Gazeteci Hrant Dink bir yazısı nedeniyle 301'inci maddeden dolayı hapse mahkum olunca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) başvurmuştu. Başvurudan bir hafta sonra ise öldürüldü.
Ailesi bir yandan bu davayı sürdürürken bir yandan da 'Cinayeti niye önlemediniz?' diye yeni bir dava açtı. Türk Hükümeti, "Hrant Dink cinayetini niye önlemediniz?" davasında, AİHM'ye, "Türklüğü aşağıladı. Bu, halkı tahrik eder" savunması gönderdi.
Kardeşi Hosrof Dink de, "Kanımız dondu. Bu, cinayetin aydınlanması konusundaki umutlarımızı kırdı" diye tepki göstermişti. Gerçekten insanın kanını donduran bir 'savunma' biçimi. Şimdi size ölenin daha herkesin bildiği bir cinayet 'öyküsü' anlatacağım:
Önce, Hrant Dink cinayetini organize ettiği iddia edilen ve polisin yardımcı istihbarat elemanı olarak görev yapan Erhan Tuncel, Trabzon emniyetine, Yasin Hayal ve Dink cinayeti hakkında, 4 değil tam 17 kez rapor verir. Hrant Dink cinayetinde kilit isim olan bu Erhan Tuncel devletin yardımcı istihbarat elemanı yapılır ve bu görevde kullanılır.
Esasında usulsüzlükler ve çarpıklıklar, 2004 yılında Trabzon'da Mcdonalds'ın bombalanmasıyla başlar. Bombayı hazırlayan ve eylemi organize eden Erhan Tuncel, Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde görevli bir öğretim üyesi aracılığıyla, dönemin Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek tarafından istihbarat elemanı yapılır. Ancak, istihbarat elemanı olması için suça karışmaması ilkesi atlanır(!).
Sosyalleşme(!) ve kişisel gelişim(!) sürecini Alperen Ocağı'na gidip gelerek geçiren ve oradaki Ermeni karşıtı ortamdan etkilenen Tuncel, kendisine "reis" olarak hitabeden Yasin Hayal ve arkadaşlarıyla Hrant Dink cinayetini organize eder. Tuncel bir yandan da Trabzon emniyetine Yasin Hayal'in, Hrant Dink'i öldüreceğine dair raporlar verir. Trabzon emniyetinin İstanbul'a gönderdiği, Yasin Hayal'in İstanbul'a gelip ağabeyi Osman Hayal'in evinde kalacağına dair raporla birlikte Yasin Hayal ve Erhan Tuncel'in telefonları dinlemeye alınır. Ancak ilk raporun boş çıkması üzerine, Hrant Dink'in ensesinden vurulacağına dair bilginin de yer aldığı 16 rapor, İstanbul emniyetine ulaştırılmaz.
Hrant'ın ölümüyle ilgili emniyet, sorgulama ve istihbarat düzeyinde yaşanan son gelişmeleri yukarıda özetlemeye çalıştım. Keşke, bu özetleme içinde geçen cümlelerin ve olayların zihnimde ve ruhumda yarattığı anlam-algı dünyası da yukarıda yazıldığı gibi basit ve düz olsaydı. Hâlâ algılamakta ve kavramakta bilincim zorluklar çekiyor, girdaplara kapılıyor, çıkmazlara giriyor. Kalbim ve aklım hiçbir yere varamayan, delhizlerin içinde kaybolmuş yitik ve çaresizlik karşısında en acısı yenik.
Bir insanın, yaşama ve yaşama dair herşeye kutsal bir aşkla bağlı, kendi insanlığını dili, dini, rengi ve ırkı ne olursa olsun insanları severek ilerleteceğine inanmış; bize, yani hâlâ umudunu, aydınlığını ve ruhunu kaybetmemiş insanlara mutlak iyiliğin de gerçekleşebileceğini hatırlatan Hrant'ın, o güzel insanın, bazı "kişiler ve kesimler" tarafından "yaşamaması gerektiği" şizofrenisinin uygulanacağı planının ve hastalıklı fikrinin tam 17 kere Türkiye Cumhuriyeti'nin bürokratik aygılatlarından biri olan Trabzon emniyetine bildirilmesi.
Daha özgür, daha demokratik ve daha barışcıl bir Türkiye'yeyle yatıp kalkan, ekmeği, suyu, yaşama nedeni Türkiye olan, arterleri bu toprakların kültürüne ve tarihine olan aşk ve şevkle dolu olan Hrant'ın adının tam 17 kez ölümle anılması. Hiçbir önlem alınmayarak; 17 kez 'hiç'liğe, 'yok'luğa terkedilmesi. Doğru ya, nasıl olsa bu ölüm "beklenen" sonuçtu, en azından Erhan Tuncel ve Yasin Hayal gibi Ermeni karşıtları için, verilmesi gereken bir tepkiydi(!).
