Nusaybinli arkadaşlarımla konuştum bugün gün boyu. Birinden diğerine savruldu yüreğim. Kâh telefonun ucunda ‘içeride’ kalanlarla, kâh yüz yüze dışarıda ‘kalanlarla’...
Cumartesi günü “ara” verildi biliyorsunuz Nusaybin’deki ablukaya. 8 saat kadar. Bazı mahallelerde o da yoktu. Ne oldu biliyor musunuz o 8 saatte. Dışarı çıkabilecek olanakları olanlar dışarı çıktılar ilçeden, gelip Mardin’den alışveriş yapıp geri döndüler. Evet, geri döndüler.
Arkadaşımın oğlu bu sene okula başla(yama)dı. Evde oturacak bu hafta da. Geri dönerlerken çocuklar için yapboz falan verdik, azık niyetine diye yanlarına. Bir de büyükler için içi tıka basa dolu bir hard disk. Alışveriş yapıp bizimle bir çay içip alelacele ablukanın içine geri girdiler. Apar topar, yasağa yakalanıp da dışarıda ‘kalmasınlar’ diye. Çünkü onlar, evlerine döndüler. “Doluştular koğuşlarına havalandırma sonrası” kendi deyimleriyle.
Bugün sabah önce Cumartesi günü ameliyat için şehre gelip de ameliyat uzayınca evine geri dönemeyen doktor bir ahbabımla konuştum. Aradım "Nasılsın, neredesin?" diye, "Geri girmeye çalışıyorum" dedi. “Abi gel bi kahve içelim, sonra çıkarsın yola” dedim. Birkaç saat sonra aradı “Ben geri döndüm. Gittim zorla 155 falan aradım, doktorum dedim, ısrar ettim geri girdim Nusaybin’e” dedi. Biliyordum nasıl hissettiğini, öğrenmiştim artık. Ama o yine de söyledi niye geri girdiğini: “Yapamıyorum, dışarıdayken daha huzursuz daha üzgün oluyorum. Sürekli ilçede kalan yakınlarımla konuşuyorum telefonla. En iyisi orada onlarla birlikte olmak.”
Daha huzurlu olduğunu söylediği ortam nasıl biliyor musunuz, aralıksız top atışları ve büyük bölümü tek yanlı silah sesleri. İnsanlar hiç gerçek silah görmedikleri halde hangi ses hangi silaha ait biliyorlar artık buralarda.
Başka yakın bir arkadaşımın annesi iki yasakta da çıkmadı Nusaybin’den. Hasta, yaşlı, bütün çocukları Nusaybin dışında yaşıyor normalde. Nasıl ısrar ediyorlar annelerini yanlarına alabilmek için. Ama o çıkmıyor. "Evim" diyor, "yerim" diyor.
Ben anlayamıyordum bunu. Ta ki Hacı Lokman Birlik’in kısa filmi “Bark”ı izleyene kadar. Kendisi de vahşi bir şekilde katledilen ve güzel gülüşünü ancak o gülüş hepimizden koparıldıktan sonra görebildiğim Hacı, çatışmanın ortasındaki evlerinde oturmaya devam eden teyzesine neden gitmediğini soruyor. Teyze diyor ki “Kurban olduğum nereye gideceğiz ki. Ağaç kendi kökünün üstünde büyür, kendi kökünün üstünde yaşar. Kökünü terk ettiği zaman kuruyup gider. Nereye gideceğiz yavrum.”
Akşam üzeri Nusaybin’le ilgili basın açıklaması vardı baroda. Diyarbakır’dan meslektaşlar gelmişti. Hem Mardin’de hem de Diyarbakır’da oturup çalışan Nusaybinli pek çok arkadaş vardı. Bir de aslında Nusaybin’de oturan ama dışarıda ‘kalan’ birkaç arkadaş.
Bir arkadaşımı ‘içeride değil de dışarıda’ görünce şaşırdım. Geçen seferki yasakta içeride kalmış ve çıkmanın hiç de doğru olmadığını söylemişti çünkü. Hayırdır dedim, meğer evlerine devlet tarafından el konulmuş. Çatılarına keskin nişancılar çıkmış, binadaki bazı dairelere yerleşilmiş. Girememişler kendi dairelerine. Nasıl olur öyle şey, ikisi de avukat bir çiftin başına böyle bir şey nasıl gelir diye isyan ettiğimde buralı meslektaşlarım gülerek “Onlar ağır silahlarla gelip kapına dayanınca avukat olarak bir çenenle ne yapabilirsin ki!” dediler. Evet gerçekten, ne yapabilirdim ben mesela? Bu nasıl bir şey, nasıl kabullendiniz siz bütün bunları böyle, üstelik gülerek ve normalmiş gibi dedim. Keşke demeseydim.
