İnsan bir şeyi başkasına aktaramayan bir varlık olsaydı onu anlamlı kılacak başka bir nitelikten bahsetmek zor olurdu. Bu aktarma işini yapan, dolaysıyla bir milleti var eden de dil denen düşüncenin elbisesi ise kuşkusuz bu aktarma da çok önemlidir; çünkü bir halk önce dilde vardır.
Biz de biliriz ki bir dil, işlendiği sürece gelişir ve iyi bir anlaşma aracı olarak bir halkı birbirine kenetler. İşte bu sebepledir ki dilin ustaları olan, dolaysıyla halkların zamana direnip ayakta kalmasını sağlayan bir yazar veya şairin kaybedilmesi, bir halk için büyük bir keder vesilesidir. Bu keder, yıllarca yok edilmeye çalışılan bir dilin üyesiyseniz daha da katmerleşir.
İşte tam da bir halkın dilini çağdaş dünyanın gözü önünde gülünç yasaklarla yok etmeye çalışan bir sistemin karşısında dil, kendisine ruh verecek tanrılar arar.
Bu kişiler, bir halkın bağrından kopup gelen kahramanlar olacaklardır; çünkü bu kişiler; bir halkın bütün düşüncesini, özlemlerini, duygularını korkusuzca işlerler. Ve bir gece evlerinden alınıp işkence de görebilirler; sorgulanabilirler kirli mahzenlerde, loş bir ışığın karartısında.
Öldürülebilirler de!
Ki zaten yazmak var olmaya dair böyle bir sisteme karşı, büyük bir risk değil midir? Mahkeme duvarları kadar soğuk bakışlarıyla kendisini süzen savcılara bu dil yaratıcıları "İşte yok dediğiniz dil bu.
Ne yazık ki bu dil, benim anadilim" diye haykıracaklardır; çünkü onlar bilirler ki "Bireyin dilini, dinini ve kimliğini yasaklamak ya da yok etmek için çalışmak bölücülüktür. Sadece bölücülük değil bir insanlık suçudur da."(Mehmed Uzun, Zincirlenmiş Zamanlar Zincirlenmiş Sözcükler, S.165).
Mehmed Uzun, dağların ve buzulların diyarından sözcükleriyle durmadan bu gerçekleri haykırdı. Öfkelenmeden, inatla halkların ve dillerin kardeşliğini dile getirdi. Ne kendisine yapılan eziyetler ne de sürgüne mahkum edilme…
Hiçbir şey onu bu topraklarda yaşayan insanlara karşı öfke duymasını sağlayamadı. O sadece, kardeşliğin düşmanlarına tokat gibi sözcüklerle karşı geldi.
Kardeşliğin düşmanlarına kızıyordu; onların aptallıklarına, bencilliklerine milenyum çağında şahit olmaktan utanç duyuyordu. Mehmed Uzun, her kesimden herkesin anlayabileceği bir dille kardeşliğin nasıl olabileceğini anlatırken, yüreğinin en sade haliyle “Böyle daha iyi olmaz mı?” diyordu, biraz hüzünlü, biraz ağlamaklı…
Kürtçe yolunda bir ömür
Mehmet Uzun'un mezarı - Foroğraf: Murat Bayram, Diyarbakır
(Mezar yazısı: Her şeyi uzak bir ülkeden sizler için yazdım. Bu gün halkımın arasında mutluyum. Mehmet Uzun)
Ağaçlar bütün yeşilliklerini sarılara bırakırken, Yukarı Mezopotamya’nın bereketli topraklarında umutlar tohum tohum ekilirken ayrıldı aramızdan Mehmed Uzun.
Tarih, 11 Ekim 2007’ydi. Bu tarih, Kürtlerin bilincinde iki şeyi ifade ediyor: Birincisi halkı için somut olarak, belirleyici çalışmalar yaparak halkına karşı borcunu ödeyen Mehmed Uzun’un ebedî bir hayata göçünü.
İkincisi de Kürt halkına ve özellikle Kürt gençlerine nereden, nasıl başlayarak dilleri ve kültürleri için mücadele vermeleri gerektiğini. Kürtlerin silahlardan çok, kalemlere ihtiyacı olduğunu öğretti Mehmed Uzun. Bu bir devrimdir.
