Santiago’ya yürüyüşümüzün 20’li günlerinde, yolculuğumuzun zorlu bir etabında, köyün birinde verdiğimiz mola esnasında karşılaştık anne ve iki oğluyla.
Daha ilk bakışta şaşkınlık içerisinde anne ve iki oğlunu izlerken; anında her üçünün de gözlerindeki mutluluk ve sevinci yakalamıştık Akocanla.
Engelli sandalyesindeki çocuk, annesi ve abisi için bu yolculuğun anlamı; elbette herhangi bir yürüyüşçüden çok farklıydı.
Onlara bakan herkes, bakışlarındaki huzur ve mutluluğu anında ayırdedebilirdi.
İlk anda büyük bir şaşkınlık duyduk Akocan’la...
Engellilerin hayatı en başından kaybettiği ya da engelli çocuklarından utandıkları için çocuklarını eve kapatan ailelerin hiç de az olmadığı bir ülkeden gelince insan; böyle bir durumda önce o yolculuğun anne ve çocukları için ne kadar meşekkatli olduğunu düşünüyor.
Yol boyunca karşılaştığımız herkesle çok rahat ilişki kuran, hangi ülkeden geldiklerini sorup, sohbet eden biz, anne ve iki oğluna ne kadar zamandır yürüdüklerini, çocuğun yaşını, yolculuklarının nasıl geçtiğini, kaç kilometre yürüdüklerini, daha ne kadar yürüyeceklerini sormaya cesaret edemedik.
Engelli arabasındaki çocuk 10 yaşından büyük gösteriyordu.
Sakin ama mutlu görünüyordu.
Arada bir gülümseyen kırmızı dudaklarının yerine çimen yeşili gözleri konuşuyordu.
Bu yolculuk her üçü bakımından da gerçekten çok zordu.
Engebeli, incecik dağ yolundan yürümeleri mümkün olmadığı için, çoğunlukla araba yolunun kenarından yürüyorlardı.
Yokuşları tırmanırken, annesine yardım eden ergenlik çağındaki abi, yokuş aşağı inerken tekerlekli sandalyenin ön tarafına geçerek doğabilecek tehlikelere karşı önlem alıyordu.
Bir an kendimi o çocuğun ve annenin yerine koydum.
Böyle bir yolu yürümenin onlar bakımından zorlukları açıktı.
Peki ya mutluluğu, sevinci, sevgisi?!
Bunu ölçmenin en güzel yolu patikadan aşağı inerken, küçük bir iç yolculuk yapmaktı.
Zaman kaybetmeden önce anne oldum...
Dağdan aşağıya hayli dik inen bu yoldan, diğer oğlumun yardımıyla her hangi bir tehlikeye mahal vermeden inmeyi başarmalıydık...
Patika yoldan yürümenin yerini tutmasa da, fiziki koşullarımız nedeniyle asfalt yoldan aşağı oğlumun arabasını ittim.
Büyük oğlumun gayretle arabaya ikinci fren olması işimi kolaylaştırsa da, saatlerdir süren yolculuğun bedenimde yarattığı yorgunluk hiç de az değildi.
Üstelik arabayı yokuş yukarı iterken ayrı, aşağı inerken ayrı kaslarımı sıkmam, herhangi bir yürüyüşçüden çok daha fazla yoruyordu.
Yolculuğun beni yoran, canımı acıtan yanlarını düşünürken, gün ışığının aydınlattığı, sevinçli gözlerle etrafı izleyen oğlumun yüzündeki mutlulukla uçup gidişini keyifle seyrettim...
Etrafını seyreden oğlumun çimen yeşili gözleri gözlerimle buluştuğunda, içime dolan sevinci tarif edecek cümleyi bulmamın ise mümkünü yoktu!..
Sonra kendimi o engelli sandalyesindeki çocuğun yerine koydum.
Arada bir yorgun ama mutlu annemin yüzünü seyredip, yanı başımda yürüyen abimin anneme yardımcı olurkenki gayretiyle, onca zorlanmalarına, yorulmalarına rağmen, tek bir kez yüzlerini ekşitmemeleri, her defasında sevgiyle bana dokunmaları sevincimi yüzlerce kez arttırmaya fazlasıla yetti...
