Covid-19 nedeniyle evlerde kalmaya zorlandığımızdan beri internette ya da sosyal medya kanallarında daha fazla zaman geçirmeye başladık. Endişe ve merak içinde takip edilen haberlerin yani sıra online olarak farklı platformlarda paylaşılanların, tavsiyelerin ucu bucağı yok: online film arşivleri, sanal müze gezintileri, evinden konser veren sanatçılar, hayatın anlamı hakkında demeç vermeye başlayan ünlüler, kitap/okuma önerilerinde bulunan milyonerler, evini spor salonuna çevirip çeşitli yollarla kaslarını/vücudunu formda tutmaya çalışanlar, yoga/zumba dersi verenler, orkestra/opera konserlerinden jazz arşivlerine engin müzik bilgilerini onlarca online linklerle tavsiyelerle paylaşanlar… Bu kadar online arşivin olduğunu bilmek ve bunların kültür kurumları tarafından (istenirse) bedava olarak kullanıma açılabilmesi çok sevindirici ve hatta şaşırtıcı. Ancak kimin bu kadar filmi izleyecek, sanal müzeyi gezecek, bu boyutta bir kültürel katılımı (evinden bile olsa) gerçekleştirecek zamanı (ve merakı) var bilmiyorum.
* Fotoğraftaki pankartta ‘Karantinanın romantikleşmesi sınıf ayrıcalığıdır’ yazıyor.
Bunların yanı sıra başka neler dolanıyor sosyal medyada ya da whatsapp mesajlarında? ‘Cahil olanlarin’ (çoğunlukla durumun ciddiyetinden habersiz olduğu düşünülenlerin) komik ya da ‘sinir bozucu’ videoları ve korona ile ilgili yaptıkları ‘inanılmaz’ yorumlar ya karikatürize edilerek ya da sinirli tepkilerle ‘daha kültürlü’ gruplar tarafından eleştiriliyor. Burada bahsettiğim mizahi paylaşımlar ya da sadece 65 yaş üzeri ile ilgili paylaşımlar değil. Orta sınıfın daha çok ‘kendileri gibi olmayan’ kişileri eleştiren, aşağılayan paylaşımları. Bu paylaşımlarda yapılan kinayeler, eleştiriler kelimenin tam (sosyolojik) anlamıyla sınıflar arasındaki toplumsal mesafelerin kültürel (ve hatta politik) boyutunu gösterdiği gibi, alt sınıflardakilere karşı kullanılan damgalamaların, hatta bazen nefretin örnekleri olarak karşımıza çıkıyor. Şöyle diyor bu insanları damgalayanlar: ‘tüm dünyayı sarmış cehalet’; ‘bize bir şey olmaz sanıyor bu gibiler’, ‘hala camide namaz kılmaya çalışıyorlar’, ‘inanamıyorum, olan biteni bir provokasyon ya da komplo olarak algılayıp inanmıyorlar’. Adını kendilerinin koydukları bu ‘cehaleti’ bir virüs (!) olarak adlandıranlar da var. Hatta bu haberlerde, videolarda görülen kadın ya da erkekler, orta sınıflar tarafından, baştan (default) eğitimsiz ve ‘kendileri gibi olmayanların’ grubunun bir üyesi olarak varsayılıyor, değerlendiriliyor. (Eğitimlilerin başına bunlar gelmez, ‘eğitimli insan böyle davranır mı?’)
Bu eleştirileri yapan kişinin kültürel sermayesine, (bazen de) politik duruşuna bağlı olarak diğerini hangi kefeye koyduğu, nasıl damgaladığı farklılaşıyor. Seküler hassasiyetleri fazla bir ‘eğitimli’ camiye gitmeyin uyarısına inanamayan kadının cahilliğini dindar olmakla, yobazlıkla; kentli ve (üst) orta sınıflar ise durumu ciddiye almayanları taşralılıklarıyla suçlayıp damgalayabiliyor. Bu paylaşımlar ve yorumlarda ‘kendileri gibi olmayan’ diğerlerinin eğitimsizliklerinin altı çiziliyor. Aslında bu damgalamaların önceki dönemlerde de alt sınıflara ya da ‘daha az eğitimliler’ ile ilgili yapılmış damgalamalarla benzerlikleri var. Gecekondulularla, arabesk müzikle, ya da ‘apaçi’ gençlerle ilgili yapılan damgalamaları hatırlayın. İşin dikkat çekici kısmı benzer yorumları kendini ‘demokrat’ hatta ‘dayanışmadan yana’ olarak tanımlayan kişilerin paylaşımlarında da görmek. Bu insanlara eve kapanıp kitap okumalarını önerenler bile var. ‘Cahilliğin’ sadece kitap okuyarak ya da okutarak (!) çözülebileceğini düşünmenin oldukça modernist, seçkinci ve hatta apolitik bir yaklaşım olduğu görüşündeyim. Neden mi? Açıklamaya çalışayım.
