Michael Jackson'ın ölümü beni de çoğu kişiyi kederlendirdiği gibi kederlendirdi. Gerçekten çocukluğumda tanıdığım ve sonra uzun yıllar boyunca hep gördüğüm ve değişimlerini gözlemlediğim olağanüstü ünlü bir pop şarkıcısının artık bu dünyada olmayacağı fikri uzaktan bir akrabamın olası ölümünden daha çok etkiledi beni, içime bir sızı saplandı. Ancak cenaze görüntülerini izleyince bu iç sızısının kimi zaman kendini ortaya çıkaran çoğu zaman da gizlenen bir sürekliliği olduğunu fark ettim. Belki bir çoğunuz için de böyle oldu, olmaya devam ediyor. Bu kesintisiz iç sızısının nedenini anlamak istedim. Ancak Michael Jackson hakkında "ben" diye başlayıp bitireceğim bir yazı neden yazayım diye düşündüm. "Ben" kim olarak, nasıl bir iddiayla yazabilirdim? Benim Michael Jackson hakkındaki fikrim neden önemli olsun diye sordum kendime. Bir pop müzik analisti ya da bir popüler kültür yorumcusu da olmadığıma göre. Sonra bu yazıyı meşrulaştırmanın bir yolunu buldum.
Aslında herkes, Michael Jackson sözkonusu olduğunda, ona göre kendini konumlandırdığında sadece bir "ben" olarak konumlanıyor. Başka meşhur biri, az meşhur, çok meşhur birileri, meşhur olmayan insanlar, mesleği ve görünürlük derecesi ne olursa olsun "ben" (herkes) oradaki o Michael Jackson'ı izliyordu... Dünyanın her köşesinde bir Michael Jackson fikri muhakkak vardı, yaşadığı süre boyunca ve ölü olduğu sürece de olacak büyük ihtimalle. O yüzden ben "ben" diye yazsam bir tür kendini önemsemek, ya da boşa söz sarf etmek olmaz, olsa da ayıp olmaz diye düşündüm.
Onun kadar çok meşhur başkaları da var elbette. Madonna mesela. Ancak Michael Jackson'un genç yaşta ölümünün neden olduğu iç sızısı başka bir iç sızısı çünkü o kendini asla bir şöhret kariyeri olarak yönetmedi. Dünya güzeli bir oğlan çocuğu olarak sahneye çıktığı ilk günden öldüğü güne kadar sarsılıp durdu, kendi okyanusunun dibinden geçip giden denizaltıların gösterişsiz fakat sert dalgalanmalarıyla.
Nedenini bilmiyordum, Tuğrul Eryılmaz, bianet'e aktarmış, oradan öğrendim, Diana Ross'a benzemek için başlamış bu beyazlama histerisi. Rengini açmak istediği için, kendisiyle barışıksız olduğu yakıştırmasına tutunup, ona tepeden bakmaya yeltenmeyeceğim. Onu bu sürece teşvik eden o sınırsız ayrımcılık tarihinin silik ancak etkili izlerine dil uzatacağım en fazla. Beyaz olmak istedi, kusursuz olmak istedi, beyazlık kusursuzluğun bir parçasıydı sanki. Aktüel durumumuzda da bedenlerini estetik operasyonlara teslim eden kadınların küçümsenmesinin kadın düşmanlığının dik alası olduğu düşünülebilir pekala. Önce genç ve güzel olmaya mecbur bırakılan ancak öyle yaşama dâhil edilen ve bunu yaptığı için de aşağılanmak istenen kadınların hiç değilse yeni kapitalist hediye paketi "doğal yaşlanma"ya kolayca kanmadıklarını görmek yüz güldürüyor.
Michael Jackson'ın inzivaya çekilmeye başladığı anın kaynağını, hakkında üretilen söylentilerden önce, kendi varlığını kendine dert edinen birinin kaçınılmaz iç sıkıntısında arayabileceğimizi düşünüyorum. Bildiğimiz kadarıyla baba, Jackson'ı sahnelere atan ve sahne arkasında paraları saymak isteyen bir baba... Görünen o ki Michael, ünün doruğundayken bile yaşamını bu şöhretin ihtirasıyla mayalamayan bir güzel adam...
