Gazetelerde sık sık intihar eden kadınlar ile ilgili haberlere rastlıyoruz. Bu intiharlar üzerine "soruşturma açıldığı" bilgisinin verilmesi ile biten kısa haberlerde bazı olası nedenlerden bahsediliyor.
İntiharların bir kısmı cinsiyet aidiyeti ile doğrudan ilişkili olmasa da, birçoğunun toplumumuza has ataerkil yapı tarafından belirlenen kadınlık hali ile ilişkili olduğu da yadsınamaz. Hatta bu intiharların bir kısmının düpedüz cinayet olduğu yolunda hiç de temelsiz olmayan-ve hukuki sürecin sonunda doğrulanan-bir kanaat var.
Özellikle bir kadın ölümünde namus faktörü ön plana çıktığında intihar ile cinayet arasındaki çizgi de, çizgi olmaktan çıkıyor aslında. İntihar etmeye zorlanan ya da intihar etmekten başka seçeneği kalmamış bir kadının ölümü gerçekten kendi "özgür" iradesinin sonucu mudur? Ne bu soru, ne de cevabı yeni. Böyle bir durumda özgür iradeden pek tabi ki bahsedemeyiz.
Gene şu da açıktır ki insanı intihara sürükleyen hal mutlaka bir çeşit depresyon içerir. Canından vazgeçmek kolay bir karar değildir.
Erkekler ağlamaz!
Ben bu kısa yazıda özellikle namus nedeni ile intihar eden kadınların depresyonu üzerine düşünmek istiyorum. Depresyonun erkeklerden çok kadınları etkilediği ya da kadınların bunalımla erkekler kadar iyi baş edemedikleri yolunda genel bir kanı vardır. Bu inanç, ataerkilliğin bütün "haşmeti" ile hüküm sürdüğü toplumlarda daha yaygındır.
Kadın, duyguları ile baş etmekte zorlanan, hormonlarının etkisinde kalan, duygusal, "yüceltici" bir ifadeyle "narin ve hassas" bir yapıya sahiptir. Halbuki erkek ne bile yapmaz? Ağlamaz! Dolayısıyla-esasında ironi içerdiği saklı tutularak-filmlerinde psikologuna telaşlı telaşlı bir şeyler anlatmaya çalışan ve dert yanan Woody Allen hiç de yaygın bir erkek tiplemesi değildir.
Peki kadın için durum nedir? Psikanalitik kuramın öncülerinden Sigmund Freud'e göre kadın "eksik erkek" olma halinin etkisi ile ömür boyu süren bir çeşit bunalıma ve histeriye mahkumdur. Freud'un bunun kaçınılmaz bir hal olduğunu iddia ettiğini düşünenler onu cinsiyet ayrımcılığı ile suçlamışlardır.
Tıp tarihine göz atıldığında, nispeten yakın zamana kadar tıbbın incelediği bedenin sadece erkek bedeni olduğu görülür. Fakat her ne kadar kadın bedeni uzunca bir süre biyoloji ve tıp alanlarının konusu haline gelmemişse de; kadının bedenini, hareketlerini, muhakeme gücünü ve cinselliğini kontrol altında tutmak adına, biyoloji, psikoloji ve tıp alanlarının "bilimsel" verilerine başvurmanın yaygın bir pratik olduğu da bilinmektedir. Bu konu üzerine yazılmış oldukça fazla sayıda makale mevcuttur.
19. Asırda cinsiyet farklılığının anlamı psikanalitik kuramın "kadın hastalığı" diye tanımladığı histeri üzerinden üretirken; 20. Asırda histeri yerini depresyona bırakarak, cinsiyet farklılığının anlamını üretme ve yeniden üretme "görevini" depresyona devretmiştir. Esasında yüzyıllar boyunca kadına atfedilen tipik özellikler ile depresyonun özellikleri arasında büyük benzerlik gözlenir. Fakat şu anda ne bu özelliklerin incelenmesine, ne de bu benzerliğin neden ve sonuçlarına girmeyeceğiz.
Şimdi yazının esas amacına geri dönüp kadın intiharları, depresyon ve namus arasındaki ilişkiyi inceleyelim.
Namusa halel gelince...
Namus temizlenmeli diye intihara zorlanan ve pek de direnmeden buna boyun eğen ya da namusa leke süreceğini düşündükleri bir "hata" nedeni ile kendi kendilerini yargılayıp, ölüme mahkum eden kadınlar nasıl bir depresyona giriyorlar ki; çoğu zaman herhangi bir kurtuluş imkanını bile denemeden canlarından vazgeçiyorlar?
