ABD Savunma Bakanı James Mattis, dün gece NATO ülkelerine savunma harcamalarını artırmaya ilişkin taahhütlerini yerine getirmeleri çağrısı yaptı, aksi takdirde ABD'nin İttifak'a karşı taahhütlerini azaltabileceği uyarısında bulundu.
Mattis "Amerika sorumluluklarını yerine getirecektir, ama uluslarınız Amerika'nın İttifak'a taahhütlerini azalttığını görmek istemiyorsa, her biriniz ortak savunmamız için desteğinizi göstermelisiniz" dedi.
Brüksel'de ilk kez katıldığı NATO Savunma Bakanları toplantısında konuşan Mattis "Amerikalı vergi mükellefleri Batı değerlerinin savunulması için orantısız paylaşımın yükünü taşımaya devam edemez" dedi.
Mattis “haklı”. Haklı olduğu kısım şu Ukrayna krizi baş gösterince yapılan ilk NATO toplantısında taraflar ABD’nin teklifiyle, ortak savunma harcamaları için üye ülkelerin gayri safi yurt içi hasılalarının yüzde 2'si oranında artış yapmaları kararı almıştı. Bu durum bir kısmının sağcı kafasına zaten uygundu, bunun sayesinde sıradan insanların emekleri, hayatları bir kez daha silah tüccarlarının doymaz karnına doğru akacaktı. Ayrıca uygulamakta bir hayli gönülsüz oldukları burjuva demokratik değerleri de terk etmek için, bundan daha uygun bir zemin olamazdı. Bazıları da belki gönülsüzdü sesini çıkarmadı. Sonuçta dönemin Rusya ile gerilimi ve silahlanma yarışını tırmandıran silah tüccarları-Pentagon merkezli siyasetine boyun eğmişlerdi.
Bu süreç durmadı. Brexit meselenin bir yanını şekillendirirken, Karadeniz hattından başlayarak Baltık ülkelerine uzanan filli bir duvar örme siyasetini ABD, NATO aracılığıyla dayattı ve sürdürüyor.
NATO aynı zamanda ABD’nin bölgedeki en önemli hegemonya aracı. Trump ise sonuçta NATO’nun geleceği hakkında güvensizlik bildiren bir sürü laf etmesine rağmen, nihayetinde geldiği nokta aynı hamam aynı tas. Obama döneminde de ön plana çıkan Pentagon yaklaşımını onayladı. Para-silah-savaş-ırkçılık-iktidar-hegemonya bu dilin vaz geçilmezleri.
Hillary Clinton ABD başkanlık koltuğunda otursaydı, bu işler başka mı olurdu gibi bir soru aklınıza gelebilir. Bir “başkalık” olacağı kesin ama uygulanan, savunulan politikaların ana ekseninin Clinton’ınkiyle aynı olduğu rahatlıkla görülebilir. Belki Clinton sadece Lockheed Martin’le, 90 adet F-35 savaş uçağı için 8,5 milyar dolara anlaşma yaparken, pazarlıkla yapılan indirim sonrası, büyük iş başarmış gibi dolanmazdı, sadece bu şirketten gelecek avantalara bakardı. Tabii bir savaş aracı için bütçeden 1.7 trilyon dolar harcamak, kimin neyini çalmaktır, kimlerin belki de o paralar sayesine sürebileceği hayatı elinden almaktır gibi, sorular maalesef hiç yok.
Mattis yukarıda aktardığımız demecinde şunu da söylemiş: “Amerikalılar sizin çocuklarınız için sizden daha fazla çaba gösteremez.” Yine haklı! ABD’nin “çabalar”ının ne manaya geldiği bir yana, burada altını çizmemiz gereken şey, NATO mensubu ülkelerin, üyeliklerini sürdürerek dünyanın geleceğini tehlikeye attıkları ve üç-beş silah tüccarının inisiyatifine terk ettikleri gerçeğidir.
Trump-Netanyahu buluşması
Dün ABD’de Donald Trump, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ile buluştu. Netenyahu’ya karşı ne yaparsan yap arkandayım havasında davranırken, Walt Disney literatüründen alındığından bir hayli şüphe duyduğum nitelemelerle, İsrail-Filistin arasında "gerçekten harika bir barış anlaşması” yapılmasını için çalışacağını söylemiş. “Harika barış anlaşması”nın içeriğine ilişkinse “benim için fark etmez” rahatlığında yanıtlar vermiş. Ama ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma ısrarını yineleyerek aslında herhangi pozitif bir çözümden yana olmadığını bir kere daha göstermiş.
ABD bu meselede gerçekten çözüme yardımcı olabilir mi, ayrı mesele. Burada önemli olan en azından şimdilik bu sorunun birilerinin aracılığı olmadan çözülemeyeceği gerçeğidir. Çözüm için en son ihtiyaç duyulan şeyse, bu aracının Filistin ve bölge topraklarını gasp etmeyi önüne koymuş olan Netenyahu yönetimini desteklemesidir. Bu yaklaşım hiç bir biçimde adil-barışçı bir çözümü şekillendiremez.
Trump’ın sırtını sıvazladığı Netenyahu kafasındaki çözümü şöyle özetlemiş: “Barışın iki ön”koşulu var. Birincisi Filistinliler, Yahudi devletini tanımalı. İkincisi, herhangi bir barış anlaşmasında İsrail Şeria Nehri'nin batısında kalan bölgenin tümünde ağır basacak şekilde güvenlik denetimini elinde tutmalı”.
Netenyahu’nun önerdiği şey Filistinlilerin yaşadığı hapishanenin daha da küçültülmesi ve bir de üstüne İsrail değil İsrail’in Yahudi din devleti olarak tanınmasıdır. Yani İran’da hüküm süren rejimin ya da malum şahsın zihniyetinden, kendi halkları için düşündüklerinden farklı bir şey önermediği görülebilir sanıyorum.
Netenyahu-Trump görüşmesinin tabii tuzu biberi olarak "yükselen radikal İslam dalgasının" geriye çevrilmesi de konuşulmuş. Aklıma gelmişken sorayım (BM tarafından da tespiti yapılan) yaralı El Nusra üyelerini Golan Tepeleri’nden İsrail’e taşıyıp tedavi edip, tekrar savaşa gönderen İsrail mi acaba bu göreve talip? (AS/HK)
* Manşet fotoğrafı: Soldan sağa Netanyahu, Mattis ve Trump.