AKIN EVREN'den
Oyuncuları da Vururlar!...
"1929 Dünya Buhranı" diye adlandırılan "Büyük Ekonomik Kriz" Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşayan insanları derinden etkiledi. Binaların üst katlarından yağmur gibi dökülen batık patron sağanağı bittikten sonra da açlık ve yoksullukla uzun yıllar boğuşan milyonlarca kadın, erkek yaşamlarını sürdürebilmek için insanlık dışı çok ağır koşullara göğüs gerdiler.
Umutları, emekleri ve düşleri pek çok kez kurnazlar, üçkağıtçılar, dalavereciler tarafından amansızca sömürüldü. Horace Mc Koy 1935'te yazdığı "Atları da Vururlar" (They shoot the horses, don't they) romanında çok yalın, gerçekçi ve biraz da acımasız bir dille, kriz koşullarında, bir dans maratonunda 1.500 dolarlık ikramiyeyi kazanıp karınlarını doyurabilmek için yarışan umarsız bir grup insanın öyküsünü anlattı.
Usta yönetmen Sdyney Pollack bu romanı 1969 yılında filme aldı. Aynı adla çekilen filmde başrollerde Jane Fonda ve Michael Sarazin'i oynattı. Fonda'nın oyunculuk hayatında ilk kez kendini bir sanatçı olarak ispatladığı ve olağanüstü bir "Gloria" karakteri çizdiği film, dokuz dalda Oscar ödülüne aday gösterildiği halde ancak Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Gig Young'la tek bir ödül alabildi. Jean Paul Sartre'ın "Amerikan sinemasının tek varoluşçu (existansialist) filmi" diye selamladığı film ülkemizde de "Son Gerçek" adıyla oynadı ve en azından okumuş takımını etkiledi.
Televizyonun karşısında
Tüm bu yazdıklarım, bir hızlı anımsama (flashback) olarak dün akşam bir televizyon kanalının stüdyosunda konuk olarak izlediğim bir TV programında zihnimden geçti.
Gece yarısında doğru başlayan programın formatı, cinselliği ön planda bir sunucu ve ünlü kişinin yönetiminde kabare-durum komedisi–tuluat karışımı bir türde bol şamatalı skeçler oynayan bir kumpanyanın sunduğu iki saatlik bir gösteriydi.
Bu gösteriye programı satın almış ürün ve markaların tanıtım ve reklamları da bu skeçler yoluyla doğrudan ve dolaylı, açık ve üstü hafifçe örtülü, bolca karıştırılmıştı. Bununla da yetinilmeyerek tüm o ürünlerin tanıtım örnekleri sahneden izleyicilerin üzerine fırlatılarak "marketing" süreci tamamlandı.
TV istasyonu binasının yıkıntı hali, çekim yapılan stüdyonun buz gibi havası, sakat dizimle oturamadığım yer minderleri, otoriter program yönetmeninin tepeden komutları, reklamları satan müşteri temsilcisinin reklam verenlerin temsilcilerine yaranma telaşı, set işçilerinin perişanlıkları, ara kademe yöneticilerinin zor koşullarda program akışını kesintisiz yürütebilmek için verdiği zorlu uğraş ve sonunda rüzgar gibi uçan bir servis minibüsü...
Programın genç izleyicileri kısa sürede sahnedeki şamatanın ve birbiri ardına patlayan esprilerin büyüsüne kapıldılar. Minderlerin rahatsızlığı, salonun düşük ısısı, yönetmenin hırtlığı onları hiç etkilemedi. Ürün reklamından da doğrudan etkilendiklerini düşünmüyorum doğrusu. Eğer "bilinçaltı tetiklemesi" türünden bir etkilenme doğru ise hem stüdyoda hem de ekranları başında izleyenler bir gün o ürünleri deneyeceklerdir. Zaten hem TV programının başarısının hem de ürün satışına etkisinin inceden inceye izlenip ölçüldüğünden kuşkum yok.
Beni fazlaca ilgilendiren, sahnede oynanan oyunların içeriği, oyunculuklar ve biraz da tiyatro ve sanat etiği açısından ortaya çıkan garip bileşim oldu. Programda gerçekleştirilen gösteriyi içeriği nedeniyle bir tür "İliştirilmiş Sanat" (embedded art) olarak nitelemek olası. Reklam ürünlerinden birisinin condom/prezervatif olmasından , ana teması "Sağlık" olarak belirlenen skeçler dizisinde taşlama konuları, doktorların duyarsızlığı, jargon konuşarak kendilerini ayrıştırmaları, halkın sağlık konusundaki cehaleti, üfürükçüden medet umma alışkanlığı, cinsellikle ilgili doğrudan veya dolaylı yanılgılarıydı.
İnceden çalışılmış oyun metinlerinden çok spontan espri ve oyuncu özgürlüğüne dayanan bir biçem benimsendiği için yer yer düşen ve dökülen performansa rağmen bir iletişim gücü ve komik yaratma enerjisi, program sunucusunun da katkısıyla oluşmakta ve gösteriyi ayakta tutmaktaydı.
Mizah anlayışı ve vurguların Recep İvedik komedi anlayışının biraz daha üzerinde olduğunu söylemem gerek. Zaman zaman kaba cinsel sembollu "mimus" örnekleri ile bir yüzyıl öncesi Bizans'ına dönülmesi bile bence hoşgörü gerektiriyor. Benim hoşgörü gösteremediğim şey ise yarım düzine genç adamın tüm enerjilerini ve becerilerini , sahne sanatlarını ucuzlatan ve kaba bir pazarlama eyleminin çığırtkanlığına dönüştüren bir hırtlığa adamak zorunda kalmaları ya da daha kötüsü bu yolda şeytanın iğvasına kapılmaları.
TV'de görünmenin dayanılmaz cazibesi, yarattığı popülarite kuşkusuz genç insanlar için reddedilmesi güç bir teklif oluşturuyor. Bu etkiyi, gününün geçtiğinin acı bir biçimde bilincinde kanal kanal dolaşarak parsanın sonunu toplamaya çalışan o "ünlü kişi"nin yüzünden de okumak mümkündü. Tüm katılımcıların da...
1929dan 2009'a
1929 krizinden 2009 krizine doğru evrilen zamanda insan davranışı olarak neler değişti acaba? Aç karınlarla yürütülen dans maratonlarından yeni işsizlik günlerinde tepinmelere dek. Ne var ki atları hâlâ vuruyorlar bacakları kırıldığında. Ya aktörlere ne yaparlar dersiniz?
Son söz: İhtiyarın beyaz sakalları arasından baktığımızda, meta düzeninde sanatın da metalaşmamasının olanaksız olduğu çok açık. En azgın düzen eleştirisi içeren ve ustalığıyla bizi hayran bırakan bir sanat gösterisi, üretimiyle çevresini kirleten, işçi düşmanı bir işveren tarafından finanse edildiğinde değerinin çoğunu yitiriyor. Buna karşın içerdiği eleştiri ve yükselttiği ses (eğer varsa) yine de devrimci bir duruşu, gelecekteki bir isyanın tohumlarını içeriyor. Bunu yaptığında sanat soylu ve devrimci oluyor.Yarını inşa ediyor. (AE/TK)