Soruyu böyle sorduğumuz zaman depresyona yol açtığı düşünülen fiziksel ya da ruhsal nedenlerin depresyona giren kişiye has, yani bir anlamda kişisel olduğunu da varsaymış oluyoruz. Tamam kişisel ama nereye kadar? Evet, bir kadının intiharının nedeni emmioğlunun tecavüzünden sonra düştüğü "kirli" durumken, bir başkasınınki sevdiği ile kaçmaya yeltenmesi olabilir. Bu şartlar o kadınların her birinin özel durumunu belirler.
Ama bu "kişisellik" görüntüsü altında esas neden, içinde yaşadıkları kültür ve o kültürün doğru ve yanlışları değil midir? Dolayısıyla bu intiharları ve bu intiharlara yol açan depresyonu kişiye has şartlardan yola çıkarak değil de, ruhsal dinamikler ile kültürün ilişkisi açısından düşünürsek nasıl bir tablo ortaya çıkar? Toplumsal yapının şekillenmesinde akrabalık kavramının ön planda olduğu ve toplumsal değerler ile ailedeki değerlerin çok büyük ölçüde örtüştüğü toplumlarda özerkliğin ve bireyciliğin gelişemediğine dair yapılmış önemli çalışmalar vardır. Bu duruma ataerkilliğin etkisi de eklemlenince bir çeşit "kolektif" kimlik çıkar ortaya. Bu yapının kadını ilgilendiren boyutu üzerinde durduğumuzda fark ederiz ki; böyle toplumlarda kadının kolektif kimliğinin yapıcı öğeleri kızlık, kadınlık, karılık, gelin olmak, annelik, kaynanalık gibi sıfatlar cinsinden anlaşılır. Bir kadın (bu belli bir ölçüye kadar erkek için de geçerlidir) bu ve bu tip sıfatların dışında "var olamaz."
Bu sıfatlar ya da özellikler sosyal varoluşa ve-bireyselliğin gelişmesinin zeminleri tam olarak oluşmadığı göz önünde bulundurularak-kişinin kendi bireysel varoluşuna dair çok önemli şartlar ileri sürerler. Bir kadın evlenmeden önce "kız" yani bakire olmalıdır; mutlaka evlenmeli ve ana olmalıdır; iyi bir aileye gelin gitmelidir, kocasına layık iffetli bir karı olmalıdır gibi. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Zaten özellikle ataerkil toplumlarında etkili olan "namus" esas itibarı ile kadının bedeninin ve cinselliğinin kontrol edilmesi ile ilgili bir kavramdır. Namus "erkek" kavramıdır. Kadın erkeğin namusudur. Kadın, bedeni ve cinselliğini kontrol eden normların dışına çıktığı zaman erkeğin namusu kirlenir. Erkek "namusu için yaşar." Namusun kirlenmemesi esastır. Kadının "suçlu" olup olmamasının pek de önemi yoktur. Zaten namusun esas olduğu ortamda kadın birey olarak var mıdır?
Anlamı ararken...
Julia Kristeva'ya göre depresyonun nedeni sözcükler ve duygular arasındaki boşluk/ayrılıktır. (1) Duygularını dışa vuramayan, buna imkanı olmayan ya da duygularını dışa vurması engellenen kişi depresyona girer. Sözcükler ve cümleler sadece duygularla yüklü oldukları, yani bir anlamda duygusal bir "renge" sahip oldukları zaman bizim için bir anlam ifade ederler. Duygularla ilişkisi kesilmiş sözcükler hiç bir anlam ifade etmezler. Dolayısıyla yaşamın kendisi de anlamını yitirir. Kristeva'nın üzerindeki etkisi çok açık olan Freud'a göre de, depresyonun duyguların dışa vurulması ile ilgisi tartışılmazdır.
