Tatilimizi geçirdiğimiz adada eşim Raziye ile kedilerin epeyce çirkin olduğunu düşünüyorduk. Az çok bildiğimiz boyutlardan daha ufak, sıradan sokak kedilerinden daha cılız ve çelimsiz, tüyleri kısa ve gösterişsiz, vücut oranları ise alıştığımız simetrilerden uzaktı (biz kafatasçı mıydık?).
Aralarında nispeten hoş birini gördüğümüzde onu adanın en güzel kedisi ilan ediyorduk, fakat okşamak için yaklaştığımızda yabani tavrını sergileyip çoğu gibi o da hızla uzaklaşıyordu. Yanına sokulup şefkat göstermeye yeltendiklerimizin birçoğu da tıslayıp patilerini hızla kaldırarak tırnaklarıyla bizi uzak durma hususunda uyarıyorlardı.
Fakat bize ikram edilen taramayı ağzımıza layık bulmadığımızdan mahalledeki aç görünümlü kedilere sunduğumuzda delice saldıracaklarını düşünürken burun kıvırdıklarını fark edince vicdanımız hemen rahatladı. Ne de olsa adalıların çoğu yemek artıklarını kedilerle mutlaka paylaşıyor, sanayi tipi hayvan mamalarına endekslenenler neyse ki bu adada azınlıkta kalıyordu.
Ölmeye yakın bir kedi yavrusu
Derken Raziye'nin tatili bitip memlekete döndüğünde normalde aşındırdığım parkurdan farklı bir istikamete doğru gitmeye karar verdim. Kaldığım tesisin hemen yanında, yolumu kısaltmak için girdiğim nispeten çalılık alanın rampalı patikasında hızla tırmanıyordum. Birdenbire tam önümde, ilerlemekte olduğum yönde dört patisini düzenli şekilde kıvırmış, kafasını tam arkadan gördüğüm bir kedicik fark ettim, ama o beni nedense hiç duymamıştı.
Bir adım daha atsam üzerine bile basabilirdim sarı beyaz tüylü, koca kulaklı yavrunun. Hemen pisi pisi diye onu uyardım, aniden beni farkedeceği için korkudan üstüme sıçrama ve tırmalama ihtimalini de gözönünde bulundurarak.
O anda gerçekten hızla sıçradı, fakat ona yemek verecek olan bir insan olduğumu varsayarak sesin geldiği yöne hızla hamle yapıp yüzünü dönerek. Saniyelerle ölçülebilecek dinamikte bir adım daha atıp bir daha pisi pisi dedim, ümitle sesin geldiği yöne tekrar zıplayarak yine bana doğru baktı. İki gözüne de perde inmişti ve beni belli belirsiz görebiliyordu.
Pisi pisi çağrısını duyduğu yönlere doğru kısa, hızlı ve sinirsek hareketlerle ilerlemiş, kafasını bana doğru kaldırmış, bekliyordu. Açlıktan bir deri bir kemik kalmış, iltihaplı bölgelerinde tüyleri üzerine yapışmıştı. Daracık boynunun ucundaki kulaklarının kocaman görünmesinin sebebi buymuş diye düşündüm ve ani bir kararla yolumda yürümeye devam ettim. Fakat görüntü gözümün önünden bir türlü gitmiyor, tekrar tekrar canlanıyordu.
Neler oluyor bana?
Bu kadar sarsılmamın sebebi biraz önce seyrettiğim ama aslında pek de etkilenmediğimi düşündüğüm Tarık Aktaş'ın Nebula adlı filmi miydi? Yok yok, çocukluğumdan beri kedilere olan zaafımdandı mutlaka...
Aslında birkaç sene önce Fatih Akın'ın Kesik filmine de duygusal olarak pek girememiş, fakat kısa bir süre sonra İtalya'da konuşmacı olduğum bir konferansta Türkiye'de Ermeniliğin anlamı bana sorulduğunda gözyaşlarımı tutamamıştım.
Yoksa bu adada turist olmam kediciğe yardım eli uzatmaktaki tutukluğumun mazereti miydi? Bu durumdaki bir kediciğe bakması gerekenler tam da rampanın karşısındaki evde oturan adanın yerlileri değil miydi?
Buzdolabımdaki bir parça peyniri, kendisine ayıracağım birkaç dakikayı ona neden fazla görmüştüm? Karıncaları bile incitmeyen ince ruhuma ne olmuştu?