Eğitimli ya da kültürlü olmak bilgisizliğe çare mi?
İnsanlar belirsizliklerle ya da riskli durumlarla nasıl baş ederler? Herkesin yaşadığı belirsizlikler aynı mıdır? Belirsizlikler ya da riskli durumlarla baş etmek için eğitimli olmak yeterli midir? Sosyal bilimler içinde bu konular sadece psikologların ya da siyaset bilimcilerin değil, sosyologların da ilgilendiği konular arasında. Hatta sosyoloji içinde bu gibi sorulara cevaplar arayan iki alt dal var: Belirsizlikler sosyolojisi (sociology of uncertainty/ambiguity) ve bilgisizlik sosyolojisi (sociology of ignorance). Bu iki alandaki çalışmalar ekonomik ya da politik belirsizlikler, sağlık alanındaki mevcut uygulamaların ya da yeni düzenlemelerin yarattığı belirsizlikler, riskli durumlar, küresel ısınma karşıtlığı, aşı karşıtlığı vb. konularda farklı grupların ya da aktörlerin nasıl kararlar aldıkları, hareket ettikleri, ya da kamusal alanda böyle ikircikli konuları ya da riskli süreçleri ortaya çıkaran durumlarda halkın katılımının nasıl sağlanacağı, etik kriterlerin nasıl belirleneceği gibi konularda yoğunlaşmakta. Türkiye’de kentsel dönüşüm süreçlerinin yarattığı belirsizliklerle ilgili bazı çalışmalar da buna örnek verilebilir.
Bu yazının konusuyla ilgili olabilecek bir örnek verecek olursam: Bilgisizlik sosyolojisi alanında çalışmaları olan Lindsey Mcgoey ‘Stratejik Bilinmezler: Bilgisizlik Sosyolojisine doğru’ (Stratejik Unknowns: Towards a Sociology of Ignorance’) başlıklı makalesinde (2012) bu felaket anlarında ortaya çıkan durumlara bir örnek verir: 2010 yılında Haiti’de çok büyük bir deprem olur ve yüzbinlerce insan ölür. Depremin üç gün sonrasında uluslararası sularda yolcu taşıyan lüks bir cruise-yolcu gemisi Haiti’ye yanaşır. O sırada, gemide yolcular barbekü partisi ve su sporları yapmaktayken, Haitililer depremde ölmüş on binlerce kişiyi toplu mezarlara gömmektedirler. Gemideki yolculardan bir kısmı gemiden inmeyi reddeder, tatiline ve güneşlenmesine devam etmek, adada olan biten hakkında bir şey yapmak istemezler. Başka bir grup yolcu, bu felakete yardım etmemenin çok büyük sorumsuzluk olacağını düşünerek, gemideki malzemelerden ve yemeklerden bir kısmını adadaki insanlara bağışlanmasını, uluslararası bir fon oluşturulmasını, hatta geminin adaya erzak ve yemeklik malzeme taşımasını önerir. Bu iki grup arasındaki görüş farklılığı giderek artar ve Mcgoey bize internet forumları üzerinden bu iki gurubun destekleyicilerinin yaklaşımlarından bahseder.
Yardım etmek isteyenler, etmek istemeyenleri olan bitene kayıtsız kalmak ve deve kuşu gibi kafasını kuma gömmekle suçlarken, diğerleri de tatiline devam etmek isteyen insanların Londra ya da New York’ta deprem haberini gazetede okuyup gazeteyi çöpe atan, ya da TV’de haberi görüp kanal değiştiren insanlardan farklı sayılamayacaklarını, birileri tesadüfen daha uzaktayken sorumlu tutulamazken diğerlerinin yakında oldukları için daha fazla sorumlu sayılamayacaklarını iddia ederler. McGoey böyle bir durumda karşımıza su soruların çıktığını söyler: Kimin bilgisizliği ya da vurdumduymazlığı diğerinden daha kabul edilebilir? Kendi işini/tatilini bırakıp yiyecek yardımı bulmaya çalışanlarınki mi? Uzakta -mesela Fransa’da- bu haberleri dinleyip sahilde güneşlenmesine devam eden birinin mi? Yoksa Haiti’de tatiline devam eden, sadece ekonomik yardım olsun diye, turistik eşya mağazasından bir yerine iki tane kolye alan turistin mi? McGoey sadece bir tarafı diğerinden daha üstün ya da etik görmenin bu soruları cevaplamamıza yaramadığı görüşünde. Bu grupları (kriz anında kimin nasıl davrandığını) birbirleriyle kıyaslamadan önce her bir grubun neden öyle hareket ettiğini, farklı tavır ve düşüncelerin geri planında yatan süreçlere ve bilgisizlik ya da bilinmezlik durumlarına bakmamız gerektiğine işaret eder.
