Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini” ilan ettiği 10 Aralık 1948 tarihinin üzerinden, altmış yedi yıl geçti!
Bu bildirge: “İnsanların özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğdukları, akıl ve vicdanla donatılmış olmaları nedeniyle, bir ‘değer / onur’ taşıdıkları, bundan dolayı da belirli şekilde muamele görmeleri gerektiği” düşüncesine dayanıyor. Bu düşünce temelinde tüm bireylerin, insanların değerinden (onurundan) türetilen ve bildirgede sıralanmış bulunan haklara; dil, din, cinsiyet ırk, etnik özellikler ve diğer bir nedenle ayrıma uğramadan -sırf insan olmalarından-dolayı sahip olduklarını ilan ediyor. Böylece tarihte çok önemli bir işlev görüyor. Çünkü insan haklarını ilk kez; insanları korku ve sefaletten, yoksulluğun ve yoksunluğun zorluklarından, iktidarların buna bağlı zorlamalarından kurtaracak, eşitlik temelinde onurlu hayat sürmelerini sağlayacak bir toplum projesinin, kurucu temel parçası kabul ediyor ve bu önem derecesine yükseltmiş oluyor.
1948’den bu güne, insan hakları alanında ulusal ve uluslararası düzeyde gösterilen yoğun çabalar, insan haklarını koruma gerekliliğinin - düşünsel alanda da olsa- dünya ölçeğinde kabul edilmesini sağlamış durumda. İnsan hakları belgeleri, artık devletlerin çoğu tarafından onaylanıyor. “Ancak, belgelerin (hakların) onaylanmış olmaları, onların gerçekleştirilmeleri ve korunmaları için yeterli olmuyor. Bu gün uluslararası düzeyde kabul gören insan haklarının hemen hemen hepsi, dünyanın her yerinde düzenli ve sistematik olarak ihlal ediliyor”. Devletler, uluslararası insan hakları belgelerini yalnızca dünya topluluğunun üyesi olmak amacıyla onaylamış bulunuyor.
Gerçeklik ile söylem arasındaki uçurumda insan hakları
İçinde bulunduğumuz koşullarda “müdahale edilmeyen katıksız ekonomilerin her şeyi halledeceğini” iddia eden M. Friedman’ın “iktisadi şok” öğretisi, her yerde hayata geçiriliyor. Bu “katıksız çözümün” ancak, tatbik edilmek istenen halklara yaşatılacak “şiddetli bir şokla” kabul ettirilebileceğinden hareketle insanlar; yaşam hakkı başta olmak üzere, her türlü hak ve özgürlüklerinin ortadan kaldırıldığı bir şiddet ortamını, sosyal hak olanaklarının darmadağın edilmesini, işsizliğin sürekli bir tehdit hale olmasını, asgari ücret ve çalışma koşullarıyla ilgili denetimlerin kaldırılmasını, sosyal hizmetlerin özelleştirilmesini, vergi oranlarının zengin yoksul ayrımı olmaksızın eşitlenmesini, protesto gösterilerinin yasadışı ilan edilmesini içeren bir sisteme razı olmaları için her şeyden önce iktisadi çöküntüye uğratılarak, ne yapacaklarını bilemez hale getiriliyor. Tüm dünyada köleleştirici bir yoksulluk ve panik dönemi dikkatle zamanlanıyor ve baştan beri denetlenip el altından yönetilen iktisadi bir yıkım meydana getiriliyor. Bu yıkımı, küresel veya bölgesel çapta koşulları neoliberal politikaların ihtiyacı doğrultusunda yeniden düzenleyen terör, yaygın şiddet, bölgesel çatışmalar ve savaş koşulları izliyor. “Devletler, bu süreçlerde kendi çıkarlarının tehdit edildiğini düşündükleri zaman, kendi toplumlarına ve kendi toplumlarının dışından gelen insan hakları baskılarına direniyor”, bu hakları en yaygın ve ağır şekilde ihlal eden mekanizma, bizzat devletin kendisi oluyor.
Nitekim BM Genel Kurulu Konuşmasında Kofi Annan; “21. yüzyılda uluslararası toplumun karşısındaki en büyük sorunlardan –ödevlerden- birinin, devlet güvenliği ve egemenliğini insan haklarının önünde tutan devletlerin bu tutumlarından caydırılması olacağını” dile getirmiş ve bu tehlikeyi vurgulamış bulunuyor.