Unutulmamalıdır ki bir halk, diliyle vardır ve gelecek kuşaklara öz değerler dil üzerinden aktarılır. Mehmed Uzun, Kürt diliyle verdiği eserlerle Kürt gençlerinin kendilerini tanımlayıp anlamalarına yardımcı olurken, bir yandan da Kürtçenin de (yok sayılan, horlanan dil) diğer dillerden hiç de geri kalmadığını ispatlayarak Kürtlerin kendilerine olan özgüvenini yükseltmiştir. Çünkü Uzun’un kitaplarındaki her sözcük, asimilasyona ve inkara karşı bir balyoz gibi işliyordu.
Bir yönüyle Uzun, bir sorumluluk duygusuyla yaşıyordu. Ne şöhret peşine ne de para pul derdine düştü. Bir misyon adamıydı. Bu misyon, diyalogu-kardeşliği-barışı olabildiğince kutsal sözcüklerle yüceltirken; asimilasyonu-zulmü-bencilliği de ateşten sözcüklerle yerin dibine sokuyor ve bir halkın ana dilini yok etmenin insanlık suçu olduğunu haykırıyordu.
Bu amaçla da modern Kürt edebiyatının yaratılması için, Kürtçe ile yazmayı bir görev olarak görmüştür. Büyük bir bilinçle, ne aradığını ve ne yapmaya çalıştığını bilerek araştırıyor ve bunları, herkesin anlayabileceği bir sadelikte, yürekten damlayan sözcükleriyle anlatıyordu. Bir kitabında bu bilinçlilik durumunu "...Ana dilim Kürtçe oldu, Kürt sözlü edebiyatı ruhumun ilk zenginliğini oluşturdu. Bu nedenle ve ahlaki bir sorumluluk duyduğum için romanlarımı Kürtçe yazıyorum" sözleriyle dile getiriyordu. Öyle ki Joyce Blau’nun ifadesiyle Uzun, büyük haksızlıklara uğramış bir dilin Rönesansını gerçekleştirmeye adadı kendini.
Nar bahçelerinde bir çocuk
Nar ağaçları… Ve bütün kış yağan yağmurlarda, karda yıkanan yemyeşil nar ağacının dalları üstünde açan çiçekler… ilkokul yıllarında her pazartesi (böyle planlamıştık) okuldan kaçıp, kendilerine koştuğum nar bahçeleri… İçinde, çocukluğun renklere karıştığı bahçeler… Usul usul değişimin, olgunlaşmanın dallardaki akışı…
Nar ağaçlarının bütün güzelliğini Mehmed Uzun’un hayatında görüyorum ve anlıyorum. Çocukluğu saf ve temiz insanların diyarında geçen bu aydının hayatına nar çiçekleri işlenmiş nakış nakış. Yüreği de yeni yeni açan nar çiçeklerinin renginden bir yaşamaya çağırıyor insanı. Özellikle Uzun’un “Nar Çiçekleri” adlı eserini okuduğumda, kendimi çocukluğumun okuldan kaçış evrelerinde mesken edindiğin nar bahçelerine tekrar kaçıyorum.
Mehmed Uzun, 1953’te Urfa’nın Siverek ilçesinde dünyaya geldi. Çocukluğu, saf ve temiz insanların arasında geçti. Bu aşiret evinin büyük odalarında kışın masallar dinledi; yazları da uzayıp giden Mezopotamya kutsallığında, yıldızların avuçlara damladığı gecelerde bir bilinmeyene kayan yıldızları merak edip durdu. Bu yıldızlar sahi nereye kayıyordu? Yıllar sonra Diyarbakır’dan göçmek zorunda kalan Ermeni Apê Vardo’nun nereye gittiğini bilmediği gibi bunu da bilemeyecekti şüphesiz.
Ve nar ağaçları… Bu geniş aşiret evinin bahçesindeki nar ağaçları, Mehmed Uzun için simgesel birer varlıktır adeta. Kış gecelerindeki masallar ve yıldızlar altında “bilinmezliklere gidiş”e duyduğu merakın yanında, onun nar ağaçlarıyla olan bağı da ayrı bir yer tutar. Çünkü çocukluğu, büyük ölçüde nar ağaçları arasında geçer. Uzun bunu anlatırken biraz da çocuk masumiyetiyle “…Gözlerimi onlarla açtım; zamana, sürekli bizimle birlikte olan, bizi bir gölge gibi izleyen…(Nar Çiçekleri, s. 15)” diyecektir yıllar sonra.
