İçinden geçtiğim günleri cümleler halinde özetleyebilirim ancak. Belki toplamı bir yazı eder.
İletişim Yayınları tarafından Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce başlığı altında bugüne dek 8 cildi yayımlanmış olan dizinin 9. ve son cildi için arkadaşım Tanıl Bora'nın isteği üzerine bir yazı yazmaya çalışıyorum ne zamandır. Yazının adı "Yalpa". Türkiye'nin kültürel sosyolojisi için neredeyse anahtar kavram düzeyinde kullandığım "yalpalama" ediminden yola çıkarak bir yaklaşım getirmeye çalışıyorum.
Benim için her yazı, ciddi ve ağır bir sınava hazırlanmak gibidir. Dert ederim. Unuttuğum dersleri yeniden çalışırım. Abartırım. Büyütürüm. Her şeyi fazla ciddiye alır ve fazla büyütürüm. Belki okurun işine yarayan bu özelliğim, bana hayatı zindan eder. Bugüne dek hiçbir yazıyı kendime zehir etmeden bitirememişimdir. Bunun bilinmesini isterim.
Şimdi en azından söz konusu o 8 ciltte kimler neler yazmış diye didiklemeden bu yazıyı bitiremeyeceğimi, yanı sıra diğer referans kitapları arasında kaybolacağımı; bu araştırmalar, taramalar, yeni okumalar ve yeniden okumalar sırasında yeni yazı konuları, başlıkları bulacağım ve başıma yeni dertler alacağım için kendime kızacağımı, bu öneriye "Evet" dediğim daha ilk gün biliyordum. Nitekim öyle oldu.
Her yazı öncelikle bir dil bulmaktır. Dilini bulmuş olmak, bir yazının yarısı eder. "Yalpa" için ilginç bir dil bulduğumu düşünüyorum.
Bir de bakıyorum, bu yazının içeriğine değin kimi ipuçları "aralık" dergisinde Bülent Somay ile yaptığım söyleşide dökülüvermiş ağzımdan.
Yazılı ya da sözlü söyleşilerde çoğu kez başınıza gelen bir şeydir bu. Kendinizden çalarsınız. Yazacağınız, yazmayı düşündüğünüz, yazmak istediğiniz konular birdenbire söyleşinin malzemesi haline geliverir.
Yeri gelmişken genel olarak yazı malzemesi ile söyleşi malzemesi arasındaki bu ilişki hakkında birkaç söz etmek isterim: Bazen kaleme aldığınızda çok daha iyi ifade edebileceğinize inandığınız düşünceleri, söyleşinin dağınık düzen akışında daha azına feda ettiğiniz olur.
Keşke oturup sakin sakin, daha etraflıca, konunun bütün katmanlarına ışık düşürecek biçimde yazsaydım, dersiniz. Gene de yazıya geçmiş olan söyleşiler bir biçimde belgelenmiş sayılır, oysa bazen tersi olur, diyelim bir konferansta o an çok daha iyi ifade ettiğinizi düşündüğünüz kimi sözler, düşünceler yazı masasının başına geçtiğinizde aynı berraklıkla gelmeyiverir dilinize.
O günkü konuştuğunuzu, kendi sözünüzü, kendi sesinizi hatırlamaya çalışır; doğaçlamanın gücüyle içinizden süzülmüş olanı, masa başında ruh çağırır gibi çağırırsınız. Bazen de içerik olarak hatırlasanız da cümle ve sözdizimi olarak unutursunuz söyleşide demiş olduklarınızı. Her sözlü performans başarısı, yazılı performans başarısı haline gelmeyebilir. Hayıflandığınızla kalırsınız. Birçok sözlü söyleşim, kaydı tutulmadığı için havaya yazılıp kaybolmuş gibidir benim için.
Hayıflanmalarımdan biridir bu.
Geçerken Söylenmiş Sözler...
