PKK (Kürdistan İşçi Partisi) lideri Abdullah Öcalan, Kenya'nın başkenti Nairobi'de alınıp ve Türkiye'ye getirilmesinin üzerinden 13 yıl geçti.
Bir önceki 13 yıllık dönemin aksine, bu süre zarfında sadece iki hükümet görev yaptı. Öcalan Türkiye'ye teslim edildiğinde Ecevit-Bahçeli-Yılmaz koalisyon hükümeti vardı. Sonrasında hep Recep Tayyip Erdoğan...
Abdullah Öcalan'ın İmralı'da hızlı yargılanması ve ardından başlayan süreç, gerek PKK gerekse Türkiye Cumhuriyeti açısından bir önceki döneme ilişkin farklı bir yolda ilerledi.
Dünyada 11 Eylül'le birlikte başlayan kırılma, küresel ekonomik krizlerin bir tehdit gibi pozisyonunu koruması ve dijital hayatın yaygınlaşmasıyla start alan 21. yüzyılda, cephe savaşlarının da artık geride kalacağı tahmin ediliyordu.
İnsanlık tarihinin geldiği noktada artık taşınabilir silahlar tartışmalı bir yerdeydi. Devreye, teknolojik silahlar, uzaktan kumandalarla yürütülen operasyonlar girmişti. Artık insan silahı değil, silah insanı taşıyordu. ABD'nin önce Afganistan, ardından Irak işgali ve dünyanın bir çok noktasında görülen irili ufaklı savaşlarda izlenen yol artık böyleydi.
İnsanlık için tehlike aslında daha da büyümüştü. Çünkü duygu ve vicdan artık aranmıyordu. Gerekli olan tek şey çıkar ve bu çıkarları korumak için gerekli teknolojik silah gücü.
PKK ve Türkiye Cumhuriyeti devleti böyle bir süreçte, yeni bir arayışla 1984'ten beri can alan savaşı perde arkasında konuşmaya başladılar. Bu umut verici bir gelişmeydi. Görüşmelerin sürdüğü İmralı-Brüksel-Oslo-Erbil hattındaki gelişmeler nazarında bize, "Herşey daha iyi olacak" denildi.
Bugün çok az şeyin iyi olduğunu görüyoruz.
Ancak, barışa dair umutlarımız tümden kırılmış değil.
İyi olan şeylerden en önemlisi, toplumun PKK-TSK savaşının artık bitirilmesi gerektiğini daha yaygın olarak düşünmesi.
Bu koşullar varken müzakereler, gizli ve halktan saklanan görüşmeler sonuç alıcı olamadı. Buradan çıkarılması gereken en önemli ders belki de bir sonraki görüşme-müzakerelerin deneyimle birlikte daha sağlıklı sürdürülebilir olması. Şimdi hayati derecede önemli olan, bu müzakerelerin ne zaman yeniden başlayacağı.
Bu noktada İmralı'da tecrite maruz kalan Abdullah Öcalan'ın pozisyonu çok önemli. Önceki gün BDP lideri Selahattin Demirtaş'ın da dediği gibi, PKK'ye laf geçirebilecek tek kişi Abdullah Öcalan'dır.
Bunun aksi yalandan ve kara propagandadan başkaca birşey olmaz artık. Bu gerçeği kabul etmek lazım. İmralı'dan çıkacak bir cenaze ülkeyi daha büyük bir sorun içine sokabilir. Oradan gelecek bir çift söz ise barış umutlarımızı daha güçlü hale getirebilir. Öcalan'ın pozisyonu tam da böyle.
Kürtler, bu gerçeğin en başından beri farkında olmanın getirdiği kararlılık ve yorgunlukla, dün kış koşullarına rağmen sokaklardaydı. Yaptıkları eylem ve çağrılarla Abdullah Öcalan'ın özgürlüğünü talep ettiler.
Öcalan'ın özgürlüğünün sadece Kürtler için değil, savaşın tarafları ve en önemlisi Türkiye kamuoyu için de sağlıklı olacağını dile getirdiler. Ancak, bu çağrıları duyması gereken ve ciddiyetle takip etmesi gereken Kürtler dışındaki kesimler, bu çağrılardan ve içerikte ne anlatmak istenildiğine dair görüşlerden mahrum bırakıldılar.
Afyon köylüsünün Diyarbakır gerçeğini bilmesi için yollara çıkmasına gerek kalmıyor artık. Medya dediğimiz iletişim araçlarının biricik görevi budur: Afyon'u Diyarbakır'a, Diyarbakır'ı Afyon'a götürmek.
Peki bugün ne yapıyor medya?
Medya Diyarbakır'ı Afyon'dan gizliyor...
Gazete sayfalarına baktığınızda Öcalan için yapılan eylemlerden söz edilmiyor. Hemen hemen tüm gazeteler birinci sayfadan 15 Şubat'ı görmedi. Haliyle Afyon köylüsü Diyarbakır gerçeğinden mahrum bırakıldı. Olup bitene hep "terör", "PKK ayrı Kürt ayrı" mantığıyla yaklaşan zihniyetlerin gerçekle tanışmasına dün olduğu gibi bugün de ambargo konuldu.
Medya, iktidar korkusunu devlet yandaşlığıyla birleştirince ortaya ülkeyi bölmüş bir kötü karakter çıktı.
Medyanın bugün bir daha yaptığı bölücülüktür.
Medya üstünden, haberi görmeyerek ya da yanlış görerek halktan gerçekleri saklamanın yolu; inatçı ve sabırlı olan gerçeğin değerinden gram düşürmeyeceği gibi, özellikle girişilen bu metod en başta yeterince sarsılan güveni ayaklar altına almaktan öte bir yol değil.
Dün 40 merkezde Kürtler sokaktaydı. Devletin değil, Kürtlerin dışındakilerin bu gerçeği bilmesi, en önemli hakkıydı. Çünkü, Kürtleri tanıyan devlet zaten o kırk merkezde güvenlik adına yerini almıştı.
Kürtleri tanıması gerekenler artık Kürt olmayanlarımız...
Çünkü bize yanlış anlatıyorlar, bize yalan söylüyorlar, bizi yalanlarına ortak ediyorlar ve bizler inanıyoruz bu yalanlara...
Kürtler kararını vermiş. Kürtler, kan dökülmesin artık diyor.
Savaşın gidişatını Kürtler değil, artık Kürt olmayanlar belirleyecek.
Söz sırası gerçeklerin hesap-kitap yapılarak, çıkar gözetilerek verildiği halkta.
Gazete ve televizyonları sözcüleri gibi kullanan hükümet ve devletin yanlış politikalarına itibar etmemesi, gerçeği görüp karar vermesi gereken halk, artık savaşın bitirilmesine dair olan inancını daha yüksek sesle dile getirmeli...
Çünkü çatışmalara gebe bir bahar sabırsızca sıra bekliyor.
Bu kanı durdurmalıyız... (FA/HK)