Sanatın yolculuğu bir varoluş sürecidir. Sebepsiz değildir; gerçek insan oradadır çünkü her insanın kendisine ait olanı bulma belki de bulamama serüveni, zahmetli ve sancılı bir yazgının tahakkümündedir.
Sonsuz boşlukta ürettikleri ile dünyaya iyiyi ve güzeli yakıştıranlar, koşulların olanaksızlığına aldırmayanlar ve yaratıcılığın özgür ruhuna inananlardır. Sanatçıların dokunduğu ve geçtiği her atmosfer bir dile gelseydi! Bir onlar bilir neler çektiklerini. Sanatın umudu, umdun sanatı olmasaydı, bu dünyanın kahrı çekilir miydi? Ancak bu umudu büyütmek kolay iş midir?
Özgür olmanın karşı konulmaz arzusu, ideolojik hazımsızlıklarla dolu coğrafyalarda etnik şiddetin kanlı yüzüyle göçü zorunlu kılmıştır. Sanat ve sanatçı için çok daha zor olan bu yolculuklar, düşlerinin sınırsızlığına inananlarla zafere dönüşmüştür. Kim bilir kaç sanatçı ülkesinin özlemi ile zamanın gölgesinde bekliyordur! Yüreğini düşlerinin sonsuzluğuyla bölüşenlerin zaferi bazen söz, bazen ezgi, kimi zamansa renklerin büyüsü ile çıkar karşımıza. Göçlerle başlayan hikâyesini renklerle süsleyen Hasan Bağdaş gibi…
Dersim’den göç
Hasan Bağdaş: 1949’da Kayseri’nin Sarız ilçesine bağlı Dallıkavak köyünde dünyaya gelir. Ali Pise’nin (dede) Dersim’den Adıyaman’a giderek başlattığı göç yolculuğu Maraş’tan Kayseri’nin Sarız ilçesine doğru akar. Zamanla Ali Pise, Dallıkavak’ı yurt edinir. “Babam dedemler yaşamlarının büyük kısmı göç ile geçirdiler” diyen Bağdaş, bu göç rüzgârlarının onu Avustralya’ya kadar sürükleyeceğini elbette bilemez.
Doğu toplumlarının varlığının ve bütünlüğünün bir kanıtı sayılan aşiret olgusunun yansımaları Bağdaş’ın ailesinde de görülür. Ailesinin Sine Milli aşiretinin mensubu olduğunu belirten Bağdaş, bu aşiretin geçmişi ile ilgili çeşitli görüşlerin olduğunu söyler. Ayrıca özellikle Erzincan ve Maraş yöresinde yoğunlukta olan aşiretin bir Alevi ocağına bağlı olduğunu öğreniyoruz.
Mustafa ve Sabır’ın Bağdaş’ı: Hasan
1896… Sivas’ın küçük bir köyünde bir kız çocuğu gözlerini açar dünyaya. Adı Sabır. Boşuna Sabır denmemiştir ona. Altı yaşında yetim kalan bu kız, birlikte yaşamak zorunda kaldığı amcasının çocuklarından biriyle evlendirilir. İçinde sevgi olmayan bu birliktelikte çocuk sevinci de yoktur, gelecek de. Bir kaçış ya da umut dolu bir başlangıç olacaktır Sabır’ın sonu. Annesini toprağa verdiği gün “O ölmüş, rahmetli olmuş, sen başının çaresine bak.” diyen Mustafa ile açar yeni bir öykünün ilk sayfasını. Sabır, o köyde öğretmen olan Mustafa ile pişmanlık duymayacağı kaçma kararını verir. Sabır’ın en büyük acısı da Mustafa’sını ve oğlunu aynı anda kaybettiği elim kazadır. Öyle büyük bir acı ki kör olma noktasına gelir gözleri ve köyde hala söylenir durur Sabır’ın ağıtları…
Mustafa eğitmen olmasının yanı sıra müzisyendir, Hak âşığıdır üstelik. Ancak ekonomik yetersizlikler nedeniyle eğitmenliği bırakıp Adana’ya göç eder ailesiyle. Göç her yıl tekrarlanır. Sabır, sabrının sonudur Mustafa’nın ama yaşamının ani bitişi Sabır’ın uzun bir ömre hayat arkadaşı ve oğlu olmaksızın sabretmesi gereğini doğurur. Babasını ve abisini kaybettiğinde Hasan henüz altı yaşındadır. Annesi Sabır’ın yetim kaldığı yaşta…