Bütün bu koşullarda, demokratik politika geleneğinin olmadığı veya az olduğu, buna ek olarak yukarıda tanımlanan ekonomik zorlukların ve / veya etnik bölünmelerin bulunduğu yerlerde, demokrasinin uyuşmazlıklar üzerine koyduğu sınırlamalar kırılıyor ve insan hakları açısından felaketler yaşanmasına yol açıyor.
Türkiye: Topyekûn bir insan hakları ihlali koşulları
AKP’nin yeni hükümetinin açıkladığı 64. Hükümet Programının sunuş kısmında: “Bugün de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en temel ilkesi insan onurunun korunmasıdır” deniliyor.
Programın demokratikleşme ve anayasa başlıklı bölümün ilk satırında da; “demokratikleşme perspektifimizin odağında insan onuru bulunmaktadır. İnsan onurunu zedeleyen hiçbir uygulama ve politika meşru görülemez ve gösterilemez. İnsan onuru ile taçlandırılan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kimliği taşıyan hiç kimse hiçbir makam ve güç sahibi tarafından tahkir edilemez; inancı, rengi, cinsiyeti, dili, ırkı, siyasi düşüncesi, felsefi anlayış ve hayat tarzı sebebiyle ayrımcılığa maruz bırakılamaz, herhangi bir şekilde nefret söylemine muhatap kılınamaz” ifadeleri yer alıyor.
Bu programı 25 Kasım‘da Meclis Genel Kurulunda okuyan başbakan Ahmet Davutoğlu, aynı programın sunuş kısmında yer alan "Önceki dönemlerde demokratik siyaset kurumunu zayıflatmaya yönelik her türlü tahrik ve tertibi büyük bir sağduyuyla aştık! Bundan sonra da milli irade önüne çıkarılan her engeli kararlı ve cesur bir duruşla, milletimizin desteğiyle aşma noktasında hiçbir tereddüt taşımıyoruz" ifadesini, en davudî sesiyle, gür ve hiddetli şekilde okudu ve demokrasi düşmanlarına (!) gözdağı verdi.
Bizler halk olarak "duyunun sağının" kararlılığıyla neyin aşılmış olduğunu, on üç yıldır acıyla deneyimleyerek yaşamış bulunuyoruz. Deneyimlerimiz; bugüne kadar yaşadıklarımızın, yaşayacaklarımızın göstergesi olacağını ortaya koyuyor. Nitekim, hükümetin güvenoyu almasının hemen ertesinde Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Gazetenin Ankara Temsilcisi Erdem Gül’ün tutuklanmaları, Tahir Elçi’nin adeta tüm toplumun tanımlığında öldürülmesi, ev baskınlarında yargısız infazların sistematik hale gelmiş olması sokağa çıkma yasaklarının yaygınlaştırılması, şiddetin, sosyo /ekonomik ve sosyokültürel, psikolojik ve sosyolojik boyutları olan bir gerçeklik olarak, bir iktidar, bir toplumsal yönetim aracı haline gelmesi ve her birimizi tehdit eden bir yaygınlığa ulaşması, sürmekte olan çatışma koşullarının varlığı bizim topyekûn bir insan hakları ihlali koşullarında olduğumuzu ortaya koyuyor.
Freeman’ın deyimiyle “insan hakları kavramı, gündelik yaşamdaki görece güvenlik ortadan kalktığında veya kaybolduğunda sıradan insanlar ile ilişkili bir hale geliyor. İnsan haklarına en çok ihtiyaç duyulan zamanlar, en çok ihlal edildiği zamanlar oluyor”. Türkiye ne yazık ki böyle zamanlardan geçiyor!
“Demokratik hakları kullanırken, bir fiili zorlamaya ve yasal sınırları aşmaya gelinirse, polis yasal zorunluluğunu yerine getirir” diyen hakim zihniyet; on üç yıldır güvenlik kuvvetlerinin uyguladığı her türlü şiddeti, ‘yasal zorunluluk’ adı altında meşru gösteriyor. İnsanın değil, devletin güvenliğini sağlama kaygısının giderilmesi üzerine kurulu bu yasal mantık, güvenlik ile insan hak ve özgürlüklerini, birbirinin alternatifi/ hatta karşıtı kabul ediyor. Böylece temel hak ve özgürlüklerini kullanmak isteyen, bu koşulların oluşturulması mücadelesi veren yurttaşlar (işçiler, öğrenciler, memurlar, çevre gönüllüleri, Aleviler, Kürtler, Ermeniler, eşcinseller, kadınla, gazeteciler vs.) ile insan hakları ihlallerine maruz kalan sığınmacılar, göçmenler “temelden sapan”lar olarak kabul ediliyor. Kişi haklarından yoksun bırakılması ve en uygun yöntemlerle bertaraf edilmesi gereken tehlike objelerine dönüştürülüyor, meşru herhangi hukuki ve fiili neden olmaksızın şiddet, kuşku ve hayati tehlike altında bırakılıyor.
