Günümüzde aile içinde yaşanan kadına yönelik cinsel, fiziksel, ekonomik, duygusal şiddet biçimlerinin yaygınlığına, anne ve eş kimliklerinin getirdiği tüm kısıtlamalara, kadının ev içi emeğinin sömürüsüne rağmen; evlilik halen kadınlar arasında geniş kabul görmeye devam ediyor. Özellikle bazı kadınlara oranla eğitim ve boşanma olanaklarına daha kolay erişebilen, ekonomik bağımsızlığını elde etmiş, baba tahakkümünden sıyrılmış olan kadınların evliliği tercih etmeleri son günlerde kafamı epey kurcalıyor.
Juliet Mitchell, Kadınlık Durumu adlı kitabında aile gibi köklü bir kurumu ortadan kaldırmak için onun boşluğunu dolduracak yeni bir yapı gerektiğini, dolayısıyla ailenin üretim, yeniden üretim, cinsellik ve toplumsallaşma işlevlerinin farklı kurumlar tarafından devralınması gerektiğini vurgular. Bu açıdan bakıldığında ailenin ortadan kaldırılması, üretim ilişkileri ve toplumsal cinsiyet olgusunu da içeren devrimci bir dönüşüme ihtiyaç duysa da, aile ideolojisinin zayıflatılması mümkündür. Bu görev en başta feminist teori ve politikaya düştüğü halde, feministler olarak sadece Türkiye'de değil genel olarak tüm dünyada aile ideolojisi ile mücadele anlamında ciddi yetersizlikler yaşıyoruz.
Evet, patriyarkal ideolojinin başarılı propaganda teknikleriyle kadınların "mutlu aile", "sıcak yuva" masalına aldanıyor oldukları bir gerçek. Ally McBeal türünden erkeksiz kadın, eşittir mutsuz kadın yargısını besleyen yüzlerce dizi, film, kitap mevcut. Ancak, evliliğin halen tercih ediliyor olmasının nedenleri bununla sınırlı değil. Sorunun sadece ideolojik propagandada olduğunu düşünme kolaycılığı, bizleri aile ideolojisine karşı etkisiz yöntemler geliştirmeye mahkum ediyor. Sonuçta, feminizmin aile karşısındaki konumu, feminist olarak bizlerin bile tercihlerini etkilemeyen birkaç slogan cümleyle sınırlanıyor.
Kendimizden de yola çıkarak, kadınları evliliğe iten nedenleri etraflıca inceleyip daha etkili mücadele yöntemleri geliştirebiliriz. Bir dizi tartışma başlatmak amacıyla kaleme aldığım bu yazıda, yapabildiğim kadarıyla söz konusu nedenlere değinmeye, aile ideolojisi ile mücadele anlamında somut öneriler getirmeye çalışacağım.
Evlilik ve aile ortaya çıktığı ilk günlerden itibaren iktisadi temellere oturan bir kurum oldu. İster feodal, ister manüfaktür toplumları olsun aile her zaman üretim ve yeniden üretimde önemli bir yapı taşı oldu. Kapitalizm ile birlikte çok daha çetrefilli bir ilişki ağının göbeğine oturan ailenin getirdiği maddi güvence hissi kadınlar açısından günümüzde geçmişte olduğundan daha fazla önem taşıyor.
Gittikçe derinleşen ve sıklaşan ekonomik krizlerle mayın tarlası haline gelen işgücü pazarının en savunmasız işçileri kadınlar. İlk önce işten çıkartılan, en az kazanan, en sıkıcı ve rutin işleri yapmak zorunda kalan kesim yine kadınlar. İş güvencesinin olmayışı ve işsizlik, çalışsalar dahi kadınları her zaman ikinci bir kişiye -ki bu kişi genellikle baba ya da koca oluyor- bağımlı olmaya zorluyor.
İşgücü piyasasının kadınlar için bu denli acımasız oluşu, kadınların evliliği maddi bir güvence olarak görmelerine yol açıyor. İşten atıldığında, zam alamadığında kocası kendisi istediği müddetçe, aç kalmayacağını, kendini sokakta bulmayacağını garantileyen bir güvence. Çoğu kadın bunun için nasıl bir bedel ödediğinin farkında olmasına rağmen evleniyor ve istese dahi boşanmıyor.
Yine çalışma koşularının gittikçe ağırlaşması, haftada 60 saate varan mesai saatleri, iş yoğunluğunun artması, çalışanlar arası rekabet, erkek egemen güç ilişkileri ve önyargılar, bu koşullara uyum sağlayamayan kadınlar için anne ve eş kimliklerinin rekabetten uzak, özveri temeline dayanan niteliğine özlemle sarılmalarına yol açabiliyor. Üst-orta düzey yönetici olarak çalışan, geliri oldukça yüksek olan kadınların dahi anneliği seçip, işi bırakıyor olmaları sadece bu kadınlara anne kimliğinin dayatılması ile açıklanamaz. Bu durumun bir tercihi de barındırdığını görmek ve kadınları bu tercihe iten nedenleri daha etraflıca ele almak zorundayız.
Kadınların göğüslemek zorunda kaldıkları koşullar, erkeklere göre çok daha zor, ağır ve yıpratıcı. Yalnız yaşayan bir kadın, erkeğin hiçbir zaman karşılaşmayacağı taciz, tecavüz tehdidi ile burun buruna yaşar. Konuşması, kıyafeti, davranışları; mahallede, işyerinde, partide, sendikada, üniversitede, sokakta sürekli denetlenir. Komşusundan bakkala, öğrencisinden iş arkadaşına kadar herkes bunu yapma hakkını kolayca kendinde görür. Sinek kadar olsa dahi başında bulunabilecek bir kocanın bu çetin yaşam şartlarında kısmi bir rahatlama sağlayacağı yanılsamasıyla da evleniyor kadınlar. Tek kişide toplanan bir iktidar ile baş etmenin daha kolay olacağı inancıyla.
Kadınları evliliği tercih etmeye iten nedenleri daha derinlikli incelemeli ve aile ideolojisine karşı daha etkili ve somut karşı çıkışlar yaratabilmeliyiz. Banliyölerde yaşayan evli kadınların "kurtuluşunu" konu alan, 80'lerin romanlarındaki, kendi geçimini sağlayan (romanlardaki bu kadınlar genellikle akademisyen oluyor ki bizim koşullarımıza hiç uygun olmayan bir öneri), tek başına yetebilen ve hatta çocuklarını da yalnız büyüten "güçlü kadın" imgesini aileye alternatif olarak sunmak günümüz koşullarında yetersiz kalıyor.
Bunun yerine aile kurumunun kısmen yerine geçebilecek, maddi, manevi güvence arayışını kısmen de olsa karşılayabilecek, kadınlar arası dayanışmanın önemini vurgulayabilir, kadın evleri, yurtları gibi kolektif yaşam mekanları yaratmaya çalışabiliriz. Karşılığında emeğimiz ve bedenimiz üzerinde tahakküm kurmayacak, "kadın hayat arkadaşı" kavramını ön plana çıkartabiliriz.
Kadınlar için alternatif bir yaşamın somut imkanlarını yaratmadığımız sürece, Slvia Plath'ın dediği gibi "birgün bir yerde o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun" bizim üzerimize de inmeyeceğinden nasıl emin olabiliriz? (EK/BB)