İbrahim Gürbüz’ün “Ülkemin Gölgesinde Bir Uzun Yol I. Yaşamın Kıyısında” İsmail Beşikçi Vakfı (İBV) Yayınlarınca otobiyografik üçlemesinin birinci cildi olarak yayımlandı. Romantizm akımı içinde modern ve yeni bir anlatı türü olarak kabul gören otobiyografinin tarihine bakıldığında, modern türünün ilk örneği Rousseau’nun “İtiraflar”ı kabul edilir. Romantizm akımının temsilcilerinden Rousseau, “İtiraflar”la otobiyografide yazım geleneğinin içeriğini değiştiriyor. Aslında insanın iç dünyasına ulaşması ve oranın konuşulması, yazılması, ifade edilmesi gerekliliğine inanılması ve edebî düzleme taşınması da yeni bir metin olarak otobiyografiyi ortaya çıkarmış diyebiliriz.
Otobiyografik hafıza çoğunlukla kırık aynaları hatırlatır. Yaşananların tam hatırlanmaması yazım sürecini zorlaştırır. Gürbüz metnin bir bölümünde anı yazmanın zorluklarından söz ederken, “Kızgın kumda ayakkabısız bir yolculuk gibidir sonradan anı yazmak. Sonradan anı yazmaya karar veren biri, karanlıkta uzun bir yolculuğa çıkmış gibidir” der. Birçok edebi anlatımdan farklı olarak, anlatıyı ve başkahramanı sahiplenen hafıza aynı eşikten bakıyor otobiyografide. Böylece geçmişi kalıcı hale getirme adına edebiyatın önemli güzergâhlarından olan biyografiden farklılaşıyor. Söz konusu her iki türde de ortak nokta kişisel yaşamların anlatımı. Biyografinin aksine otobiyografilerde yazar ve anlatıcı farklı değildir. Günce, anı (hatırat), deneme gibi türlerle benzerlikler gösterir. Bu açıdan otobiyografinin gelişimini etkileyen, belirleyen bir metin türü olarak onu özgün hale getiren kimi tarihsel koşulları anlamak son derece önemlidir.
Yaşamına dair izlerin peşine düşmek kolay görülse de günlük/anı tutmayan bireylerin geçmişlerine dönmeleri çoğunlukla güç olur. Anılar, otobiyografik çalışmaları kolaylaştıran çalışmalardan bu noktada. İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudi bir ailenin küçük kızı olan Anne Frank, savaş yıllarında yaşadıklarını anlattığı “Anne Frank'ın Hatıra Defteri”ni hatırlatmakta fayda var. “Bir Dinozorun Anıları” Mine Urgan’ı, “İç Dünyamdan Notlar” diyen Paul Auster’ı… Biyografi türünde “Bütün dertleri tokların vicdanına yüklemek istiyorum” diyen Rosa Luxemburg’u, “Siyaseti sanata sokmak şöyle dursun, asıl sanat beni siyasete sürükledi” diyen John Berger’i, “Bir Bilim Adamının Romanı” adlı çalışmasıyla Oğuz Atay’ı unutmamak gerek sanırım. Duygusal yükün, bellek, dil, kendilik süreciyle şekillenen, sahip olduğu sorumluluk veya gereklilikleri anlatma ihtiyacı nedeniyle otobiyografik bellek hayatımıza birçok açıdan yeni deneyimler kazandırıyor.
Birçok açıdan tecrübe kendine ekler, gelişir, büyür, varoluşunu kanıtlar ve yaşamaya sunmaya hazır hale gelir. Sahip olduğu ışık ve güç ile geçmişi geleceğe taşır, ya da ölümden kurtardıklarıyla kendine atıfta bulunur. Dolayısıyla, herhangi bir tecrübenin/deneyimin otobiyografide kendiyle sınırlı kalmayan edimini hem dikkatle bakmayı hem de bağ kurmayı başkalarına vardırır.
İbrahim Gürbüz’ün üç ciltlik anılar kitabının ilk cildi “Yaşamın Kıyısında” tam da bu noktadan yola çıkıyor. Altı yüz sayfalık kitap siyasi, sosyolojik, kültürel, coğrafi, tarihi, ekonomik özellikleriyle Türkiye’nin anatomisi gibi. Türkiye’nin yakın tarihini, kendi doğasında ilerleyen anlatımıyla abartıdan uzak duru bir dille dillendiriyor. Berger’in dediği gibi “Seneler boyunca beni yazmaya iten şey, yazılması gereken bir şeyler olduğunu ve ben anlatmaya çalışmazsam hiç anlatılmadan kalacağını hissetmemdi.”