Bu şekilde “üretilen ve öğretilen bir ‘Güvenlik Kaygısı’, devletin kendi yurttaşlarını yiyen bir dev haline geliyor”. Bu dev, hukuksal ve idari her türlü kurum ve kurallarla toplumsal yaşamın tüm özel ve kamu alanlarını kaplamış bulunuyor.
2007 yılında 6638 sayılı Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda yapılan değişiklik ve 27 Mart 2015 tarihinde TBMM’de kabul edilen “İç Güvenlik” ismiyle anılan yasa değişikliği kapsamında kolluk güçlerinin arama, yakalama ve silah kullanma yetkisi genişletilmiş bulunuyor. Oysa modern demokratik anayasal düzenlerde temel hakların sınırlandırılması, kanunla gerçekleştirilir. Türkiye’de ise 6638 sayılı Kanun, kamu düzeninin nasıl korunacağını belirleme yetkisini yasama alanından alıp, büyük oranda İçişleri Bakanlığına ve bazı durumlarda da valiye (ve hatta kolluk görevlilerine) bırakmış durumda. Ayrıca kanun, hiçbir hukuk devletinde örneği olmayacak şekilde valileri adli kolluk yetkilerine sahip kılmış bulunuyor. Kolluk kuvvetlerine anayasadan kaynaklanmayan yetkileri veriyor, (“koruma altına alma” ve “uzaklaştırma” yetkileri gibi) ve anayasal bir koşul olan yazılı emir şartına riayet edilmeksizin aramaya olanak tanıyor. Bu şekilde kolluk makamları kamu düzenini koruma işlevini üstlenmiş görünüyor.
Oysa kolluk makamları, kamu düzenine yönelmiş tehditleri ortadan kaldırmak için ve ancak anayasanın ve kanunun gösterdiği sınırlar çerçevesinde hareket eder. Anayasal devletlerde kamu düzeninin sağlanması için temel haklara ne şekilde ve hangi şartlarda müdahalede bulunulacağına siyasi organ olan ve halkın oyuyla ortaya çıkan yasama organı karar verir. Kamu düzeninin nasıl sağlanacağını belirleme yetkisi idareye kaydığı müddetçe, keyfiliğin ortaya çıkması kaçınılmazdır.
2014 yılı içerisinde güvenlik güçleri, köy korucuları ve özel güvenlik görevlileri tarafından dur ihtarına uymadıkları gerekçesiyle veya toplumsal gösterilerdeki saldırılar sonucunda on beşi çocuk olmak üzere 103 kişi öldürülmüş, otuz sekizi çocuk olan 263 kişi de yaralanmıştır.(¹)
1 Ocak ile 30 Kasım 2015 tarihleri arasında silahlı çatışma bölgeleri dışında güvenlik personel tarafından sivillere yapılan saldırılarda 154 kişi ölmüş, 251 kişi yaralanmış bulunuyor.
IŞİD adlı örgütün yaptığı iddia edilen saldırılarda Diyarbakır’da 4, Suruç’ta 33, Ankara ‘da 101 kişi olmak üzere 138 sivil yaşamını yitirmiş ve 965 kişi yaralanmış durumda. Aynı dönem içinde, 162 güvenlik görevlisi yaşamını yitirmiş ve 462 si de yaralanmıştır. 195 silahlı örgüt üyesi yaşamını yitirirken, silahlı çatışma ortamında kalan 10 sivil de hayatını kaybetmiştir.(²)
2014 yılı itibariyle cezaevlerinde bulunan 228’i ağır olmak üzere toplam 578 hasta, tahliye edilerek tedavi olmayı beklemektedir. Bunların tedavi edilmemeleri, bir anlamda ölmeye terk edilmeleri, yaşam hakkının en ağır şekilde ihlâli anlamına geliyor.
Faili meçhul cinayetler hâlâ aydınlatılmıyor. Toplu katliamların sorumluları açığa çıkarılmıyor. Mayınlı alanlar ölümlere yol açmaya devam ediyor.
