1980’lerin alacakaranlığında, tek kanallı televizyonda bugünkü deyişle bir “kamu spotu” boy göstermişti. Lirik bir ezgi eşliğinde TRT Çocuk Korosu; “Tohumlar fidana / fidanlar ağaca / ağaçlar ormana / dönmeli yurdumda…” dizeleri eşliğinde güzel bir şarkı söylüyordu. Minik ellerin toprağa fidanlar dikip suladığı, çocukların huşu içinde kadim ormanların içinde dolaştığı, kısacık boylarının yanında iyice görkem kazanmış devasa ağaç gövdelerini, gözleri gökyüzüyle buluşana değin izlediği şahane bir kısa filmdi. Gözlerim ekrana kilitlenirken, kutsal bildiğim her şey üzerine yemin ederim ki akıp giden görüntülerin içinde bir söylenememiş, bir gizli kalmış hüzün sezerdim. İnsanın kalbini kavrayıp sızlatan piyano notaları mı, üst düzey sinematogrofi mi, döneminin çok ilerisinde görselliği mi bilemiyorum… Ama çocuklar üzgün gibilerdi. Sanki ormana terk edilmiş, kaderleriyle baş başa kalmış ve bununla bir biçimde başa çıkmayı becermiş gibiydiler. Tek dostları ağaçlar, yağmur ve bir de garipliklerine eşlik eden şu sözlerdi; “Yuvadır kuşlara / örtüdür toprağa / can verir doğaya / ormanlar yurdumda…”
Bugünden bakınca, filmdeki görsel ve işitsel tercihlerin ülke tarihine ve yaşanan çağa duyarlı bir aklın ürünü olduğunu düşünüyorum. Klip hüzünlü olması istendiği için hüzünlüydü. Şarkı, yapılması gerekeni didaktik bir yolla anlatıyor gibi görünürken - Bir tek dal kırmadan / ormansız kalmadan / her insan bir fidan / dikmeli yurdumda – yaşanan gerçeğin tam aksi bir istikamet tutturacağı sezilmiş gibiydi. Şarkı, içinden geçilmiş karanlık yılları, meşrebince, bürünebileceği denli hüzünle hatırlatıyor, film ise çocukların içe dokunan yalnızlığında geleceği resmediyordu. Güneş yoktu. Alaca bir akşamüstü tonunda dahi orman ve çocuklar çok güzeldi. Ve bütün bunlar sona erecekti. Orman da çocuklar da taze fidanlar da bunu biliyor, her ayrıntı, bir tek dal kırmamayı öğütleyen şarkının içinden, kökünden sökülüp atılmış, atılacak yaşamları fısıldıyordu milyonlara. Ağlamak üzereydi çocuklar, dokunsanız ağlayacaklardı; çocuklar haklıydı.
***
Yakın bir zaman sonra, memleket tanklı tüfekli yılların sinmişliğinden az biraz silkelenip, serbest piyasa katarına son vagondan tutunuverdi. O koyu haki yıllar zaten bu katara tutunabilmek için gelmişti. Trene biner binmez, çalışan sınıfların kazanılmış tüm hakları bir bir budandı, devletin koruyucu sosyal politikalarından başka umarı olamayacak yığınlar yoksulluğa terk edildi. Gidişata “dur” demesi ihtimal dahilinde hemen herkes işkenceye alınmış, kalanlara sızdırılan kan dondurucu hikayat ile dışarıdakinin gözü korkmuş, tüm toplum sus pus kesilmişti. Bu atmosferde siyaseti iyice sağa yatırıp, itiraz kültürüne yol verecek tüm unsurlar temizlenince tablo netleşti. Aslında o yıllarda kullanılsa bugünkünden çok daha işlevsel bir kavram olması muhtemel “Yeni Türkiye”, önceki adaletsizliklerle kıyaslanmayacak ölçüde çürümeye başladı; bütün bir ülke yukarıdakiler için cennete, aşağıdakiler için ise cehenneme döndü.
Çocuklar ve ağaçlar hep altta kaldılar.