Otobiyografi ya da biyografi kaleme alan yazarların kendisini/başkasını anlatırken yaşadığı dönemim atmosferinden bağımsız olma ihtimalleri düşük olur. Bu nedenle Gürbüz, Cumhuriyetin yakın tarihine ışık tutuyor. Neden yazması gerektiğiyle başlıyor. Doğduğu coğrafyaya değinirken il, ilçe ve köy tarihlerinin literatürünü veriyor. Haliyle (doğduğu) Kürt coğrafyasını salt bir mekân olarak anlatmıyor. İnsanın tanık olduğuyla ya da yaşadıklarıyla yaşama dair her şeyin anlamının devletleştiği zaman ve mekâna iniyor. Denebilir ki kabulü güç acıların hâfızada bir yere sahip olması, anlatılabilir olması için yeterlidir. Ancak asıl olan onu yaşayanın, o dilin hafızası/sesi olmasıdır zannımca. Olacağı sese ulaşmak kimi zaman ses olmadan yürümeyi gerektiriyor. Kendi sesine “Yaşamın Kıyısında” kitabıyla varıyor İbrahim Gürbüz.
Kars’ın Sarıkamış ilçesine bağlı Qızıl köyünden başlıyor. Tarihi, sosyolojik, kültürel çeşitliliği açısından önemli olan Kars’ın geçmişine geniş bir pencere açıyor. Viranşehir’den Sarıkamış’a ve bugüne varan göçü bir nevi “Türkiyelileşme” yolculuğu olarak değerlendiriyor. Çoğunlukla devletin sesinin kaba-baskıcı-kırıcı olduğu ülkelerde insan yaşamında derin sessizlikler olur. Fakat kimi zaman farklı zamanlarda değişik mekânlarda insan hayatının anlamlar kazanma adına verdiği mücadele bir ifade etme biçimine dönüşür. Kitap çeşitli dönemlere ait metinler, görsellerin yanı sıra kazanılan ve kaybedilen öykülerle bugünün gürültüsü üzerine ne kadar düşünüyoruz sorusunu hatırlatıyor. Böylece Gürbüz verdiği mücadelenin sesi olmayı deniyor.
Uzun soluklu çalışmanın dikkat çekici yönlerinden biri de göç olgusunun özelde Gürbüz’ün-Kars’tan İzmir’e göç- genelde doğudan batıya giden insanlara dayatılan çıkmazlarıdır.
Metnin büyük kısmında “Sömürge psikolojisi” genişçe yer buluyor. Sömürge psikolojisi ekonomik, politik, kültürel, tarihi, coğrafi gibi çoklu nedenlere dayanır. Metne hâkim olan güçlü tema esasında bu minvalde gelişiyor. Sadece Gürbüz’ün otobiyografisine dayanan özel bir konu değil elbette ancak yazar kendinden yola çıkarak iktidarların sömürü çemberini net bir şekilde okuyucuya sunuyor. Kitabın ilk bölümlerinde ekonomik ve ailevi güdüler ağır basarken sayfalar ilerledikçe siyasi, kültürel ve psikolojik kapsam genişliyor. Yazma derdi de bundan ileri geliyor sanırım çünkü sömürgeleştirilenlerin davranışında ve varoluş biçimlerinde ortak bir payda belirginleşiyor. Bu noktada insani her tür değer için mücadelenin ortak payda olduğu mekânda sömürgecinin tutumu da sömürgeleştirilenin davranışını etkiliyor.
Belirttiği üzere: “Kolay değildir geçmişi hatırlamak ve geçmişle yüzleşmek. Üstelik konuştuğun dili, kültürü, büyüklerin anlattığı masalları ve gelenekleri, yazılı olmayan tarihini yavaş yavaş planlı bir şekilde unutursun. Eğer sen de buna rıza gösteriyorsan bir de bakarsın ki kendine tamamen yabancılaşmış, seni sen yapan tüm değerler, gelenekler, tarihi olaylar bir anda anlamını yitirivermiştir. Atalarının yok olmamak için verdiği mücadelelere yabancı olursun. Ama öte yandan, iyi bir yaşamın olabilir belki. Cebin para görebilir ve ticari kazancın sürekli artabilir. Bunlardan başka kazançların da söz konusu olabilir. Ancak bu dünyevi kazanımlarla, insanın, kendini insan yerine koyabilmesi mümkün mü? Geçmişinden koparılan bir insan, kabuğu olan ama içi boş cevize benzer. Çevremiz bunun örnekleriyle doludur.” Bu doğrultuda çalışmasına derinlik katıyor. Kitapta pek çok farklı kitabın da kapısını aralayan bilgi, belge ve bu bağlamda akıp giden bir kaynakça biriktiriyor.