Meclis Cezaevleri Araştırma Komisyonu’nun ortaya koyduğu üzere işkence ve kötü muamele özellikle gözaltında ve cezaevlerinde yoğun olarak, yaygın bir şekilde uygulanıyor. Ayrıca işkence ve kötü muamele; sokakta, polis araçlarında toplantı ve gösterilerde, yani resmi gözaltı yerleri dışında da sürekli uygulanır hale gelmiş bulunuyor. “Destan yazdığı ve demokrasi sınavından başarıyla geçtiği” iddia edilen kolluk kuvvetleri, toplantı ve gösterilerde aşırı güç kullanılıyor; göz yaşartıcı gaz, basınçlı su, plastik ve gerçek mermi kullanımı sıradan bir müdahale tarzı olarak görülüyor.
2014 yılında gözaltında, gözaltı yerleri dışında uygulananlar ile köy korucuları tarafından yapılan ve cezaevlerinde gerçekleşen işkence ve kötü muamele olaylarında 141’i çocuk olma üzere, 1469 kişi mağdur edilmiş durumda.
Özel güvenlik görevlileri tarafından uygulanan şiddet ve gözaltına alınan sığınmacılara yönelik işkence ve kötü muamele olayları da katıldığında, bu sayı 3401’e yükseliyor.
Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı yoğun şekilde ihlal ediliyor, kişilerin yaşadıkları yerlere gerçekleşen şafak baskınlarıyla, keyfi şekilde gözaltı ve tutuklamalar yapılıyor.
2014 yılı içerisinde 665’i çocuk olmak üzere toplam 11.021 kişi gözaltına alınmış bulunuyor. Gözaltına alınan sığınmacılar ile birlikte bu sayı toplam 11.262 kişiye ulaşıyor. Tutuklananların sayısı da 130 u çocuk olmak üzere 1273 kişi.Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi’nin (TÖDİ) verdiği bilgiye göre, 800’ün üzerinde üniversite öğrencisi, tutuklu olarak yargılanıyor.
Düşünce, ifade ve basın özgürlüğü önündeki engeller, özellikle Terörle Mücadele Kanununa dayalı gerekçeler nedeniyle yargılama ve soruşturmalar halen yoğun şekilde sürüyor. Gazeteciler tutuklanıyor, gazete binalarına saldırılar düzenleniyor ve vergi denetimleriyle gözdağı verilmeye çalışılıyor.
Türkiye’de şu anda bianet’in raporuna göre cezaevlerinde tutuklu ve hükümlü bulunan 4’ü imtiyaz sahibi ve yazı işleri müdürü olmak üzere 30 gazeteci bulunuyor.
Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı alanında ihlaller, çok yoğun şekilde yaşanmaya devam ediyor. Bir yandan, güvenlik kuvvetlerinin çok şiddetli ve yoğun müdahaleleriyle toplantı ve gösterileri bastırmaları, diğer yandan bu gösteri ve toplantılara katılanlar hakkında Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Kanununa (2911) muhalefetten davalar açılması, bu hakkı kullanma olanağını fiilen ortadan kaldırmış bulunuyor. (2014 yılında 111 kişi hakkında 36 dava açılmış; 2144 kişinin davası devam etmiş, 372 kişi hakkında açılan 55 dava sonuçlanmıştır. Bu davalarda toplam 680 yıl 6 ay hapis cezası, 117.850 TL para cezası verilmiştir.42 kişi beraat etmiş durumda.)
Yakalama ve gözaltı işlemlerinde linç düzeyinde kaba dayak, çırılçıplak soyarak arama, özellikle kadınlara yönelik fiziksel ve sözel cinsel tacizler, kişinin rızası olmadan savcılık talimatıyla kan ve tükürük örnekleri alınması gibi, her biri ağır bir insan hakkı ihlali oluşturan işlemler, rutin uygulamalar haline getirilmiş bulunuyor. (Oysa Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM içtihatlarına göre, hukuken mümkün başka tedbirlere rağmen zorla kan, tükürük ve vücut salgısı almak işlemi, tıpkı diğer işlemler gibi başlı başına bir işkencedir, işkence yasağının ihlalidir).