Var iken bile yok gibi olduğu için belki bu kadar şöhretli. Everest tepesi gibi. Dünya nüfusunun yalnızca fotoğraflardan bildiği çok azımızın dokunduğu soluduğu bir köşesi atmosferin. Var, orada. Fakat yok aynı zamanda. Kendiliğinden kayıtsız ve kendiliğinden bağımsız şöhretinden. Derken evleniyor, çocukları oluyor. Bunlar da sanki simülakra kuramına kusursuzca uyan, gerçekte olanaklıyken, Jackson'ın yaşamında aksi ispat edilemez bir biçimde gerçek olduğu halde, "yalan-dolan" gibi duran. Simulakra sözü etmişken söylemek istediğim bir başka şey de, Michael Jackson'ın "dublör"leri, diyeyim... Geçenlerde bir haber bülteninde vakt-i zamanında kendisiyle yapılmış bir söyleşi yayınladılar. Bir ara o olduğu öne sürülen adam ellerini kollarını oynatarak konuşmaya başladı, eller bir beyaz erkeğin elleri gibiydi ve sanki onun elleri olamayacak kadar kaba sabaydı. O Jackson değildi.
Bu türden ortaya çıkışlar, onun artık kendini kendisinden de çaldığı zamanlarda oluyordu ancak yine de çok acı verici olduğuna neredeyse eminim. Michael Jackson imgesi, kendisine dair üretilmiş bir miti anlatmak üzere çoğalıyor, çoğaldıkça bu inotantik tekrarların arasında hakikate dair izler siliniyor.
Hakikat, yalnızca şimdi değil, daima rüküş bulduğum o takım elbisesi, şapkası ve dönüştüğü yapay maske etkisiyle bakan gözün içini dağlayan plastik yüzün dışında, o güzel oğlan çocuğunda demeyeceğim.
Hakikat belki de Jackson'ın artık "meczup"laştırmaya çalıştığımız, uzun yıllar sabit kalan görüntüsünün ta kendisi: "Bırakın beni, ben sizden değilim" diyen görüntüsü. Bu nedenle, Jackson'ın "freak" hallerinin Amerikalı feminist düşünür Judith Butler'ın sözettiği iktidara karşı iktidarın tezgâhından çıkan performatif başkaldırılardan biri olduğu söylenebilir.
Bu kadar çok şey söylemek değildi aslında niyetim. Büyük ihtimalle benden önce de birilerinin söylemiş olabileceği gibi, Michael Jackson'a bunca üzülmenin, 80'lerde çocukluğunu ya da yetişkinliğini hatta belki de yaşlılığını onunla yaşayanların ona dair hoş duyguların yanı sıra ve ötesinde anlaşılması güç bir varoluş anksiyetesiyle ilişkilendirilebileceğini dile getirmekti. Şöhretli ve zengin olmak, onun beyazların tarihi ve nezaketsiz dünyayla müzakereye rıza göstermesine yetmedi. Razı olmadı. Hastalıklar ve zayıflıklarla dolu dünyaya karşı sağlıkla ve dokunulmamışlıkla yönelmedi, birkaç yardım derneğini ihya etmenin sağlayacağı gönenç duygusuna rıza göstermedi. Kimseye değil kendisine dokundu, uyumsuzca ve benzersizce mekik dokudu korunaklı yaşamıyla korunaksız kendiliği arasında. Barbara gibi, Edith Piaf gibi, Marilyn Monroe gibi, Maria Callas gibi sevgili hasta ruhlarımızın arasına göçtü, göçmüş kediler bahçemizin tatlı bir gülümsemesi daha var artık: Jackson'ın gülümseyemeyen gülümsemesi. Ve son söz olarak, o kadar hüzünlü ki gerçekten Jackson'ın tabutunun durduğu geniş platformun üzerinde gerçekleşen şu olağanüstü görkemli anma töreni, izlemek kolay olmuyor. (NZ/EK)