Hasan Bağdaş, 1977’de annesini Avustralya’ya götürür. Türkiye’deyken annesinin var olan rahatsızlıklarının Avustralya’da azaldığı görülür. Sabır, hünerli elleri, acı dolu mazisi ve inancı ile kilim dokur; çorap, kazak örer. Geçmişini yüzünün derin çizgilerinde taşıyan Sabır anne, yöresel her türlü elbiseyi diker. Dokuduğu kilimlerin bazıları Avustralya’da müzede sergilenir. Sergilenen kilim, elbise, çanta vs. değildir sadece; bir insanın acı dolu mazisi, belleğinde taşıdığı kişisel tarihi ve coğrafyasıdır. Yüreğine ve eline dokunan emek, her anını doldurur Sabır’ın. Kimi zaman basına yansır Sabır’ın somutlaşan hünerleri. Avustralyalı sanatçılar için Sabır Anne yüz yıllık bir çınardır. Avustralya’da yıllar böyle geçerken Sabır rahatsızlanır. Doktorlar, organlarının sağlıklı olduğunu ve daha uzun yaşayabileceğini söylese de “Yüz yaşından sonra yaşamaya dair ne olabilir ki? Beni evime götürün, ölüm ne zaman gelirse.” der Sabır. Eve götürüldükten bir ay sonra da Bağdaş’ın gelenekselleşen Newroz sergi gününde hayata gözlerini yumar. Doğanın yeniden dirildiği gün, Sabır Ana doğanın gövdesinin bir parçası olur.
Çocukluk yılları
Çocukluk… Çoğumuzun hala orada mı, diye dönüp baktığı ama her defasında kırık bir ayna gibi mazide kalan anılarımız… Kiminin anıları gökkuşağından bir yelpaze, kimininse koyu renklerle örülmüş bir kilim… Hasan’ın anılarının başlangıcı ise ile kapkaranlık bir ölüm!
1949 yılında dünyaya gelir Hasan Bağdaş. İnsanın en zor kabulü olan ölüm, Bağdaş’a erken yaşlarda katı bir gerçeklik ile kendini kabul ettirir. Henüz altı yaşındayken babasının kaybı ile yüzleşir. Bu ölümü unutamayan Bağdaş, kaza ile ilgili şunları dile getirir: “Annem, ben ve abim kaza yerine vardığımızda ilk gördüğüm şey koyunların karnından fırlayan kuzular olmuştu. Babamın Kırkısrak köyünden getirdiği köpek, abimin etrafında dolanıp çocuk gibi sesler çıkarıyor, sanki ağlıyordu.” Babasının yokluğunda, mahlası Âşık Fedai olan abisi Mehmet, Hasan Bağdaş’a dayanak olur.
Abisi, Bağdaş’a babasının yokluğunu hissettirmemek için elinden gelen her şeyi yapar. Bir çocukluk sevincini, “Herkes çarık ile gezerken abim bana iskarpin almıştı. Kimsede yoktu bu ayakkabı” diyerek örneklendirir Bağdaş.
İlkokula Dallıkavak’ta başlar. İlkokulda öğretmenlerin kendisini çok sevdiğini dile getiren Bağdaş, okulda hiç unutamadığı anısını şöyle aktarır: “Öğretmen bize defter vermişti, defterin üstüne ismimi ‘Hesen’ diye yazdım. Ancak arkamda benden üst sınıfta olan (şu an araştırmacı yazar) Mehmet Bayrak bana Hasan ‘e’ harfi yerine ‘a’ yazmalısın dedi.” Hiç kimsenin bir diğerinden daha üstün olmayan diline dair hafızada kalan bu trajikomik izler, ilerleyen zamanlarda Hasan Bağdaş’ı saracaktır. Eğitiminin bir kısmına Eskiyasıpınarda devam eden Bağdaş, aşk adına ilk duyguyu burada, Suriye adında bir Çerkez kızına karşı besler.