Ekonomik/politik krizler, çevre felaketleri gibi olağan dışı durumlarda, bazen kişisel ve hatta kurumsal bir eylemsizlik durumu oluşabilir. Bu eylemsizlik ve bilgisizlik durumu geçmişten gelen eşitsizliklerle, ekonomik ve politik savaşların ya da süreçlerin sonuçlarıyla alakalıdır. Bu nedenle bilinenler ve bilinmezliklerin arasındaki sınır bugünle olduğu kadar geçmişle de alakalıdır. Diğer bir deyişle, kişilerin nerede ya da neden bilgisiz kaldığı ya da bilgisizliği/bilmemeyi tercih ettiğini anlamaya çalışırken bilgisizliğin kullanım değerinin göz ardı edilmemesi gerekir. Bilgisizliğin özgürleştirici bir yanı da olabilir. Ayrıca bilgisizlik dediğimiz şey her zaman bilmek ile tam karşıt anlamda değildir. McGoey’e göre bilgisizliğin de kendi içinde bir bilgisi vardır. Toplumsal bilgisizliğin ve bilmeme durumunun toplumsal ve politik düzeni hem koruyan hem de bozan bir yönü vardır. Bilgisizlik zaman zaman yönetenlerin ve yönetilenlerin kendi çıkarlarının doğruluğuna ters düşecek şeylerin doğruluğunu inkâr etmesine yardımcı olur. Bilgisizliğin bazen güçlenmek için pratik bir değeri de olabilir. Çok iyi bildiğimiz bir örnek var aslında: Sigara içmenin kansere yol açtığını hepimiz biliyoruz değil mi? Ayrıca farklı sektörlerdeki firmaların (mesela gıda ve ilaç sektörünü düşünün) bu ‘stratejik bilinmezleri’ nasıl bir fırsata çevirdiğini hatırlatmaya gerek var mı?
Bilgisizliğin bir güçlenme yönü ya da pratik değeri olduğunu, bunun sadece politik güç kullanmak için değil ama aynı zamanda bazı insanlar için de kendi yeterliliklerini ya da sorumluluklarını seçici olarak kullanmak ya da yeri geldiğinde hakkını zorla gasp etmek için bir araç ya da silah olabildiğini hatırlamak lazım. Kurumların kendi sorumluluklarından kaçmak ve kendilerini devam ettirmek için kullandıkları ‘kurumsal unutma’ (Rayner, 2012) pratiklerine benzer bir şekilde bireylerin bilgiyi seçici olarak kullanması, kabullenmesi bir hayatta kalma taktiğidir. Kurumlar bunu yaparken bireylerin yapması hiç şaşırtıcı değil. Örneğin 2008 ekonomik krizinde neler olduğunu ne zaman ne kadar anladık?
Dolayısıyla bazı insanların Covid-19 ile ilgili uyarıları ciddiye almaması sadece bu kesimlerin otorite ile kurdukları ilişki ile ya da otoriteyi ciddiye almamalarıyla alakalı değil, toplumsal yaşamın içindeki konumları, kurumlarla mesafeleri önceki deneyimleri, ayrıca toplum içindeki kendileri gibi ya da kendilerine benzemeyen gruplarla aralarındaki toplumsal yakınlıklar ve sosyal mesafelerle alakalı olabilir. Herkesin kendi bilmezlik halinin ya da bilgisizliklerinin kiminle benzeştiği ya da farklılaştığının sınıfsal (ve politik) bir geri planı var. Belirsizlikle kimin ne zaman nasıl karşılaştığı, nasıl çözdüğü, ne kadarıyla baş edebildiği ya da etmek istediğine bakarken daha avantajlı olanların toplumdaki ayrıcalıklarının nereden ve nasıl yeniden üretildiğine de bakmak gerekiyor. Başkalarının zorluklarla baş etme deneyimlerinden öğrenebileceğimiz çok şey var. Bunu yapabilmek için de herhalde herkesin kendi yaşamındaki ayrıcalıkların farkına varması ve bu ayrıcalıkların ya da imkânlara ulaşmada herkesin eşit koşullarda olmadığını, bunun sadece kitap okumakla değil, eğitim, iş, sağlık kurumlarına ve onların sunduğu olanaklara ulaşabilme konusunda yaşadıkları eşitsizliklerle, kendi ailelerinde kuşaklardır biriken imtiyazları ya da eşitsizlikleri anlamaya çalışmakla mümkün olabilir. Ayrıca bütün dünyada eğitim sisteminin ticarileşmesi ile eğitim olanaklarından sistematik olarak koparılmış, koparılmakta olan kesimler olduğunu, bunun da sınıflar arası uçurumu genişlettiğini görmezden gelebilir miyiz?