Türkiye BM işkencenin önlenmesi sözleşmesi seçmeli protokol gereğince 27 Ekim 2012 tarihine kadar oluşturmakla yükümlü bulunduğu bağımsız, sivil nitelikli bir İşkenceyi Önleme Ulusal Mekanizmasını da, halen oluşturmuş değil. Protokolün öngördüğü bağımsız, özerk ve inceleme yetkisi amaca uygun kapsamda olan bir Mekanizma oluşturmak yerine, Türkiye İnsan Hakları Kurumu "İşkenceye ve Diğer Zalimane, Gayriinsanî veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi'ne Ek İhtiyari Protokol"de öngörülen görevleri yerine getirmek ve yetkileri kullanmak üzere ulusal önleme mekanizması olarak belirlenmiş bulunuyor.
Yaşam hakkını ihlal eden ve/veya işkence yapan kamu görevlileri ve işkence iddiaları soruşturulmuyor, yapılan soruşturmalar ise etkin ve bağımsız yürütülmüyor; soruşturma ve kovuşturma için izin sistemine başvuruluyor, izinlerin alınması geciktiriliyor, zamana yayılıyor, kişi fiili bir koruma altına alınıyor.
Bu kişiler hakkında açılan davalar, güvenlik gibi gerekçelerle fiilin işlendiği yerdeki (kanunen görevli) mahkemelerden alınıyor, başka illerdeki mahkemelere gönderiliyor. Yargılamalar, tarafsızlıktan uzak uygulama ve anlayışlarla sürdürülüyor, neticede cezasızlık fiili hale getirilmiş oluyor. İşkence ve kötü muamele uygulayan kolluk kuvvetleri hakkında şikayette bulunan mağdurlar hakkında; memura hakaret ve mukavemet ile kamu malına zarar verme gerekçeleriyle davalar açılıyor. (Adalet Bakanlığı istatistikleri göre işkence ve eziyet suçlarından yargılanan kamu görevlilerin sayısı 2009 yılında 707; 2010’ da 755; 2011 yılında 800 kişi iken; kolluk kuvvetlerine mukavemet iddiasıyla yargılanan sivil kişilerin sayıları ise; 2009 ‘da 22 bin 195; 2010’da 25 bin 497; 2011 yılında 27 bin 753 olmuştur.)
3. Yargı Paketiyle 31 Aralık 2011 tarihine kadar işlenen propaganda suçları ertelenmiş bulunuyor, ancak tüm yasaklama hükümleri aynı şeklide korunmaya devam ediyor. Mart 2013 tarihli 4. Yargı Paketi de bu konuda yaşanan sorunları çözecek, hakları genişleten ve güvence sağlayan düzenlemeler içermiyor.
Hukuka aykırı şekilde yapılan yaygın telefon dinlemeleri, çeşitli şekillerde (soy kodu vb.) fişlemeler ve kızlı /erkekli kalınan meskenlere baskınlarla, özel hayatın gizliliği ve haberleşme özgürlüğü ortadan kaldırılıyor.
Örgütlenme özgürlüğü alanında engelleme ve yasaklar sürüyor, dernek ve sendikacıların bu faaliyetlerinden dolayı gözaltına alınmaları ve tutuklanmaları devam ediyor.
Yüzde 10 seçim barajı değiştirilmiyor, sendikal haklar kısıtlanıyor, işkolunun genişlemesi nedeni ile toplu iş sözleşmesi yapacak yetkili sendika sayısı azalmış bulunuyor.
Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü alanında, özellikle din derslerinin zorunlu olması uygulaması konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin vermiş olduğu kararlar uygulanmıyor.
Gayrimüslim cemaatlerin mülkiyet hakları, yargıya erişim, yardım toplama, yabancı din adamlarının oturma ve çalışma izinleri konusunda ve Gayrimüslim cemaat vakıflarının kendi yönetim kurullarını seçmelerine olanak veren bir yasal çerçeve oluşturulmuş değil.
Ayrıca, Cemevlerinin Alevilerin ibadet yeri olarak resmen tanınmasını sağlayacak yasal düzenlemeler yapılmıyor.
Toplumda nefret söylemini yaygınlaştıran bir araçsal dil yaygınlaştırılıyor, linç girişimleri, işyeri ve parti binalarını yakma girişimleri sistematik bir hale geliyor. Buna rağmen, ayrımcılık ile mücadele, nefret suçu ve kişisel verilerin korunmasına ilişkin yasal düzenleme halen yapılmış değil.
Yargı; bağımsız, tarafsız bir yapı olma özelliğini ve adil, etkili işleyen bir erk olma kapasitesini yitirmiş bütünüyle yürütmenin, siyasal erkin etkisi ve belirleyiciliği altına girmiş bulunuyor. Hukuk devleti ilkesi kapsamında siyasal erki keyfiliği önleyecek şekilde denetlemek ve sınırlamak görevinden uzaklaşmış durumda.
Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yoluyla İlişkin Deva Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanun ile (3. Yargı paketi) eski Devlet Güvenlik Mahkemelerinin devamı olan özel görevli ve yetkili ağır ceza mahkemeleri kapatılıyor, ancak bunların yerine Terörle Mücadele Kanunu 10.Madde ile görevlendirilmiş ağır ceza mahkemeleri kurulmuş bulunuyor. Hukuki bir hile ile özel yargılama sistemi daha da kurumsallaştırılıyor ve “baskıcı bir ceza sistemi” oluşturuluyor. Her kişinin; bir suç iddiası karşısında tarafsız bir mahkeme önünde, uygun bir süre içinde, her türlü delil ve savunma olanaklarına ve hukuki her türlü yolu kullanma yetkisine sahip olarak, hakkaniyet ölçüsü temelinde yargılanmasını teminat altına alan adil yargılama hakkının sürekli ihlal edildiği, gizli tanık ve savunmanın ulaşamadığı delillerle yargılamaların gerçekleştirildiği, uzun tutuklamaların yaşandığı bir sistem oluşmuş bulunuyor.
16 Haziran 2014 tarih ve 6545 sayılı Kanun ile sulh ceza mahkemeleri kaldırılmış ve sulh ceza hâkimlikleri kurulmuştur. Arama, yakalama, tutuklama kararı verme gibi soruşturma işlemlerine ilişkin görev ve yetkileri olan sulh ceza hâkimlikleri doğal ve bağımsız hâkim ilkesine, dolayısıyla hukuk güvenliği ve adil yargılanma hakkına aykırılık oluşturuyor.
Milli İstihbarat Teşkilatının işleyiş ve denetiminde düzenlemeler yapan 6532 sayılı kanun ile Teşkilata olağanüstü yetkiler tanınmış, görev kapsamı genişletilmiş, personelinin geniş dokunulmazlığı daha da arttırılmış durumda. , Kanuni sınırlama, yargı veya meclis denetimi olmadan tüm kamu kurum, kuruluş ve özel alan ve birimlerde bilgi erişimi olanakları arttırılmış bulunuyor. Düzenlemelere göre; savcılar, MİT'e ilişkin ihbar veya şikayetlerde MİT ile temasa geçecek, konunun MİT'in görev ve faaliyetlerine ilişkin olduğunun anlaşılması üzerine işlem yapmayacaklardır. MİT mensuplarının tanıklığı MİT Müsteşarı'nın, Müsteşarın tanıklığı ise Başbakan'ın iznine bağlı olacaktır. Cumhuriyet savcıları, MİT görev ve faaliyetleri ile mensuplarına ilişkin herhangi bir ihbar veya şikayet aldıklarında veya böyle bir durumu öğrendiklerinde MİT Müsteşarlığı'na bildireceklerdir. Toplanan istihbaratı yayımlayan gazeteci ve editör ve diğer kişilere ise dokuz yıla kadar hapis cezası öngörülüyor.
Bu düzenlemeler ile hukuk devletine ve idarenin yargısal denetimini (idarenin her türlü eylem ve işlemleri yargı denetimine tabidir) düzenleyen anayasa hükmüne aykırı bir düzenleme ile yargı denetimi dışında bir alan yaratılmış oluyor. Bir anlamda MİT’e sahte belge düzenleme yetkisi tanınıyor. Kişi güvenliği ve özgürlüğü hakkı, özel hayatın gizliliği, kişisel verilerin korunması hakları büyük oranda ortadan kalkmış bulunuyor.
Kadına yönelik şiddet dünyada ve Türkiye’de giderek artıyor. bianet’in açıklamış olduğu verilere göre; 2015’in ilk 11 ayında 259 kadın öldürülmüş, 122 kadına tecavüz edilmiş bulunuyor. 190 kadını fuhşa zorlanmış, 343 kadın yaralanmış, 195 kadın taciz edilmiş durumda. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yarattığı ve dinsel, kültürel temelli bir toplumsal cinsiyet algısının besleyip yaygınlaştırdığı bu şiddet ve yarattığı mağduriyet durumu giderek bir “denetim toplumu” yaratmanın siyasal sosyal bir aracı haline getirilmiş bulunuyor. Toplumsal hafızanın simgesel algısının bu yönde oluşturulmaya çalışılmasına karşılık olarak kadınlar, yasa dışı örgüt militanının çıplak bedeni üzerinde yapılmak isteneni, Nusaybin’de sokağa çıkma yasağı sırasında 15 Kasım’da evinin önüne çıkan 44 yaşındaki Selamet Yeşilmen’in infaz edilmesini, minibüsün içinde vahşice katledilerek öldürülen Özgecan Aslan’ı ve diğer kadınları, trans bireyleri ve Dr. Aynur Dağdemir’i asla unutmayacaklar.