Sömürülenleri tanıtan kaynakların çokluğunun aksine, sömürülenin sömüreni nasıl algıladığı ve yaşadığı konusunda çok önemli kaynaklar da sunuyor. Haliyle sömürülenler tarafından ses olmuş gerçeklikler hikâyelere, denemelere, romanlara ve belgelere konu olsa da Gürbüz döneminin olayları hakkında sömürülenlerin psikolojik gelişmeleri hakkında önemli bir çalışma sunuyor. Öte yandan sömürgeci devletlerin dil, din ve kültür egemenliği sömürülenlerin gündelik hayatta ayrımcılık yaşamalarına sebebiyet verdiğini belirten Gürbüz’ün özellikle anadil teması metin içinde çok belirgin.
Dilin etkisi alanına giren eğitim de sömürülen halkın ortaya çıkan zihni değişiminde önemli rol oynar. Sömürgeci eğitim sistemi Kürt halkına, kendi değerlerini aktarmaktan uzak devletin çelik kadar sert değerlerin benimsetildiği bir yöntem uyguluyor. Bugün hâlâ okullarda kendi kültürleri ve tarihlerinden ziyade ait olmadıkları coğrafyanın tarihi öğretiliyor. Kitapta anadilinde konuşamaya izin vermeyen devletin Türkçe konuşmayı bilmediği için binlerce insana yaşattığı acıları kendinden yola çıkarak İzmir’de okulda sınıf arkadaşları/öğretmenleri tarafından mağdur edilişini ifade ediyor.
İbrahim Gürbüze’ü ‘Kuyruklu Kürd’ diye taciz ederler. Okulda, yolda sık sık sataşırlar. Bazen üçü -dördü bir araya gelip İbrahim’i dövdükleri de olur. Ortaokulda tahtada, Atatürk sözcüğündeki t harfini + gibi yazmasından dolayı Türkçe öğretmeninden çok ağır bir dayak yer. Elbette buna benzer örneklerin çok daha ağır olanları var. Ayrıca belirtiyor: “Yıllar geçmesine rağmen o anı hiç unutamıyorum. İlkokulda, ortaokulda dayak yemeyen, aşağılanmayan, horlanmayan, dışlanmayan tek bir Kürt var mıdır acaba? Hiç sanmıyorum.” diyerek, eğitime, hiç Türkçe bilmeden başlayan Kürt öğrenciler ile böyle bir sorunu olmayan Türk öğrencilerin durumunu karşılaştırarak pedagojik bakımdan çok önemli noktalara değiniyor.
Var oluşunu dayanaklandırma arayışı üniversite yıllarında birçok oluşuma/örgütlenmeye tanık olmasıyla derinlik kazanıyor. Öğrenmekten vazgeçmeyen yapısından kaynaklı aktif bir şekilde mücadele vermesine ön ayak oluyor. Ortak ve insani evrensel değerlerin bireyin kendi varoluş yolunu açmasına olanak sunduğunu bu noktada bireysel farklılıklar üzerinde temellenmeye başlandığını, böylelikle de bir yandan bireylerin özgün karakterleri oluşurken, öte yandan kolektif bir bilinçle oluşumlar ve örgütlenmeler sayesinde vardığını dile getiriyor.
Kendini ifade etme ihtiyacı bireyin sadece iç dünyasıyla sınırlı olmayan bir süreçtir. Düşünsel ve duygusal olarak kendini keşfetme ve sanatsal üretim arasında benzerlik olduğunu ortaya koyan bir yaklaşımı sergilemiş İbrahim Gürbüz. Sanatsal üretim insanların kendilerini tanımlamada belirleyici rollerden. İbrahim Gürbüz bu rollerle iç dünyasının yanı sıra hafızasına yaptığı yolculukla okuyucuya, Ortadoğu’nun tarihsel sosyolojisine önemli bir kitap serisi bırakacağını düşünüyorum. Kitabın genelinde hâkim olan tema Türkiye’nin büyük kentlerine birçok nedenden ötürü göç eden/ettirilen Kürt halkının bu kentlerde yaşadıkları siyasal, kültürel, ekonomik zorlukların anlatımının tarihidir, her ne kadar otobiyografi olsa da bu denli geniş çaplı ele alınması ülkenin yakın tarihini güçlü aydınlatıyor.(DM/AÖ)