***
Toprağa örtü, kuşlara yuva olan, doğaya can veren ağaçlar, memleketin daha önce görmediği büyüklükte, markada, ihtişamda iş makinalarına yem olmaya başladı. Daha evvel de yol yapmak görüntüsü altında, yaramaz yerlere karakol dikmenin hakkından güzelce gelen devlet, sınırlı deneyim ama yoğun iştahla yeşil alanlara, deniz kıyılarına, el değmemiş coğrafyalara saldırmaya başladı. Kalkınmak gerekiyordu, medenileşmek gerekiyordu, sanayi şarttı. “İcraatın İçinden” programının jeneriğinde göze sokulan endüstriyel şov, akıp giden tüm o maden eriyikleri, tüten fabrika bacaları, gökyüzündeki savaş uçakları, karayolları, besinlerini yoksul emekçilerin terinden ve acımasızca katledilen ormanlardan edindiler. Tesisler, barajlar, yollar, apartmanlar, daha çok, daha çok, daha çok…
O sırada bir başka yerde, Uğur Dündar mahalle arası fırınlarda hamamböceği, Emin Çölaşan, devlet düşmanı avına çıkmış iken yurdun bodrum katında büyüyen yangından hiç haberimiz olmadı. Kalkınmak kadar, sadakati de olmazsa olmaz bilen muktedirlerin insanları asit kuyularına attığını, ocaklar söndürdüğünü, gençleri bilinmez mezarlarda kaybettiğini, çocukların taze hayatlarını bitiren kör kurşunları, kuytu köşelerde sırtından, başının arkasından, boynundan vurulup öylece bırakılanları hiç bilemedik. “Tohumlar fidana...” şarkıları ezberlenip, “Voltran”dan aslan seçilirken, Susam Sokağı’nda Kırpık’a gülünürken ağız dolusu, andımızı gırtlağını yırtarak okuyan ve müdürden kallavi bir aferin kapan kara önlüklü çocuğun bağırtısında yitip gitti işkence çığlıkları. Araştırmacı gazeteciler gündoğusuna sırtını çevirmiş, kahraman babalar çocuklarına; “Olaylara karışma” emrini tebliğ etmişti. Karışmadık.
Ağaçlar fabrikalara ateş, villalara dekor, sermayeye arsa oldu. Düşünde çizgi film yerine, evine zorla girip babasını bilinmeze götüren canileri gören çocuklar ise, sıkılı yumruklara, öfkeli kara gözlere dönüşüp yaralı ruhlarının artık geri dönemeyeceği bir intikam hikayesine doğru yol aldı.
***
Yeşili kim sevmez? Çok sevildi yeşil. Ormandaki ağacı da, ağaç ölülerinden gelen parayı da pek sevdiler. Bir süre sonra tabiatı endüstri hammaddesi olarak görmekle yetinmenin biraz naif bir tavır olduğu anlaşıldı. Evet, ağaç dediğin yakıttı ama aynı zamanda yaşanan, faydalanılan, alınıp satılan bir hayat mottosu da olabilirdi. Nasıl? Olay şöyle gelişti; Büyük şehirlerin insanı soluksuz kılan berbat sıkışmışlığı üst orta sınıfın canına tak edince, yaşamak için yeni gezegen arayışındaki uzay mekikleri imdada yetişti. Ülkenin kuzeydoğusunda o yepyeni hayat için çok uygun bir coğrafya vardı. Doğu Karadeniz. Son derece ilkel bir yaşam formu olan yerel halkı kolaylıkla başka yerlere nakledebilir ve sabah çayınızı kızılçamlar arasında içmenin ruhu yenileyici etkisini keşfedebilirdiniz. Kışın kayak, yazın dinlence vaat eden, cennetten yeryüzüne gönderilmiş bin yeşil bir ülke…
Yalnız yerli değil, yabancı sermaye de kör olası gözünü vadilere dikiverdi bir süre sonra. Ömrü çöllerde, kurak ve yağışsız iklimlerde geçen, çok zengin bir takım insanlarla karlı alışverişler planladılar. Alacaklar, verecekler, emlak büroları… Jip safariler, teleferikli trekkingler, taş atıp kol yorulmayacak konforlarla tırmanılmış dağ zirvelerinde “Tatil başlasın” selfileri…
Bir sorun belirdi ufaktan sonra. Bu pirimitif yaylacılar, bu yüzü bol çizgili, dili İstanbul lehçesini kırıp büken vadi insanları ne yapılacaktı? Ah bir de lanet yasaların “Milli Park”, SİT alanı gibi can sıkıcı ama neylersin ki koruyucu hükümleri… Lenin gibi “Ne yapmalı?” diye düşünürken devletin düz anlamıyla “fidan”larla ilgili departmanları, kamu yatırımlarının sağladığı imkanlar keşfedildi. Bir pili şarj etmeye yetmeyecek elektrik için on bin ağacı katledecek santraller kurmak istediler. Dünyanın muhtemelen en kötü mühendislik eseri bir duble yol için taş ocakları kurup dereleri zehirlediler, insanları denizden zorla ayırıp dağ eteklerine hapsetmekle kalmadılar, yanlış hesaplar yüzünden denizle buluşamayan derelerde yitip giden nice canın sorumlusu oldular. Yaptıkları yollar, 1920’lerin standartlarını ancak tutturmuşken, bir akıl hastanesinden çıkmış gibi görünen Yeşil Yol garabeti ile her yeri daha da ulaşılabilir, daha da alınıp satılabilir kılmak istediler.