Bağdaş’ı sarsan bir olay da bir düğünde kaza sonucu yaraladığı Alo’nun beklenmedik ölüm haberidir. Yurda girişi yasak olduğundan Alo’yu son kez görme fırsatını yakalayamayan Bağdaş, istemeden açtığı yarayı ve buna karşılık Alo’nun insancıl karşılığını ömrü boyunca vicdanında taşımak zorunda kalmıştır.
Hasan Bağdaş’ın çocukluğu acılar, huzursuzluklar ve kaçışlarla geçer. Ancak yaşadığı tüm olumsuzluklar karanlıktan süzülen renkli damlalara dönüşecektir zamanla. Zaman ise hünerli elleri ile türlü renkler ve desenler çizecektir arkaik yaratıcılığına.
Zarife ile evliliği
Zarife, Hasan’ın amcasının kızıdır. Amcası bazı davranışları yüzünden Hasan’ı damat olarak pek onaylamasa da nişan yapılır. Askerlikten önce 14 yaşındaki Zarife ile evlenmek isteyen Hasan’ın isteği geri çevrilince iki genç aralarında anlaşarak Kayseri’ye kaçarlar. Bağdaş, burada resim, tabela işlerine de başlar.
Askerlik bitince Bağdaş, Pınarbaşı’na geri döner. Bu süreçte Türkiye geneline hakim olan siyasi atmosferden Bağdaş da etkilenir. Pınarbaşı’nda ideolojik çatışmalardan dolayı birçok kişiyle birlikte Hasan Bağdaş da tutuklanır. Mamak’ta bilinmeyen bir yerde kırk gün tutuklu kalır ve bu süre zarfında işkence de görür. Öyle ki döndüğünde eşi Zarife onu tanıyamaz. Tüm bunlar ailenin Avustralya’ya göç etmesine zemin hazırlar. 1973’te Zarife’nin babasının isteği üzerine Avustralya’ya göç ederler.
Zarife ile evliliği zor dönemlerden, çeşitli sabır imtihanlarından geçmiştir Bağdaş’ın. Pınarbaşı’nda bir çocukları doğumdan sonra ölmüştür. Bağdaş; hapse girmiş, işkence görmüştür ancak nice fırtınalara dayanan bu evlilik, sağlam bir şekilde bugüne ulaşmayı başarmıştır.
Yeni bir ülke
Yurt dışına göçlerin yoğun yaşandığı bir dönem… Umut sınırların dışında artık. Bu göçler Anadolu insanı için kaçıştan ziyade kurtuluştur. Bağdaş ailesi için de durum böyle olmuştur. Göç yolculuğunda ilk durak Pakistan sonra Avustralya’dır.
Zarife, annesinin yanında tekstil işinde Hasan Bağdaş ise urgan fabrikasında çalışmaya başlar. Bu iş dışında farklı fabrikalarda da çalışır Bağdaş: battaniye, bira, lastik, araba parçası...
1992’nin başlarında, Bağdaş 43 yaşındayken Royal Melbourne Institute of Technology’de (RMIT) resim ve heykel bölümüne girer. Dört yıl bu fakültede okur. En başarılı öğrenciler arasındadır. Her yıl başarılı bir öğrencinin resimleri üniversitenin galerisinde sergilenecektir. Jüri, Bağdaş’ın resimlerinin sergilenmesini ister. Resimleri kırk gün boyunca sergilenir. Bağdaş, en görkemli sergisinin de burada olduğunu söyler.