Onun adeta son bir ümitle bana doğru hamle yapışı, şeffaf perdelerin ardından beni görmeye çalışan solgun gözleri aklımdan çıkmıyor, içim burkuluyor, gözlerim yaşarıyordu. Rüzgâr delice yüzüme vuruyor, yoluma devam etmekle geri dönmek arasında mücadele ediyordum.
Derken bu durumdaki bir kediciğin bir parça peynirle kurtulmayacağına, onun bir veteriner gözetiminde düzenli bakımla belki hayatta kalmaya devam edebileceğine ikna oldum ve bunu yapacak kadar dirayetli olmadığımı bildiğimden yürümeye devam ettim, poyrazın dövdüğü bomboş kumsallar beni bekliyordu…
Fakat gece yatağıma girdiğimde kedicikle yaşadıklarım tekrar gözümün önünde canlandı. Acaba kalkıp gitsem, ona bir parça peynir versem, vicdanım rahatlar mıydı? Yoksa onu karanlıkta bulma ihtimalim zaten zayıf mıydı? Bir süre kendimle cebelleştikten, kendimi merhametsizlikle doya doya suçladıktan sonra uykuya dalmışım...
Zararın neresinden dönülürse kârdır
Ertesi sabah kahvaltı öncesi yüzmeye giderken yanıma bir parça beyaz peynir alıp kediciğin oraya ulaştım. Ortalıkta yoktu, pisi pisi deyince kardeşleri olduğunu düşündüğüm ama kesinlikle daha sağlıklı birkaç ufaklık, birkaç da büyük kedi çalılıkların arasından belirdi. Biraz ısrar edince o da diğer kedilerin saklandığı bir köşeden uyku sersemi, çıkıverdi.
Peyniri parçalara ayırarak bilhassa onu gözetmek suretiyle hepsini beslemeye giriştim. Kireç gibi de olsa tuzlu beyaz peyniri iştahla yiyorlardı, o ise kemirirken epey zorlanıyor gibi olmasına rağmen hızla karnını doyurmaya koyulmuştu.
Kendisine ayırdığım son parçayı parmaklarımın arasında tutarken annesi olduğunu tahmin ettiğim kedi patisiyle elime doğru bir hamle yaptı. Canım yanmamıştı, çizik yüzeyseldi; oysa kumsala doğru yürürken gözle neredeyse görülemeyecek yarığın inceden kanla dolduğunu fark ettim.
Ödemem gereken bedel belki de buydu, acaba kuduz mu olacaktım? Vicdanım koyu bir Katolik gibi bu sayede ferahlayabilecek miydi? Zalimlikten kurban rolüne hızlı geçişim alışık olduğum bir dinamik miydi?
Aynı peynir törenini ertesi sabah da tekrarladım, bu defa sadece o ortalıktaydı ve asgari ses çıkarmaya çalışarak bir süre sadece onu beslemeyi başardım; birkaç dakika sonra iki büyük kedi belirdiğinde yeterince (?) yediğine ikna olmuştum. Bu besleme ritüelini gidene kadar sürdürmeye, adada veteriner olup olmadığını öğrenmeye de karar vermiştim. (Ne ilerleme değil mi sayın seyirciler?)
İhtimamla vicdan temizlenir
Bu arada Tarık Aktaş'ın filminden yola çıkarak çoktan bir vicdan muhasebesine girişmiş, nedense hayatımda şu ana kadar yaptığım iyiliklerin listesini hazırlamaya koyulmuştum.
Evet denize düşmüş bir kedinin, panikten beni tırmalama, hatta ısırma ihtimalini bile bile, içgüdüsel bir hamleyle belki hayatını kurtarmışlığım vardı. Burgaz Adasının birçok yangınında çamları ve makileri korumak için lağımcı çizmeleriyle ormana koşmuş, tüylerimin yanmasına, sıcaktan neredeyse ciğerlerimin kurumasına, yere yığılana kadar yorulmama rağmen mücadele etmiştim. Adanın istikbalini kalemimle korumaya çalışmam da aynı kapıya çıkmaz mıydı?
Bir keresinde de uçakta tanıştığım ayağı yeni kırılmış ve safari merkezinde eğreti biçimde alçıya alınmış bir Avrupalıya epeyce vakit ayırmıştım. Senegal'in sömürge dili olan Fransızca bilmediği için Dakar'da uçaktan indiğimizde onunla hastaneye kadar gidip temaslarında ona tercümanlık yaparak yardımcı olmamış mıydım?
