun o zaman hayatta kalan son üyelerinden 2006’da yitirdiğimiz Pio Leyva sabahın onunda, yandaki dükkandan bi tane puro kapıp, ‘’ canım şarap istedi’’ deyince onu nasıl kırardım.
Elbette yalnız içmesine gönlüm razı olmazdı. Kübalılar bir gün önceki konserde kaydettikleri müziklerini dinlerken kimilerimiz dans ediyorduk.
O zamanlar Cafe’nin temel direği Dana’nın yardımıyla tek elektrikli ocakta herkese omletler yapmıştık.
Daha sabah kahvesini içmemiş hızlı adımlarla işlerine gidenler hayretle bakıyorlardı camdan içeri.
Sevgili Fazıl Say neredeyse yirmi yıl önce ; Aaa o da Dünya Ticaret Örgütü toplantısının protesto edildiği günlere rastlar.
Sıkıyönetim ilan edilmişti bu kentte…
O zor koşullarda verdiği Seattle konserinde bizim konser salonunu üç gün üst üste, dört dört kez doldurup ; matematiksel bir yanlışlık yok, üç günde dört konser!
Paloma’ya adım atınca ’’ keşke burada buluşsaydık’’ demişti…
O gece başımızdan geçenleri Ahmet Abi’ye yazdım, kendisinden Fazıl’ın arzusu üzerine söz alarak başka kimseye anlatmaması için…
Bi gün Murat Belge bir yazısında yurt dışında artık ‘’ okumuş solcular var ‘’ babında Paloma’dan adını vermeden söz edince Londra’dan bizim Deli Laz arayıp ‘’ Belge seni anlatıyor’’ demişti.
Arundhati Roy ve Orhan Pamuk’la ilgili anılarımı anlatmıştım sana daha önce…
‘’Lezzetli yemeklerin, iyi arkadaşların ve sanatın buluştuğu bir mekân’’dı Paloma.
İlk aylarda Fransa’da Cordon Blue’da yemek dersleri almış sevgilim Suzi mutfakta.
Keyfimize diyecek yok…
Sonra nazar mı değdi ne bir süre sonra kaçtı valla… (!)
Anladım anladım, uzatma! Ben kaçırmış olabilirim…
‘’Gelgelelim beter bize kısmetmiş…’’
Son onüç yıldır her yıl olduğu gibi bu yıl da Nazım Hikmet’in doğum gününü şiirlerle, şarkılarla, herkesin omuz omuza oturduğu bir ortamda kutladık.
Sevgili Peter’in on yıldır organize ettiği Şubat ayındaki ’’Muhabbet’’ akşamının Paloma’da son kez yapılan bir coşkulu toplantı olacağını nereden bilebilirdik!
‘’Geldik bu güne ‘’
Mart ayının 14’ünde normal saatlerinde açtığımız Cafe’ye bütün bir gün bir kişi girdi, bir tek kişi…
O da daha önce Paloma’da çalışmış bir arkadaşımız merak etmiş ‘’ nasılız ‘’ diye!
Nasıl olacağız ? Cama bir yazı asıp, bazı hazır yemekleri eşe dosta dağıtıp kapıya kilidi vurduk…
‘’ Bunu da yeneriz…”
Biz neler görmedik ki?
11 Eylül, deprem, resesyon , mahallenin genel havası… 22 yıl hayatta kaldık, bunu da yeneriz’’…
O gün bugündür, bizim mahallede bir çok işyeri camlarını suntalarla kapadı.Kapanan mekanların panoları değişik sanatçılar tarafından boyandı, süslendi, püslendi…
Paloma aynı iyimserlikle camlarına sadece kağıt asmakla yetindi.
Bakalım zaman ne gösterecek!
Biz de camları suntalarla panolarla kapamak zorunda kalırsak eğer, elbette ben yaparım resimleri eski bir tabelacı olarak.
İlk gençlik yıllarımda duvarlara çok yazı yazdım, çok pankart boyadım.
Bir serigrafi atölyemiz vardı…
Orada öğrendiklerim bana dünyanın bir başka köşesinde ekmek teknesi oldu… Karnımı doyurdu, kiramı ödedi… Yaşadım…
Geçenlerde beni bir bisiklet gezisinde, arayı epey açıp oldukça yoran, doğma büyüme buralı, önümüzdeki ay Haziran’da 85 yaşına basacak delikanlı arkadaşım Henry Aranson, ‘’büyük bir acı ve hüzün içinde’’, yaşayacağımız depresyonun boyutunu anlatmaya çalışırken ‘’daha kötü günleri henüz görmedik, yaşamadık ‘’ dediğinde itiraf etmeliyim, biraz korktum!Korktum ama ‘’ korkunun ecele faydası yok’’ diye geldik bugünlere…
Şimdi Seattle’da bizim mahallede sadece evsizlerin ve ruh hastalarının konakladığı sokaklar sessiz.
Hemen herkeste sabırlı bir bekleyiş var…
Kimle konuştuysam bu durgunluğu ‘’ hayra alamet ‘’ olarak yorumluyor.
İyi niyet, umut böyle bi şey olsa gerek!
Dünyanın biraz nefes aldığını, doğanın, insanın davranışlarını düzeltmesini istediğini, ayağını denk almaya zorladığını söylüyor…
Dünyada yeni bir çağın açıldığı ve bu çağın bizlere neler getirip, neler götüreceği konusunda her kafadan bir ses çıkıyor…
‘’Geldik bu güne ‘’
Benim bugünlerde tek bildiğim, bahar yaza döndü… Dinmek tükenmek bilmeyen yağmurlar durdu… Güneş bulutları deldi geldi… Parklar yavaş yavaş açılıyor… Görkemli dağımız Mount Rainier bizim Ağrı’nın, Ararat’ın küçüğüdür…
Karla kaplı kalacak yine… Dağın eteklerine çıkarız gün gelince… Gün gelince denizimizde soluklanır, okyanusa kıyısından bakarız…
Güneşe hasret bu şehirde şimdi biraz, güneşi, aydınlığını, sıcaklığını yüreklerimizde hissetme zamanı…
‘’Güneşin olsun gönlünde’’ Dostlara selam,
Sevgiyle kal,
Şimdilik evde kal.
(SU/DB)