Nar ağaçları, Mehmed Uzun’un kişiliği üzerinde her zaman bir etki bırakmıştır elbette. Bu etkiyi “(…)Uzun süre ağaçların yapraklarına, tomurcuklara, artık boy vermeye başlayan çiçeklere bakardım. Her gün yeni bir değişikliğe, gelişime tanık olurdum. (…) O dallar, yapraklar, tomurcuklar, çiçekler, renkler, her şey ama her şey, tüm farklılıklarına rağmen, müthiş bir uyum içinde…(Nar Çiçekleri, s. 17)” şeklinde dile getirir. Ki zaten “farklılıkların bir uyum içinde olması” düşüncesi, Uzun’un çocukluğundan sıyrılıp da büyüdüğünde verdiği temel amaç değil miydi? Uzun, doğanın farklılıklara rağmen yarattığı uyumun insanların da çok kültürlü ve çok dilli bir yapıyla başarabileceğine inanıyordu.
Bilinmezliklere sürgün…
Mehmed Uzun’un kişiliği üzerinde, dolayısıyla eserlerinde önemli bir metafor olduğuna inandığım “nar ağaçları” gibi, “sürgün” de önemli bir yer tutar. İki yıla yakın bir süre Diyarbakır ve Ankara askeri cezaevinde kaldıktan sonra tahliye olan Uzun’un doğduğu eve gittiğinde gördükleri pek hüzün vericidir.
Nar ağaçları canlılıklarını yitirmiş, çiçekler solmuştur. Diyarbakır’da “gavur mahallesi”ne gittiğinde gördükleri de iç karartıcıdır. Gavur mahallesindeki Apê Vardan ve Uzun’un çocukluk arkadaşı Mıgo, bir bilinmeze kayıp gitmişler. Aynen çocukluğunda bilinmezliklere kayıp giden yıldızlar gibi…
Bütün bunlar, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anlatıyordu. Bu sebeple Mehmed Uzun da düşer yollara. Önce Suriye’ye geçer. Şam’ın bir sürgünler mezarlığı olduğunu, içi burkula burkula anlatır. Birçok Kürt aydının oradaki yaşantısına düşer bakışları, ağlamaklıdır gözler.
Neylesin ki o da sürgündü. Ana dili Kürtçe, eğitim ve entelektüel dili Türkçe olan Uzun, sürgünde daha da çok dilli ve kültürlü olur. Bunu “…1977’nin sıcak bir yaz gününde, nar ağaçlarının hiç olmadığı, hiç yeşermediği bir kuzey ülkesine, İsveç’e göçtüm. Bu yeni ülkeme ayak basar basmaz, çoğul ‘biz’ bir yenisi eklendi; göçmen, sığınmacı (Nar Çiçekleri, s. 43)” sözleriyle ifade eder.
Bedeni hiç bilmediği bu dağların ve buzulların ülkesinde dolaşırken, sürgünken, yüreği ve ruhu hâlâ Diyarbakır’dadır, Türkiye’dedir. Sürgünlüğü yaşayan yazarlara büyük bir hüzünle “Sürgünde, yeni ülkenizle ilgili hiç rüya görüyor musunuz?” diye sorduktan sonra kendisinin de yeni ülkesine dair bir rüya görmediğini söyler.
Çünkü Uzun’un ifadesiyle “… Gördüklerim, bir yanıyla, çocukluğumun anılarını, bana welatê xerîbiyê’ye ilişkin öyküleri anlatan ninemi, bana durmadan nefis, renkli şekerler getiren dedemi çağrıştıran rüyalar, bir yanıyla da polisi, cezaevini, işkenceyi, zoru hatırlatan karabasanlar, kabuslar oldu(Nar Çiçekleri, s. 67)”.