Bazıları gerçekleşti, bazıları gerçekleşmedi. Ama hiçbiri insana ve tabiata bir fayda getirmedi. Yerlerinde yeller esen on binlerce ağaç, kuruyan onlarca akarsu, ırmak, yok olan, yahut 10 yıl önceki görüntüsünü dahi kaybetmiş yaylalar, vahşice deşilmiş verimli ormanlar, üzerinde bundan böyle asla hayatın boy veremeyeceği tıraş edilmiş toprak örtüleri, parçalanmış kayalar. Tüm bunlar yüzünden can veren hayvanlar, bitkiler ve afetler yüzünden yok olan hayatlar, kadim kültürel birikim ve insana dair tüm büyülü, eski hikayeler…
***
Rivayete göre Dersim harekatında bir ahır, askerler tarafından içinde onlarca insan olduğu halde ateşe verilmiş. Bir anne can havliyle ve en azından “yavrum kurtulsun” düşüncesiyle küçük kızını dışarı savurmayı başarmış. Çocuk, şoktan bir parça sıyrılıp üzerini başını silkelemiş ayağa kalktıktan sonra. Felaketten uzaklaşıp, askerlerin bulunduğu yöne doğru ürkekçe yürümüş. Bir zabit, tüfeğini omzuna asıp yere çömeldikten sonra kollarını kıza doğru açıp, “Gel” demiş gülümseyerek. Kız bir süre kendisini babacan bir tavırla yanına çağıran adamı seyre dalmış… Sonra ani bir hareketle dönmüş, koşarak yanmakta olan ahıra girmiş yeniden…
Ne kötü bir hikaye. Ne kadar yanlı ve belirli çevrelerin haksız propogandasının en somut örneklerinden. Yazık ki tarih rivayetlerden oluşan bir yığın değil. Yurdun modern tarihi, ölümlerine gerekçeler aranan, meşruiyet devşirilen ve o derece kötüye varamaz sanarken “oh olsun” çığlıkları ile karşılanan kısa hayatların hikayesi aynı zamanda.
1915’in yol üstü mezarlıklarını, Maraş’ın Çorum’un bakılması imkansız fotoğraflarını, kirli savaşın faili meçhul genç ve çocuk ölümlerini, Roboski’yi, Gezi’yi, Suruç’u, Cizre’yi koyacak yerimiz, saklayacak mecalimiz, anlayacak aklımız ve affedecek kalbimiz var mı?
Yıldan yıla değişen coğrafyalardan değişen portre fotoğrafları ve ezber ettiğimiz isimleriyle çocuklar, devlet dersinin zalim cinayetleriyle can verdi. Öfkeli, hüzünlü, gülümseyen akislerini bıraktılar bize. Ana babaların çocuklarını sevmeye utandığı, insanların küçük ve kısa hayatların yüküyle ağırlaştığı lanetli bir kasabaya benzedi tüm ülke. Konuşulması yasak hikayelerin, resmi tarih surlarına çarparak yorulduğu bir tuhaf düş yavaşlığı. Kötülemiş, kötürümlemiş bir hayata, çocuk ölümlerine karşı gösterilen suskunluktan daha da kötüsü onaydan daha çok ne yaraşabilir?
Yurdumda her katliam, vicdansız ama soğuk bir akılla göğüslenir. Muktedir defansı! “Teröristler”, “çocuk değil yetişkin”, “örgüt üyesi”, “hak etmişti”, “daha önce yaptıklarına bakın”…
Son yasımız, yediğimiz son tokat, uğursuz hikayemizin son yaprağı Ankara… Ankara’da olanlara ve yükselen öfkeye karşın, “gitmeselerdi / çocukları götürmeselerdi” dediler. Suçu Barış Mitingi’ni düzenleyen bileşenlere isnat etmekten, saygı duruşunu “Ya Allah…” sloganları ve ıslıklarla durdurmaya değin bir dizi vicdansızlık ile acılara kahır kattılar. Toplumun vicdani duyarlılıklarını yitirmemiş kesimleri ve ölenlerin yakınlarını defaeten yaraladılar, öfkeye ve gözyaşına boğdular.