Bu kısacık iç yolculuğu bitirir bitirmez, anne ve iki oğlunun arkasından başımı gökyüzüne çevirip, dağdan aşağı hızla inerken Nazım ustanın “Sen mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin” dizeleri döküldü dudaklarımdan...
Suzi’nin Kaybolan Tutkusu!..
Sıcak bir günün ortasında, karşılaştık Suzi’yle.
Yanlarına vardığımızda arkadaşı yan taraftaki tahta yatakta uyuyordu.
Suzi’de hamakta günün yorgunluğunu atıyordu.
Dağ başında, yol kenarında yürüyüşçülere su, karpuz, yaptığı pastaları, organizasyonun bıraktığı biyolojik içecekleri sunan dal gibi incecik bir kadın...
Bir kapı aralığı bırakılmış ve yan yana inşa edilmiş bir duvar düşünün.
Duvarın üzerinden tahtalarla yapılan çıkıntıya çakılmış yün çuvalları indirdiğinizde Suzi ve arkadaşının yaz-kış kaldıkları ev oluyor.
Yatakları ise, duvara monte edilmiş tahtalar...
Suzi’nin Barselona’lı erkek arkadaşı tam yedi yıldır orada yaşıyormuş.
Suzi ise üç yıldır orada ikamet ediyormuş.
Nereli olduğumuzu öğrenir öğrenmez, bizi “merhaba, nasılsınız”la karşıladı Suzi.
Bu dağ başında çatısız inşa ettikleri yaşam alanının şaşkınlığı geçmeden, ikincisi karşılamıştı bizi.
Yeni Zelandalı tek tük Türkçe kelime bilen Suzi ile Santiago Yolunun 400 km’sini aştığımız bir etapta karşılaşmak gerçekten çok ilginçti.
İstanbul’da 3-4 yıl çok lüks bir hayatı olmuş Suzi’nin.
Profesyonel dansçıymış.
Sonra bir kaza geçirmiş ve dansedemez duruma gelmiş.
Bu durumu kabullenmek zor gelmiş Suzi’ye...
İyileştiğinde tutkusunu kaybettiğinin farkına varmış.
Kaybettiği tutkusunu yeniden kazanmak için Santiago yolunu yürümeye karar vermiş.
Fakat karşılaştığımız noktaya geldiğinde, nedense ileri gitmek istememiş.
Şehirlerden, kasaba ve köylerden uzakta bu noktada kalmaya karar vermiş.
Arkadaşı bağımlılıktan kurtulmak için bu yolu yürürken, tam yedi yıl önce o noktada kendine yeni bir hayat kurmuş.
Adam bağımlı olmaktan kurtulmuş, lakin yeniden kente dönmek istememiş.
Kim bilir, belki de “yeniden başlarım” korkusu onu şehirlerden uzak durmaya itiyordur.
Daha ne kadar orada yaşayacaklarını ise, her ikisi de bilmiyor.
İçecek su almak için tam iki saat yürümek zorundalar.
Meyve suyu, meyve, su ve yemek yapmak için malzemeleri ilerideki kasabadan bir dükkan sahibi getiriyor.
Suzi gelen malzemelerle çok harika pastalar yapıyor.
Dağ başında bir çatıları yoktur, yaz-kış dışarıda kalıyorlar; ama çok güzel bir fırın yapmışlar.
Kışın o dağ başında yürüyenlerin çok az olduğunu düşününce, dünyadan uzakta, teknolojiye ait hiç bir aracı kullanmadan yaşamanın nasıl bir şey olduğunu tasavvur etmeye çalışsam da, başaramıyorum.
Suzi mutlu olduğunu, lakin o dağ başında daha ne kadar kalacağını ise şimdilik bilmediğini söylüyor.
Akocan bir yıl önce kendisinin de müzikle ilgili tutkusunu kaybettiğini, ama yolculuğa başladıktan çok kısa süre sonra bulduğunu söylediğinde, Suzi’nin gülüşüne eşlik eden hüzün ikimizin de gözünden kaçmadı.
Bu küçük molanın ardından Suzi’yi ardımızda bırakırken, ona kısa sürede kaybettiği tutkusunu bulması dileklerimizi bıraktık...
Haftaya dünyanın değişik ülkelerinden gelip, Fromista’da buluşan genç gitaristlerle, kadınların yönettiği Santa Maria Kilisesi ve bize hazırlanan süprizi yazacağım... (FE/YY)