1995’te Avustralya genelinde Çin’e “Geleneksel Çin Sanatı” öğrenmeye gönderilecek 15 öğrenci arasındadır Hasan Bağdaş. O, sanatın büyülü dünyasının bir parçasıdır artık. Guangzhou şehrindeki resim çalışmaları köylülerin ürettiği, bin yıldan fazla geçmişi olan çalışma araçlarıyla yapılmaktadır. Bağdaş, resim çalışmalarının yanı sıra Çin’deki insanlarla güçlü ilişkiler kurar. Burada zamanının çok verimli ve güzel geçtiğini belirtir.
Yeni ülkenin eski sahipleri...
Modern dünyayı kuran kuzeylilerin yeni coğrafyaları keşifleri kendilerine güç; o coğrafyaların eski sahiplerine ise yoksullaşmayı, asimile edilmeyi hatta soykırımı getirmiştir. Bağdaş, Avustralya’nın eski sahipleri Aborjinler ile tanışmış ve yaşadıkları birçok olumsuzluğa yakından tanık olmuştur. Aborjinler özgürlüğün vazgeçilmez ruhuna derinden bağlı olsalar da modern dünyanın büyüsü çoğu zaman onları da etkisi altına almıştır. Avustralya’da Aborjinlerin kültürleri ile ilgili dernekler ve vakıflar bulunmaktadır. Bağdaş, Aborjin ressamlar ile tanışır ve onları anlatırken özgür olma ile hapsolma arasındaki bağlantıyı birçok defa tanık olduğu şu olay ile özetler: “Sosyal Konut Bakanlığı Aborjinlere yerleşik bir hayat sunmak için çeşitli konutlar inşa eder ancak Aborjinler bu konutlara yerleşmeden önce bütün kapı ve pencereleri kırarlar.” Aborjinlerin bu davranışları özgürlüğe ne denli düşkün olduklarının bir göstergesidir.
Avustralya’daki dernekler
Bağdaş, “Avustralya Kültür Derneği”ne üye olarak ilk defa dernek mekânına girer. Ancak dernekteki üyelerin farklı kimliklere karşı bağnaz tavırları nedeniyle dernekten ayrılarak İşçi Birliği’ni kurar. Burada da halkın kurtuluşu sempatizanlarının yönetimde etkili olma istekleri Bağdaş’ın evrensel değerleri ile uyuşmaz. Çünkü Bağdaş, herkesin derneğe üye olma hakkının olduğuna inanır. Bu dernekten de ayrılan Bağdaş, yirmi arkadaş ile Kültür ve Sanat Komitesi kurar.
1985’te Arif Sağ’ın Avustralya’ya gelişi derneğin amatör şekilde yaptığı çalışmalarının daha profesyonel hale gelmesine zemin hazırlar. Arif Sağ, yurda dönüşünden sonra saz ustası ve halk oyunları eğiticisi gönderir Avustralya’ya. Bunun yanında davul ustası, zurnacı getirtilerek çalışmalar geliştirilir. Derneğin halk oyunları ekibi, Avustralya geneli yapılan yarışmada 72 grup arasında birinci seçilir.
Dernekleşme sürecinin bir basamağı da Kürt Derneğidir. Bağdaş, bu dernekte üç dönem başkanlık yapar. İlk zamanlar ideolojik problemlerle karşılaşsalar da zaman içerisinde bu problemler aşılır ve dernek bünyesinde her kesimden insan kendine yer bulur: Fars, Arap, Türk… Bunun sonucunda dernek ülke genelinde etkili olmaya başlar.
Yurda dön çağrıları
1982 süreci… Dernek üyeleri Türkiye’deki darbenin işkence, baskı, idam gibi yaptırımlarını teşhir etmek amacı ile imza kampanyaları yapar. Ardından Türkiye’den bir mektup gelir. Mektupta Bağdaş’ın konsolosluğa gitmesi istenir: “Türkiye Hükümetinin isteği doğrultusunda geri dönmezseniz Türkiye’deki mal varlığınıza el konulacak” dense de dönmez Türkiye’ye Bağdaş.
1985’te Türkiye’den şu yazı ulaşır Bağdaş’a: “Türkiye Cumhuriyetine karşı yapmış olduğunuz aleyhte çalışmalardan dolayı vatandaşlıktan atıldınız.” 2003 yılında yeniden Türk vatandaşı olur Bağdaş.