İnsanlar buralarda acıyla pişmişler. Kahırla büyümüşler. Sıradanlaşmış hüzünlerine gülüşlerini eklemişler. Çok ölmüşler. Evine el konan arkadaşım bir seferinde bana çocukken bir katliamda sokaklarındaki derenin kırmızı aktığını gördüğünden bahsetmişti. Onun çocuk gözlerinin görmek zorunda kaldığı için benim gözlerimin yandığını hissetmiştim. Bana kim çocuk yıllarını anlatsa, hep ağladım ben buralarda.
Özellikle son zamanlarda, dediklerimden çok demediklerimi seviyorum. Susmak ve ardından daha daha susmak. Sadece onları dinlemek. Sormamak, acıtmamak... Ama işte artık bu “alışmış” hale isyanımı demiş bulundum...
"Kolay mı sanıyorsun” diye sordu şefkatle birisi. Kızmadı bana niye onları yadırgıyorum diye. “Katliama, ölüme alışılmaz. Alışmayın bunlara ne olur” dediğim mahcup isyanımı benden aldı, şefkatle sardı. “Senin kadar kolay kızamıyoruz ki biz, Kürdün her kızdığının bir yansıması olmalı bu hayatta” demişti çok eskiden başka bir arkadaşım bana. İşte bu akşam da bana bu anlayışla kol kanat gerdi asıl kolu kanadı kırık arkadaşlarım.
“Ellerim acıyor” dedi birisi, gülüşü yüzünde donarak. Sürekli yumruk yapıp sıkıyormuş ellerini. Farkında olmadan. Sonra elleri acıyınca fark edip açıyormuş. Avuç içlerinin acısından gece uykuya dalamıyormuş gün boyu sıkmış olduğu için yumruklarını. “Çok zor dayanmak” dedi, “Cumartesi günkü arada gittim Nusaybin’e. Birkaç saat görüştükten sonra, annemleri, kardeşlerimin bir kısmını, yeğenlerimi orada bırakıp geri çıktım. Çaresizlik çok acı” diye ekledi.
Diğeri dedi ki “Sabahları çenemim ağrısıyla uyanıyorum.” Uykusunda dişlerini sıkıyormuş abluka başladığından beri. Dişleri bile ağrıyormuş artık dişlerini sıkmaktan.
Orta sınıf, avukat, doktor. Okumuş yazmış, eli kalem tutan. Sinemaya, tiyatroya giden, alışverişini büyük marketten yapan. Çaresi olsa gidip eliyle koymuş gibi alıp getirebilecek insanlar. Ama onların ellerini kollarını bağlayan biziz. Bizim sessizliğimiz. Bizim onları görmememiz.
Milgram deneyi diye bilinen bir deney var. Deneklere diğer odada bulunan kişiye elektrik vermeleri söyleniyor. İnsanlar kendilerine otoriter bir şekilde voltajı artırmaları her söylendiğinde ölüm sınırlarını aşacak şekilde verilen elektriğin voltajını artırıyor. Deneklerin deneye devam oranı çok yüksek. İşte deneyin ilginç ve korkutucu yanı da bu; insanların otoriteye boyun eğip diğerinin acısına kayıtsız kalabilmesi, hatta bizzat kendisinin acı vermekten kaçınmaması. Deney değişik varyasyonlarla yineleniyor ve benim açımdan asıl dikkate değer bir sonuca daha varılıyor; eğer denek elektrik verdiğini sandığı kişiyi görüyorsa yani empati yapabiliyorsa deneye devam etme oranı düşüyor.
Bu yasak hepimizi yakacak. Bizi birbirimizden ayıracak. Ama ancak buna izin verirsek. İnanıyorum ki birbirimizin acısına değmeye çalışabilirsek, hepimizin acısı birlikte azalacak. Empati öğrenilebilir, empati eylenebilir, empati sirayet edebilir. “Muhakeme yeteneğinden yoksun bireyler muktedirin her söylediğine inanır?” Muhakeme yeteneğimize sarılalım. Empati yapalım.
Nusaybin’de insanlar sağlığa erişimden yoksun. Ekmekleri, makarnaları bitmiş, susuz ve elektriksiz kalmışlar. Evleri ellerinden alınmış, okula başlayamıyorlar. Durum kötü.
Ama Nusaybinlilerin bu günlerde yaşamsal önemdeki ekmek su kadar ihtiyaçları olan başka bir şey var.
Yaşadıkları zulmün herkes tarafından bilinmesine. Nusaybin’in bugünlerde en çok ihtiyacı olan şey görünür olmak. (ÖDM/HK)
* Fotoğraf: Nusaybin/AA