"Murathan 95" kitabında Geçerken Söylenmiş Sözler başlıklı bölümde benimle o güne dek yapılan söyleşilerden belli üst başlıklar çerçevesinde derlenen parçalar yer alır. Daha o zaman karar vermiştim: Günün birinde benimle farklı tarihlerde yapılan çeşitli söyleşilerden belli başlıklar, bağlamlar, sık sorulan sorular çerçevesinde bir derleme yapıp, adını da Geçerken Söylenmiş Sözler koyacaktım. En geç 2010 yılına kadar çıkarmayı düşündüğüm kitaplardan biri de budur.
Geçerken Söylenmiş Sözler yayımlandıktan sonra uzun bir süre hiçbir yere söyleşi vermek niyetinde değilim. Aynı sözleri yinelemektense kitabımdan alıntılar yapmalarını yeğlerim. Bana gelen nehir söyleşi kitap önerilerini reddetmemin nedeni de budur. Geçerken Söylenmiş Sözler bitip çıkmadan bunun yapmamam gereken bir şey olduğunu iyi biliyorum.
Neden mi 2010? Çünkü bu, kendim için belirlediğim bir dönemecin tarihidir. Gelecek günler ne gösterir bilinmez, ama şimdiden verdiğim karar odur ki, 2010'dan sonra en az üç-dört yıl kitap yayımlamamayı düşünüyorum. Daha çok okumaya, gezmeye, seyahat etmeye, arkadaşlarıma, dostlarıma zaman ayırmak istiyorum. Yaşlanmadan Afrika'yı, Avustralya'yı görmek istiyorum. Birkaç yıl Madrid'de yaşamak istiyorum. Çalışan Boğa olarak elbette boş duramam, gene yazarım, ama yayımlar mıyım, bilmiyorum. Bir-iki romanın, oyunun kuluçkasına yatarım.
Hayat Atölyesi...
Evet kurduğum hayaller bunlar, ama hayatın bana kurduğu tuzaklar nedir, onu bilemem.
Mehmet Güleryüz'ün 28 Kasım'da Yapı-Kredi'de açılacak olan heykel sergisi nedeniyle yazdığım katalog yazısı bu ayın uğraşıydı benim için. "Resim ile Heykel Arasında Birkaç Adım" başlıklı bu yazı, tıpkı "Yalpa" başlıklı yazı gibi, 2008 sonunda yayımlamayı düşündüğüm Hayat Atölyesi adlı kitabımın "İstediler Yazdım" başlıklı bölümünde yer alacak.
Bir de böyle Hayat Atölyesi gibi kendi kendine biriken kitaplar vardır. Bir anlamda Soğuk Büfe'nin kardeşi sayılabilecek bir kitap bu. Genel karkasını çattım, günler içinde bölüm bağlamlarına göre eksiklerini tamamlıyorum.
Aralık 1999'da yüzyıl biterken Doğduğum Yüzyıla Veda başlıklı tek baskılık bir derleme kitap yayımladım. O güne dek yayımlanmış 13 şiir kitabımdan belli bağlamlar içinde seçilerek bölümlendirilmiş özel bir kitaptı bu. Bu kitabı çatmaya hayli emek harcadım, çok özen gösterdim; bu nedenle benim için ayrı bir değeri vardır. Kitap kapağının ön kulağında bu 13 kitabın adı, arka kulağında ise önümüzdeki yıllarda yayımlamayı düşündüğüm kitapların adları sıralanıyordu.
Arka kulakta yer alan ve geleceklerini haber veren kitaplardan Erkekler için Divan, Timsah Sokak Şiirleri ve Eteğimdeki Taşlar'ı zaman içinde sırayla yayımladım. "Okuduğum Kitaplar" ve "Ot", Eteğimdeki Taşlar'a katıldılar. Adları yazılı olan diğerleri için kendime ve okura verdiğim sözleri saklı tutuyorum. Örneğin, becerebilirsem gelecek yıl İkinci Hayvan'ı bitirmek istiyorum önce.
O arka kapak kulağındaki listede Dağ yok. O sıralar aklımda, gönlümde de yoktu çünkü. Hayatın bana, benim de kendime yaptığım sürprizlerden biri bu. Hesap etmediklerimizin hayatımızı ziyaret etmesinin zevki, keyfi bir başka oluyor. Yaşam başka bir yerinden tazelenip yenileniyor sanki.
Umarım, dilerim size bir dağ havası taşır benim Dağ'ım.