Savaş koşulları ve çatışma ortamı
Dünya’da devam eden savaşlar, Suriye iç savaşı ve Türkiye’de yeniden başlayan çatışmalı süreç, kadınlar bakımından daha fazla hak ihlali yaratmakta, savaş ve çatışma özellikle şiddet olarak kadınlara yansımaktadır.
Türkiye’nin Kürt illerinde halen uygulanan sokağa çıkma yasakları, kadınların ve çocukların hayatını çekilmez bir hale getiriyor.
Çatışmalı sürecin başladığı 24 Temmuz 2015 tarihinden itibaren sivil kadınların da öldürülmesi savaşın kirli yönünü gösteren korkunç trajedilerden sadece birisidir. Savaş ve çatışma sadece kadına değil tüm insanlığa yönelik şiddeti arttırıyor. İlan edilen sokağa çıkma yasaklarını takiben gerçekleşen operasyonlarda, çok sayıda sivil yurttaş, güvenlik güçleri tarafından kasti, keyfi ve hedef gözetecek şekilde ateşli silah kullanımı sonucunda yaşamını yitiriyor. Sokağa çıkma yasağı uygulamalarının sürdürüldüğü 9 ayda bölgede, 63 sivil yurttaş yaşamını yitirmiş, 93 sivil yurttaş ise yaralanmıştır. Yüzlerce konut ve işyeri tahrip edilmiş, tedaviye erişim, enerji ve iletişim hakları ihlal edilmiştir(4).
74 toplumsal gösteriye müdahale edilmiş, güvenlik güçleri tarafından gerçekleşen orantısız müdahalelerde, 88 yurttaş çeşitli şekillerde yaralanmıştır. Çoğunluğu kapıları kırılmak suretiyle 1975 ev baskını gerçekleştirilmiş, evlerde yaşayan yurttaşların kafalarına silah dayatılmış, darp edilmiş, işkence ve kötü muamelede bulunulmuştur. Çoğunluğu bu ev baskınlarında ve toplumsal gösterilerde olmak üzere 293’ü çocuk 3 bin 564 kişi gözaltına alınmıştır. 41’i çocuk 788 kişi ise tutuklanmıştır. Gözaltında ve gözaltı yerleri dışında cinsel saldırıya varan insanlık dışı muameleler gerçekleştirilmiş, gözaltında 86 yurttaş işkenceye maruz kalmıştır.
Ekonomik ve sosyal haklar alanında ihlaller oldukça yoğun hale gelmiş bulunuyor. İşsizlik ve güvencesiz çalışma koşulları, sağlık haklarından yararlanamama, emeklilik koşullarındaki esneklik ve pahalılık her kesimin onurlu bir yaşam sürmesi için gerekli olan beslenme, barınma, yeterli bir eğitim alma ve sosyal güvenlik haklarından yararlanma olanaklarını ortadan kaldırıyor. İş kazaları da, ekonomik ve sosyal hakların en önemlisi olan çalışma hakkının, bu hakkın gereklerinden olan iş ve işçi sağlığı, iş güvenliği koşullarının ihlali olarak yoğun şekilde sürüyor. Türkiye’de son 10 sene içinde yaşanan 735 bin 803 iş kazasında 10 bin 804 işçi ölmüş ve 14 bin 665 işçi de sakat kalmış bulunuyor.
Yılda ortalama 1100 işçinin, ayda 100’den fazla işçi yaşamını yitirdiği Türkiye’de, hala İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği mevzuatı yeterli değil. (İSİG) Meclisi’ne göre 2014 yılında 1886 çalışan hayatını kaybetmiş bulunuyor.
Türkiye iş cinayetlerinde Avrupa'da birinci, dünyada üçüncü sıraya oturmuş bulunuyor. Nüfusu 83 milyon olan Almanya'da ölümlü iş kazasının 519'da, nüfusu 64 milyon olan İngiltere'nin 489'da kalması Türkiye'deki çarpık gelişmeyi açıkça ortaya koyuyor.