Şaşmamak gerek belki. Devlet biraz böyle bir şey çünkü. Halının altına itiliveren sözü edilmemiş bunca pisliğe rağmen, eve davet ettiği misafiriyle gülüşen hunhar babamız. Tarihi eğip bükerek, gerçeği de her kalıba sokabileceğine, gerçeği yeniden kurabileceğine iman etmiş tüm totaliter eğilimli yapıların ortak çılgınlığı bu.
O çılgınlığın son eyleminde iri güzel gözlü bir çocuk… Babasının elinden tutup meydana inmiş, “Barış” türküleri söylemeyi düşlerken, hayattan apansız çekilip alınmış Veysel. Utancımızdan bakamadığımız en son fotoğraf.
Hiç şansı olamadı Veysel’in. Diğerleri gibi… Başka yollara, başka evlere, başka hayatlara yürümek için fırsatı olmadı. Onu bekleyenleri bilemedi. Nasıl bir insana dönüşeceğini göremedi. Tornacı mı olacaktı, Nobel mi alacaktı; sınayamadı. Günlük tutamadı. Bir kalp çizip içine herkesten gizli isimler karalayamadı. Elleri anca kalem tutmuştu, uzunca şiirler yazamadı Veysel…
***
Yurdumuz, büyük bir oyun yeri doğru! Bir tımarhane kimine göre, Uzak Asya’dan koşturup gelen ve kısrak başı gibi üstelik. Çılgın, tatlı, kendine has insanımız. Bizin bize benzediği, ne olsa, ne gelse başımıza, “Hay deli çocuk” ünlemiyle ve gülümseyerek def edilebilen, ah bizim yerine hiç bir şey konulamaz, uğruna ölünen, durmadan ölünen – bir başkadır benim memleketim – yurdumuz…
Fakat bir çocuk ile bir fidan boşuna benzetilmemiş birbirine. Bir orman ile bir toplum, dere ile zaman, dağlar ile engeller, zorluklar, sis ile belirsizlik, korku… Edebiyatın bu yaygın teşbihlerinde bir hayat hakikati yükseliyor. Yaşam, birbirini tamamlayan, bir arada anlamlı olan ve varlığını bir diğerinin varlığına borçlu bileşenden meydana geliyor. Değerleri, anlamları ve varlıkları, her birinin saygın, onurlu ve salimen sürmesiyle, hürriyetiyle ilintili. Tabiat yaşam verirken bir çocuğa, insan da tabiatla ilişkisinde benimsediği tavırla belirleyici oluyor. Ağaçlar gibi çocuklar da yaşamın en el üstünde tutulası, en hürmet gösterilesi, en şefkate muhtaç formlarıdır.
Modern Türkiye tarihi, ağaçlara ve çocuklara hor davranan kibirli bir aklın kalemiyle yazılageldi. İktidar ve güç hırsı, sınırsız maddi kazanç arzusu, hükmedişine dayanak yaptığı yalanlar çatırdadıkça şiddetlenen bir kötülük ve kurumuş bir kalbin, yaşlanmış, şefkatten, insanlıktan uzaklaşmış bir sesin durmadan emrettiği kötülükler… Hem ağaçlar hem çocuklar, göze alınabilir kayıplar devlet için, devletler için. O yüzden bu coğrafyada yalnız bir ağaç ile bir çocuk arasında değil, bir dozer ile bir TOMA arasında da acı koşutluklar kurmak imkanı mevcuttur.
***
Zihnimde her karanlık haberin ardından o şarkı yükseliyor. Tohumlar fidana dönüyor ama çoğu kez ağaç olmalarını dahi beklemiyor kötüler. Zararlı fikirlerle donanmış taze yaşamlara da, yatırım projelerinin önünde engel gördükleri güzelim ağaçlara da düşman onlar. Daha fazla kuşlara yuva, toprağa örtü olamayacak, vakti sayılı ormanların içinde geleceksiz çocuklar fidan dikiyor. Onlar bir tek dal kırmadılar ama yüreğimiz sızlayarak idrak ediyoruz ki yine de ormansız kaldılar, kalacaklar.
Yurdumun ormanları yok olmanın eşiğinde, yarı çıplak bir bozkır olmaya yürüyor.
Ağaçların arasında ise yürek yakan suskunluğuyla, haksızca hırpalanmış çocukların hayaletleri gezinmekte.
***
Oysa her insan bir fidan… Değil mi yurdumda… (BY/EA)