Bitirirken: İçinde olduğumuz olağanüstü durumu çözmek için önlemler almak, alınan önlemleri önemsemek ve uygulamak önemli. Bu önlemlere uy(a)mayanlara tekrar tekrar çeşitli yollarla bu önlemleri anlatmak ama aynı zamanda alınan önlemlerin kimleri dışarıda bıraktığını göz ardı etmemek gerekiyor. Evlerimizde kaldığımız bu zor günlerde herkes ister istemez bundan sonrası için daha ‘iyi’ yaşamak, daha iyi bir hayat sürmek talebi üzerine düşünüyor. İyi bir hayatı hayal ederken kendi iyi hayatımızın toplumsal hayatın bir parçası olduğunu unutmadan, birbirimizi suçlamak yerine birbirimizle dayanışmanın yollarını, birbirimizi dinleyerek anlamaya çalışmak, kendi alışkanlıklarımızla yüzleşmek ve en önemlisi kamu ve özel kurumların bu krizi birilerinin kâr ve kazancını öne çıkarmadan çözmesi yönündeki talebimizi sesimizi yükselterek söylemek gerekiyor. ‘Kötü bir yaşamda iyi bir hayat sürmek mümkün mü?’ sorusuna cevap vermeye çalışan Judit Butler’a (2012) kısacık kulak verelim:
“ (...) ‘iyi hayat’ tartışmalı bir ifade. Birçoğu iyi hayatı ekonomik refahla, bollukla ve hatta güvenlikle özdeşleştirdi, fakat biliyoruz ki ekonomik refah da güvenlik de iyi bir hayat yaşamayanlarca ulaşılabilir şeylerdir. Bu özellikle de iyi bir hayat yaşadığını iddia edenler bunu başkalarının emeğinden kâr sağlayarak, ya da eşitsizliği yerleşik kılan bir ekonomik sisteme dayanarak yaptıklarında gün gibi ortadadır.
(...) Kimlerin yaşamı önemlidir? kimin hayatının yası tutulabilir, kiminkinin tutulamaz? kimin hayatları zaten hayat değil sayılır, ya da kısmen yaşıyor veya zaten öldü gitti sayılır?
(...) Başka bir deyişle, adına hayat diyebileceğim bir hayatım yoksa, ya da sürmeye çalıştığım hayat vazgeçilebilir addediliyorsa veya aslında zaten terkedilmişse, iyi bir hayat sürmek için nasıl çaba sarf edebilirim ki? Sürdüğüm hayat yaşanabilir olmayan bir hayatsa, ortaya son derece elzem bir paradoks çıkıyor, çünkü “İyi bir hayatı nasıl sürerim?” sorusu ortada sürülecek hayatlar olduğunu, yaşıyor kabul edilen hayatlar olduğunu ve benimkinin de onlardan biri olduğunu varsayar. (...) Ayrıca burada söz konusu olan iyi bir hayat yaşama potansiyeli olduğu kadar, yaşama mücadelesi ve adil bir dünya içinde yaşama mücadelesidir. Değer taşıyan bir hayat sürüp süremeyeceğime ben kendi başıma karar veremem çünkü anlıyoruz ki bu hayat hem benimdir hem de değildir, beni toplumsal ve yaşayan bir yaratık kılan da budur.”
Yani, sen evinden sosyal medyada başkalarını eğitimsiz bulacak eleştireceksin, sonra da içeri gidip telefonla içme suyu ısmarlayacak, başkalarının senin için yaptığı ekmekle sofraya oturacaksın ve sonrasında da birileri de senin çöpünü toplayacak... Eskiler ne der: ‘zenginin keyfi gelene kadar fakirin canı çıkar!..’ (ES/AS)
Referanslar
McGoey, L. (2012). Strategic unknowns: Towards a sociology of ignorance. Economy and society, 41(1), 1-16.
Rayner, S. (2012). ‘Uncomfortable knowledge: the social construction of ignorance in science and environmental policy discourses’. Economy and Society, 41(1), 107-125.
Butler, J. (2012). ‘Kötü bir hayatta iyi bir hayat sürmek mümkün müdür?’ (Adorno Ödülü Konuşması – Judith BUTLER) (‘Can one lead a good life in a bad life?’ Adorno Prize Lecture).; (çev. Can Semercioğlu) http://www.felsefecilerdernegi.org.tr/kotu-bir-hayatta-iyi-bir-hayat-surmek-mumkun-mudur-adorno-odulu-konusmasi-judith-butler/