DİSK Araştırma Enstitüsünün Kasım 2015 İşsizlik Raporu verilerine göre Türkiye’de geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 16.8, işsiz sayısı 5.5 milyondur.
Her dört kadından biri işsiz durumdadır. Türkiye; 2013 Dünya Ekonomik Forumu’nun Cinsiyet Uçurumu Raporu’na göre 136 ülke arasında Ekonomiye katılımda 127, eğitim olanaklarına erişimde 104, siyasete katılımda 103. Sırada yer alıyor.
Bu özet tablodan da anlaşılacağı üzere Türkiye “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini en çok ihlal eden ülkelerden” biri olmaya devam ediyor.. Ulusal mevzuat alanında “İnsan Hakları Tazminat Komisyonu’nun” varlığına ve Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru olanağının tanınmış olmasına karşın Türkiye, .aleyhine AİHM’e yapılan 13 bin 900 şikayet ve 2014 yılında devam eden 9 bin 488 dava sayısı ile hakkında en çok başvuru yapılmış olan dördüncü ülke konumunda bulunuyor.
Buna karşın Türkiye, İnsan hak ve özgürlüklerinin korunması ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini ihlallerinin önlenmesine ilişkin eylem planına uymuyor. AİHM’in vermiş olduğu kararları da yerine getirmiyor.
Sonuç
Bu somut veriler karşısında, toplum olarak, nasıl oluyor da “Türkiye’de demokrasi ilerliyor” söylemini dillendirebiliyoruz? İnsan haklarını en genel şekilde ;“devletin gücünü sınırlandıran haklar” anlamında kullanıyorsak ve insan hakları anlayışı; “bireyleri, devletlerin gücünü kötüye kullanmalarına karşı korumaya” dayalı ise; neden insan haklarının en yoğun ihlal edildiği zamanlarında, “en çok susuyoruz”? Neden, Glover’in saptadığı gibi, günlük yaşantımızda sıradan bir nezaket, insan haklarından daha önemli olabiliyor hâlâ. 10 Aralık İnsan Hakları günü neden kimi kurumların ve sivil kitle örgütlerinin birbirlerini ağırladıkları toplantılar dışında, Türkiye’de sessiz sedasız geçip gidiyor
Oysa içinde bulunduğumuz bu koşullar tıpkı Walter Benjamin’in dediği gibi; “bu gün içinde bulunduğumuz olağanüstü tehlikeli hal, istisnai bir durum değil, kuraldır. Bu kavrayışa uygun bir tarih mefhumu (anlayışı) geliştirmeliyiz”.
Bu tarih anlayışı oluşturulabilirse, başka bir insan anlayışı ve başka bir politika anlayışı yaygınlık kazanabilir. Şimdinin ve geleceğin insanının hangi felsefi, etik, siyasi değerlere göre tanımlanması ve hangi politik değerler sisteminin, hangi demokrasi anlayışının geliştirilmesi gerektiği soruları, yanıtlanabilir.
İnsan hakları, özünde iktidarın yanlış kullanımı işiyle ilgili olduğu için, oluşturulacak bu yeni anlayışların kurucu unsuru olacaktır.
Türkiye toplumu olarak bizlerin; “içinde bulunduğumuz olağanüstü tehlikeli hal”e son vermek için, ekonomi politiği içeren bir insan hakları mücadelesini tüm alanlara yaymak gibi bir zorunlulukla karşı karşıya olduğumuz ortada. Bu mücadele; “ baskıcı ve sömürücü sosyal ve siyasal yapıları görünür hale getirecek, günümüz koşullarında bunları deşifre edecektir. Bu nedenle insan hakları mücadelesi, ulusal düzeyde kazanılır veya kaybedilir.
Bu mücadele, siyasi değişim süreci olarak demokratikleşme ve demokrasiyi birbirinden ayırmamıza olanak sağlayacak, demokrasiyi savunma değil, oluşturma ihtiyacı içinde olduğumuzu bize öğretecektir.
Zor ve bugüne kadar keşfedilmemiş olan kitle demokrasisine hazır mısınız?
Kaynakça
1) 2014 yılında gerçekleşene insan hakları ihlallerine ilişkin rakamlar için bkz: İnsan Hakları Derneği 2014 Yılı İnsan Hakları İhlalleri Bilançosu.
2) 2015 Yılı verileri için bkz: İnsan Haklar Derneği İnsan Hakları Bülteni 10-17 aralık 2015 İnsan hakları haftası Özel Sayısı.