Sürgün, bir yanıyla da Mehmed Uzun’u evrenselliğe taşıyan bir olgudur. Her şeyden önemlisi sürgün, Uzun’un Kürtçe için rahatça bir şeyler yapabildiği bir yerdir. Öyle ki sürgün, İsveç, Uzun’un Kürtçeyle yeniden kucaklaşmasını ve eserlerini Kürtçe vermesini sağlar. Uzun, buzulların ülkesinde Kürtçeyi daha fazla sever. Çünkü sürgünde o, Yukarı Mezopotamya’nın kokusunu bulur Kürtçede. Bunun yanında sürgün, bir mecburiyettir. Usul usul kan kaybetmektir.
Bir kahırla dolup boşalırken, bazen yalnızlaşmaktır. Sürgünlüğün birkaç olumlu yanı dışında ne kadar acı olduğunu Uzun şöyle dile getiriyor: “Sürgün bir ayrılıktır, bir hüzündür. İnsanî olmayan, ağır bir cezadır. Yaşanmış, çok iyi bilinen uzun bir zaman kesitini, daha doğrusu bir yaşamı geride bırakmaktır. İstemeyerek, zorlanarak (Nar Çiçekleri, s. 65)”.
Barışı yaratmak
Mehmed Uzun, her şeyden önce bir dünya vatandaşıdır. Daha sonrasında o bir Kürt aydınıdır, Türkiyelidir. Eserlerini halkların kardeşliğine sunan ve edebiyatın temel işlevinin barışı yaratmak olduğunu hem Kürtçe hem Türkçe hem de İsveççe anlatmaya çalışan bir barışseverdir.
Üç dilde de yazarak, barışın bir kucaklaşma ve kendimizden olmayanı da sevebilme olduğunu göstererek bize örnek olmuştur. Türkçeyi de en az Kürtçe kadar sevebiliyordu ve Türkçe konuşmaktan gurur duyabiliyordu.
Buna karşın birçok defa hakkında dava açılmış, başta “Nar Çiçekleri” ve “Aşk Gibi Aydınlık-Ölüm Gibi Karanlık” kitapları mahkemelik olmuştur. Buna karşın hiç yılmadan durmadan yazıyordu, barış için yazıyordu ve “…Halkın barış içinde yaşaması ve ozanları dinleyerek şölen yapması. Edebiyatın hiçbir zaman değişmeyen aslî görevi tam da budur işte; insanlara kendi yaşadıklarına çok benzeyen durum ve vakaları anlatarak onların kendisiyle, çevresiyle, diğer insanlarla barışık olmasını, barış içinde yaşamasını sağlamak (Nar Çiçekleri, s. 113)” diyerek bunun için çalışılmasını arzuluyordu.
Bu amaçla öncelikle büyük Kürt şahsiyetlerini eserlerinde yeniden canlandırarak, Kürt gençlerinin kültür ve tarihleri ile bağlantıya geçmesini sağlamıştır. Burada eserlerini uzun uzun yazmak istemiyorum; ama şu kadarını söylemek gerekir ki Uzun, bütün hayatını Kürtçe ve tarih üzerine araştırarak geçirdi.
Ve her araştırma ile hem roman hem de bilimsel kitaplar yazdı. Öyle ki Kürtler için temel kaynak olabilecek kitaplar da yazdı. Bunun yanında farklı dil ve kültürlerin bir arada yaşamasının mümkün olabileceğine inandırmak istedi, bencil ve yasakçı zihniyetleri.
Bunun sonucudur ki Uzun, Türkiye Yayıncılar Birliği'nin her yıl verdiği Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü'nü, roman sanatına belirleyici katkı sunduğundan Berlin Kürt Enstitüsü'nün edebiyat ödülünü, sözün ve edebiyatın özgürlüğü noktasında duruşundan dolayı İskandinavya'nın en önemli ödüllerinden olan Torgny Segerstedt Özgürlük Kalemi Ödülü'nü ve 2002'de İsveç kültür yaşamına sunduğu katkılarından dolayı İsveç Akademisi'nin Stina-Erik Lundeberg Ödülü'nü aldı.
İsterseniz makalemizi yine Mehmed Uzun’a kulak vererek bitirelim: "Ölümsüz birey yoktur ama bireyler tarafından yaratılan ölümsüz eserler ve bu eserlerin tümünden oluşan ölümsüz insanlar vardır. Barış sadece ölümsüz bir eser değil, insan aklının yarattığı en önemli erdemli iştir." (İG/EKN)