Onca siyasi çalkantı arasında Bağdaş’ın yaşamına ışık tutan şey yeteneği ve emeğiyle zenginleşen sanatı olmuştur. Peki, nasıl gelişir resim dünyası Bağdaş’ın?
“Belirli bir isteğim yoktu ressam olmaya karşı, ancak benim belirlemediğim faktörler ressam olmamda etkili oldu.”
Resim yeteneği ilk olarak öğretmenleri tarafından fark edilir Bağdaş’ın. Kayseri’de Kaya Dumrul’un yanında tabela ve resim atölyesinde çalışır bir süre. Bunun dışında kendi öğretmeni kendisi olmuştur. Ressam olmak için üniversite bitirmenin gerekli olmadığını vurgulayan Bağdaş, yine de “Üniversite eğitimi almanın sunmuş olduğu avantajlar daha fazla. Avustralya’da her yıl aynı mekânda Nevroz sergileri yaptım. Avustralya’da sergilerimi ziyarete gelen şahıslar ne mezunu olduğumu sormazlarken, Türkiye ve Avrupa’da sordular. Elbette bu durumda herhangi bir üniversiteden eğitim almışsanız sergilere, resimlerinize ve size karşı bakışları farklı oluyor” demektedir.
Bağdaş, Avustralya’da otuzdan fazla sergi açar. Ancak Newroz’un tarihi ve kültürel misyonundan çok etkilendiği için çalışmalarının çoğunu “Newroz Sergileri” adı altında paylaşır. Bağdaş, yurt dışında yaptığı her çalışmada kültürü, etnik dokuları, birikimi vs. birçok yönden Türkiye’yi temsil eder. Vatandaşı olmadığı zamanlarda bile o uzak coğrafyayı zihninde ve yüreğinde sürüklemeye devam eder.
“Sanat insanı ölümsüzleştirir. Çünkü insan ancak geride bıraktıkları ile yaşayabilir.”
Sanat hayatı yüceltme ve yaşama anlam yükleme çabasıdır. Bu çaba, düşlerinin ardından koşmayı göze alabilen, insanı insana anlatmaktan vazgeçmeyen yeteneklerin elinde ölümsüzlüğe ulaşabilir ancak. Bağdaş da, “Sanat insanı ölümsüzleştirir. Çünkü insan ancak geride bıraktıkları ile yaşayabilir.” derken ardında bıraktığı ve bırakacağı nice eserin ışığı altında yaşayacağını bilmektedir.
“Ne kadar yaşarsam o oranda resim yapacak konu bulurum.”
Bazı sanatçılar belli temalarla bütünleşir ve öyle de anılmayı tercih ederler. Bu nedenle sanat yaşamları, seçtikleri konulardan ayrı düşünülemez. Ancak Bağdaş gibi her alanda özgürlüğe yelken açan ruhlar, sınırlı bir alanda kalmak yerine hayatın sunduğu her renkten faydalanırlar. İşte bu yüzden Bağdaş, “Ne kadar yaşarsam o oranda resim yapacak konu bulurum” der. Onun ressamlığının kaynağında yaşamı, hayata karşı tavrı ve tanık oldukları yatmaktadır. Belirli bir konu olmamakla birlikte Bağdaş’ın çerçevesini en çok da kadın -şiddet gören, isyan eden, ötekileştirilen- ve çevreye karşı duyarlılık doldurur.
Bağdaş, kendi konularının bile tekrarına düşmezken bir başkasının ayak izine basarak ilerlemeyi sanatçı kişiliğin çürümesi olarak görür. Kötü bir kopya olmak yerine özgün bir tabloya dönüşmeyi yeğler her zaman. Farklılıkları eleştirilir kimi zaman ama içinden geldiği gibi hareket etmekten asla vazgeçmez Bağdaş. Bu alanda bir de kendi tarzını geliştirir. Dünyanın birçok yerinde sergiler açan Bağdaş: Avustralya’da “Victoria Ulusal Galeri, Sydney, Melbourne, Berlin, Londra, Hamburg…”otuza yakın sergi, Türkiye’de “İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Mardin…”yirmiye yakın sergiyi sanatseverlerle buluşturur.