Bu anlayışa göre toplumda diğer insanlarla belli bir uyum içinde yaşayabilmemiz için dürtülerimizi kontrol altında tutmamız gerekir. Bastırarak bilinç dışına gönderilen bu dürtüler yok olmazlar. Bilinç üzerinde sürekli bir baskı uygularlar. Dürtülerden kaynaklanan duygu yoğunluğunu bir şekilde boşaltılması gerekir. Başka bir deyişle, toplumsal düzene ve onun yasaklarına uygun davranma çabasında olan bilinç tarafından kabul edilemeyecek olan dürtülerin, şekil değiştirerek kabul edilebilir hale dönüştürülmeleri gerekir. Freud dürtülerin yarattığı duyguların toplumda kabul gören biçime dönüştürülmesine yüceltme (süblimasyon) adını verir. Sanat, din ve medeniyet bu yüceltme mekanizmasının eserleridirler. Bedensel dürtüleri ve yol açtıkları duyguları yüceltemediğimiz takdirde anlam da üretemeyiz. Hayatın anlamsızlaşmasına neden olan bu sürecin sonu ise depresyondur.(2)
Şimdi bu konunun kadın intiharlarının altında yatan depresif hal ile ilgisine gelince, şu soruyu sorabiliriz: namus nedeni ile intihara sürüklenen kadının durumuna "hayatın anlamsızlaşması" açısından yaklaştığımızda bunun nedenleri nelerdir? Esasında herkesin doğduğu dünya anlam içeren bir dünyadır. Her birimiz, içine doğduğumuz kültürün özelliklerini yansıtan anlamların ve kültürel simgelerin içine doğarız. Üstelik hangi kültüre doğacağımızı seçemediğimiz için, anlam ve simgeleri seçmek de elimizde olan bir şey değildir. Fakat gene de elimizde olan bir şey vardır: kültürün bize sunduğu ve hazır bulduğumuz anlamlar ve simgelere bir anlamda hükmederek, onlarla "oynayabilir," kendimiz için anlamlı bir dünya yaratabilir ve kendimizi kendi değerlerimiz cinsinden "varlaştırabiliriz."
Fakat bu konuda tam bir serbesti içinde olunduğu yanılsamasına düşmemek gerekir. Yukarda da dediğimiz gibi depresyon hali hayatın anlamını yitirmesi ile yakından ilişkilidir. Duygular ile duyguların ifadesinde kullanılan sözcüklerin birbiriyle eşleşmesinin anlamın oluşmasını üzerindeki rolü merkezi önemdedir. Psikanalitik teori göz önünde bulundurulduğunda her ne kadar herhangi bir sözcüğün, herhangi bir duygu ile eşleşmesi mümkünmüş gibi dursa da, içinde yaşadığımız kültürde yerleşik anlamlar bazı duyguların açığa çıkmasını mümkün kılıp desteklerken, bazı duygu ve arzuları tamamıyla bastırmış ve yok sayılmasına neden olmuştur. Belli bir grubun, mesela ataerkil kültürlerde erkeklerin, diğerlerine göre daha değerli görüldüğü durumda bu grubun tecrübelerini ve duygularını yansıtan anlamların hakim olması da şaşırtıcı değildir. Peki böyle bir kültürde kadınların duygu ve tecrübelerinin durumu nedir? Hakim olan toplumsal anlam ve simgeler bütününde kadına has duyguları yansıtan sözcükler girmiş midir? Bu duygular temsil edilirler/edilebilirler mi?
Kadının bedeni, adet görme, kadının cinsel arzusu, kürtaj ve bu gibi konu ve tecrübelerin ve onlarla ilgili duyguların ifadesinin bir çeşit tabu olduğu, bazılarının tiksinti uyandırdığı, bastırıldığı, yok sayıldığı ve neredeyse bütün bütün sosyal olanın dışına itildiği bir durumda yüceltmeden bahsetmek mümkün müdür? Kadının "babasının kızı" ve "kocasının karısı" konumlarına hapsedildiği, bireyselliğinin gelişmesine (ki yukarda da belirttiğimiz gibi akrabalık ilişkilerinin belirleyici ilişki biçimi olduğu toplumlarda bireyselliğin gelişmesi daha da güçtür) imkan tanımayan, kadına ait hemen her dürtüyü, duyguyu ve tecrübeyi ya tiksinç ya da yok sayan bir anlamlar bütünün hakim olduğu ataerkil toplumlarda kadınların tecrübelerini ve duygularını yüceltme şansları yoktur. Özellikle rahatsızlık, kızgınlık, mutsuzluk, acı gibi duygularını utanmadan ve suçluluk duymadan ortaya koyamazlar. Bu duygularını anlaşılır kılan anlamları içeren bir paradigma ve sosyal destek mekanizması da yoktur.
Örneğin tecavüze uğrayan kadının duyması gereken duygu utanç ve suçluluktur; kızgınlık değil. Kızgınlığını yaşamasına izin verilmez. Kızgınlığını, bu duygu ve tecrübesini sözcüklere dökemez. Kendisi için bile anlam oluşmaz bu durumda. Duyduğunun utanç olduğunu zanneder. Zira bu durumda anlaşılır olan ve yaşadığı ortamda genel kabul görüp, ondan hissetmesi beklenen ve ona öğretilen duygu utançtır. Ama ifade edilemediği için fark edilemeyen kızgınlık duygusu yok olmaz; bir yere yönelir. Bu durumda yüceltme mümkün olamadığından geriye sadece bastırma ve depresyon kalır.