Peki, duygusal bağlarımın olduğu insanlar, toplumun beni koşullandırdığı durumlar veya çıkarlarım doğrultusundaki dinamikler dışında başkalarına ne kadar vakit ayırmaya veya kendimi feda etmeye gönüllüydüm acaba?
Çocukken çırçır, lapin, kaya balığı, biraz daha büyüdüğümde ispari, izmarit ve zargana yakalayan ben iyilik namına balık yakalamayı boşuna mı bırakmıştım? Ya bir aralar, sivrisinekleri bile bir ara öldürmeyi reddeden ben, rahat bir uyku uğruna yine azılı bir sivrisinek katiline dönüşmemiş miydim?
Sinir krizi geçirdiğimde en yakınımdakilerin boğazına sarılıp öfkemi şiddetle ortaya döken ben değil de kimdi?
Kötülüğüm ve egoizmimle yüzleşme zamanı çoktan gelip geçmemiş miydi?
Yıllardan beri haberlerde trajedilerine şahit olduğum, haklarında onca film ve belgesel seyrettiğim, hatta bu konuda birçok yazı döşediğim mültecileri karşımda gördüğümde donakalmam, utanıp gözyaşlarıma hâkim olamamam, ama güvenlik görevlilerinin hışmından korktuğumdan yanlarına yaklaşıp herhangi bir ihtiyaçları olup olmadığını bile soramamam nedendi? Haklarında bir haber yazısı yayımlattığımda vicdanım yeterince rahatlamış mıydı?
İnce ruhum bütün bunları kaldıramadığı için kendini mi savunuyordu, yoksa konforlarından feragat etmek istemedikleri için mütemadiyen suçladığım Batılı burjuvalardan farkım yok muydu?
Nebula'nın etkisi mi?
İşte Tarık Aktaş'ın filmi ve hemen akabinde kedicikle karşılaşmam bana bütün bunları hatırlatıp diplerdeki tortuların ortalığa saçılmasına vesile oldu.
Filmin kahramanı Hay çocukken tarlada ilk defa bir at ölüsüyle karşılaştığında adeta çarpılır, ama asıl büyüleyici olan, yetişkinlerin ve güvenlik kuvvetlerinin leşi ortadan kaldırmak için giriştikleri gayet bürokratik ve zahmetli süreçtir. Genç yaşında kurbanlık bir koyunu keserken kazara bacağını yaraladığında akan kanı görüp büyük bir olasılıkla at vakasını hatırlaması ve bayılması da aslında hadisenin ne kadar etkisinde kaldığının ispatı değil midir?
Hay dalgalı bir kumsala iki arkadaşıyla yüzmeye gittiğinde, bazı gençler boğulurken arkadaşlarından birinin vakaya vurdumduymazlıkla yaklaşması insanlığımızı kaybetmekte olduğumuzun basbayağı işaretidir!
Aslında ince ruhlu olduğunu umduğumuz ve bazı davranışlarıyla da bunu kanıtlayan Hay'ın, balık yakalarken veya ormandaki bir ağacı keserken içi ne kadar cız ediyor? Tabiatın zenginlikleri işimize yaradığı sürece serbestçe faydalanmaya kendimize hak gördüğümüz, ama pek yakında tükenecek hazineler değil midirler?
Tarık Aktaş'ın çoğu pastoral ortamlarda geçen filminde sessizlikle en azından fonetik şiddet iç içe: bomboş bir tarlada aniden beliren bir traktörün motoru, toprak yollarda patinaj çeken arabaların çığlıkları, erkeklerin silah merakının Hay ve arkadaşlarında cisimleştiği ormandaki atış talimi veya elektrikli testereye rağmen zar zor devrilen ağaç sahnesi. Ekrana bakamayacak veya kulaklarımızı tıkayacak kadar yoğun olmasa da bu şiddet insanın yeryüzündeki yıkıcı potansiyelinin göstergesi mi? Filmde betimlenen olaylar ve belirli bir mesafeden izlediğimiz bilhassa Hay karakteri üzerinden, hayvanlar âlemiyle, tabiatın en muhteşem tezahürlerinden ağaçlarla ve birbirimizle münasebetlerimizi ne kadar irdeleyebiliyoruz? Tarık Aktaş'ın Reha Erdem sinemasına yakınlık duyduğunu, özellikle filmin son sahnesinden yola çıkarak söyleyebilir miyiz?
Hay misali, çocukluğumuzun travmatik hadiseleriyle, hatta atalarımızın genlerinden bize aktarılanlarla yüzleşip hesaplaştıktan sonra ne zaman olgunlaşmaya hazır olacağız? (MT/EKN)