Üç ayaklı bir ilişkinin bileşkesinden doğan sanat
Maddenin ya da baktığımız suretin ardında olan asıl arayış, insanı var eden dünyaya ulaşmaktır. Her sanatçının bu arayış yolu farklıdır. Bağdaş’ın sanat anlayışı evrensel bilincin içinde yol aldıkça edindiği deneyimler kendisine yeni perspektifler sunar. Her türlü objeye renk giydirip büyülü bir atmosferin içinden çıkan tablolarında sadelik ve karmaşa iç içedir. İlk bakışta duygusal ve zihinsel karmaşa yaşayan izleyici, resme yoğunlaştıkça yaşamın özünü yaklaştığını hisseder.
Sanatçı: “Amacım ölümle yaşayan, gerçekle hayal, ulaşılanla ulaşılmayan, yani doğa, insan ve diğer canlılar arasındaki çelişki ve karşıtların bütününü, bir senfoni orkestrası zenginliği ve uyumu içerisinde sunarak bunlardan güzel olanı ölümsüzleştirir” diyerek sanat âlemindeki payını belirtir. Bununla birlikte Bağdaş, güzeli sahiplenip kötüye, kirliye ve çirkine sırt çevirmediğini de söyler.
Baskı çalışmaları sırasında Bağdaş, pva tutkalı, boya, vernik karışımının tuvale aktarılması ile ortaya çıkan yeni bir resim tekniği geliştirir. Geliştirdiği bu teknik sayesinde Üniversite Koordinatörü Jim Taylor aracılığıyla patent alması sağlanır.
43 yaşında üniversite öğrencisi olmak
Gençlik yıllarının en dinamik mekânlarından biridir üniversite. Fakat 43 yaşında ve Avustralya’da aynı mıdır bu heyecan? Üniversiteye gitmeyi aydınlığa yürümek olarak ifade eden Bağdaş, “Kırk üçünde üniversiteye başlamak olağanüstü bir şey, çok çok güzel bir duygu!” diyerek bu coşkusunu dile getirir. Dil konusunda sıkıntılar yaşayan Bağdaş’a Hürriyet Babacan ve Jim Taylor destek olur. Özellikle Hürriyet Babacan’ın sadece öğretim konusunda değil manevi anlamda da yardımları Bağdaş’ı ayakta tutan önemli etkenlerden biridir.
Arayış, beklenti ve projeler…
Duyarlı bir insan ve sanatçı olarak Hasan Bağdaş’ın arayışı, doğanın talan edilmesine, yok oluşuna ve kirletilmesine karşı bütün insanların bir araya gelmesidir. Temiz bir doğada huzur, barış ve güven içinde yaşamak ütopya olmaktan çıkarılmalı ve her insanın yaşam misyonu haline gelmelidir.
Türkiye’nin göz nuru denilecek Binboğa ve çevresinde yaşayan sanatçıların eserlerinin sergileneceği bir müze yapmak Bağdaş’ın projeleri arasında.
“Ölü anı diriltip diriyi ölümsüzleştirme çabasındayım.”
Avustralya gibi çok kültürlü bir ülkeye gitmek Bağdaş için büyük kazanç. O minnettarlığını, “İyi ki Zarife’nin babası beni çağırdı, iyi ki gittim. Avustralya’ya minnettarım.”
Bağdaş kendisi dışında var olan yaşam savaşının bir parçası olduğunu unutmadan her türlü oluşumu gören, gördüklerini zamanın gücüne inanarak kalbi ve aklı ile besleyen bir ayinin nefesi olmuştur. Bu nefesini geleneksel ve çağdaş kültür birikiminin onayına sunmuştur. “Ölü anı diriltip diriyi ölümsüzleştirme çabasındayım.” diyen sanatçı; renklerin, duyguların, becerinin ve düşüncenin kaynağına iner. (DT/EA)