Kanımca, özellikle ataerkil yapı içinde yaşayan kadınların depresyonunun en önemli nedeni duygu ve dürtülerin ifade edilmesine, kabul görecek biçimlerde dönüşmesine ve anlamlar bütününde yerine almasına izin vermeyen baskı sistemidir. Bu baskı sistemi öylesine güçlüdür ki kadını ölümcül bir melankoliye sürükleme potansiyeli taşır.
Kaşık düşmanı...
Freud'e göre melankoli hali yas tutmaktan farklıdır. Yas tutmak sevilen kişi veya şeyin eksikliğine karşı sağlıklı bir tepkidir. Kayıp hissi nedeni ile hayat bir süreliğine anlamsızlaşır. Hayatın içi boşalır gibi olur. Halbuki melankolide içi boşalan egonun kendisidir. Sevilen birisinin kaybı söz konusu olunca, kişi bu kaybı kabullenemez ve nörotik bir biçimde o kişi ile özdeşleşir. (3)
Bir taraftan kendine duyduğu öz-sevgi ve öz-güven dramatik bir biçimde azalırken, diğer taraftan terk edilme olarak yorumladığı bu durumdan dolayı kaybedilen kişiye nefret duyar. Ben de Julia Kristeva ve Kelly Oliver'ı (4) takip ederek baskıdan kaynaklanan melankolinin (sevilen bir kişinin kaybına değil de) sevilen/sevilesi bir kendi-imajının kaybına/yokluğuna bağlı olduğunu düşünüyorum. Ataerkil yapının hakim olduğu kültürlerde kadının özdeşleşeceği "kendi-imajları" çoğunlukla kadını ikinci cins olarak takdim eden imajlardır.
Kendi kültürümüzden örnek verirsek kadın "saçı uzun, aklı kısa," "kaşık düşmanı," "karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmemek gereken" ve bunlar gibi tanımlara layık görülmüş ve dolayısıyla bu anlayışları içselleştirip, kendisi ile ilgili tahayyülünü bu tanımlar üzerinden yapmıştır. Bu tanımların hiçbirinin kadının egosunu okşaması mümkün değildir. Yemekten (haksız yere) pay alarak, erkeğin daha azla yetinmek zorunda kalmasına neden olan "kaşık düşmanı," doyurulmaya bile layık olmayan "şey" kendini sevebilir mi? Kendisinin sevilesi olduğunu düşünebilir mi? Böyle bir "şeyin" hayatı ne değerdedir? Kendisi için bile... Baskı, dışlanmışlık, yok sayılmışlık ve sevgisizlik nedeni ile melankoli yaşayan, egosu yaralı bir kadının bu hali "kendi kendinin" kaybı ile ilintilidir. Baskıya bağlı melankoli egoyu parçalar ve etkisiz hale getirir.
Kadından bir anlamda nefret eden, onu değersiz ve yok sayan bir toplumsal yapıda, kadın ne kendini, ne de diğer kadınları sevemez. Belki de birlik olarak engelleyebilecekleri felaketlere sessiz kalır; hatta iştirak eder. Başka türlüsünü bilmez. Bu arada "Güldünya"lar yok olur gider... Pek az çığlık yükselir. Bu kendisini (sevmeyi) bilmeyen kadın, melankolinin pençesinde sessiz sedasız çırpınır. Kendisini, dürtülerini, duygularını tanıyamaz, ifade edemez, aktaramaz... Bir şeyle suçlanır ya da başkasının suçu onun üstüne kalır. Namusa leke sürülmüştür. Öyle denir. Fazla da düşünmeden geçiriverir ilmiği boynuna...(HD/EÜ)
* Yrd. Doç. Dr. Hülya Durudoğan, Koç Üniversitesi, Felsefe.
__________________________________________________________________
[1] Kristeva, Julia. (1987) Soleil Noir: Dépression et mélancholie, Paris: Gallimard.
[2] Freud, Sigmund. (1961) Civilization and its Discontents, Trans. James Strachey. New York: Norton Publishers.
[3] Freud, Sigmund. (1917) "Mourning and Melancholia."
[4] Oliver, Kelly. (2001) Witnessing: Beyond Recognition. MN: Univeristy of Minnesota Press.
** Resim: Pete Nawara