Bu bağlamda, 17 kez değil, 77 kez rapor edilse de Hrant aslında bazıları için zaten ölüymüş, yokmuş, bir hiçmiş. Düşünürken, yazarken, Ermenileri ve diasporayı diyaloga çağırırken, onları acımasızca ve cesurca eleştirirken, 301'in başına açıtığı tüm garabete rağmen inadına hayata tutunurken, inadına ona benliğini ve tüm ruhunun dokusunu veren bu topraklardan kopmayı bir an bile aklının ucundan geçirmezken, Erhan Tuncel ve güruhu tarafından 17 kez hiçliği, ölümü tasdiklenmiş. Yaşamı, yaşarken hiçe sayılmış. Bu durumda, zaten "olmayan" bir öznenin veya nesnenin korunması da anlamsız görünmüş bazılarına. Ne yazık, bazılarına olduramamış Hrant, ne yaptıysa olduramamış.
Tam bir 5 yıl oldu, onun ölü bedeninin AGOS'un önünde yattığı yerden kaldırılıp, o yerin sabunla yıkanılmasında. Tam 5 yıldır bu ülkede adaletsizlik ve haksızlık fütursuzca elini kolunu sallayarak geziyor. Tam 5 yıldır bu ülkede hukuksuzluk hiç bu kadar sıradanlaşmamış, hiç bu kadar kanıksanmamış ve hiç bu kadar içselleştirilmemişti.
Hâlâ 301 garabetine ve bu garabetin yarattığı gayya kuyusuna taş atanlardan geçilmiyor ülkemizde. Çünkü burada düşünmek, bir şeylerin farkına varmak, ifade etmek yasak. Çünkü biz düşündüğümüzü sanıyoruz sadece. Ama her şeye rağmen umutta var. Adalet olmasa da, hukuk olmasa da, Hrant olmasa da, bu ülkede düşüncelerini özgürce ifade edebilmek adına hukukun ve adaletin yerleşmesi için sesini duyuracak bir sürü Hrantçı ruh var. Ve onlar işte tüm gökyüzünün karanlığa gömüldüğü, yerin demir, göğün bakır tuttuğu o gün o saatte Hrant için ordaydılar, ordaydık.
Hrant'ın özgür ruhundan bir zerre de olsa nasiplenmek için ordaydık. 19 Ocak Çarşamba günü Agos'un önünde bir çift yürek peydah oldu. Hrant'ın ve bizlerin yüreği. O gün, vicdan vardı ve o vicdan yürüdü ve haykırdı: "Utanç, lütfen biraz daha utanç!" Hrant için buluşan ve adalet isteyen herkes artık bu hukuksuzluğu, sesliği boğmaya ve karanlıkta boy atmaya çalışıyor.
Bu vicdanı diri tutmamız eğer özgür kalmak istiyorsak, eğer kendi kanunlarını kendi koyup yaşayan, düşüncelerini ifade etmekten hiçbir koşulda imtina etmeyen, korkmayan, kendi hayatının dizginlerini kendi eline alan, kendi yaşam koordinatlarını kendi belirleyen ahlaki bireyler olmak istiyorsak; eğer adil, eşit, hakkaniyetli bir dünyada yaşamak istiyorsak bu bize düşen hayati bir sorumluluk.
En başta, kendi benliğimiz adına yerine getirilmesi gereken etik bir sorumluluk. Tıpkı Dostoyevsky'nin dediği gibi "İnsan yeryüzünde olan şeyleri görmezlikten ve bilmezlikten gelme hakkına sahip değildir" ve biz vicdan tohumlarını hâlâ yeşertmeye çalışanlar bu hakka sahip değiliz. Peki ya kendini bu hakka sahip görenler?
Size aslında çoktan bir yerlerde ölmüş ama hâlâ yaşadığını zannedenleri ve kendinde bu hakkı görenleri, neyin yok edip, erittiğini söyleyeyim mi? Zihinlere, bilinçlere yer eden, tüm düşünce akışımızı yönlendiren, sabah akşam onunla yatıp onunla kalktığımız; adeta bize can veren bu anlamsız, tarihsel zaman ve mekânda bile yer kaplamayan; Murat Belge'nin deyimiyle Türk(iye) toplumunun kurucu ideolojisi olan, geçmişle yüzleşme zaafımızın yegâne müsebbibi ve belki de geçmişe dair travmatik korkularımızın en korunaklı barınağı, salyalarını her yere akıtan bu ayrımcı milliyetçilik, bunun yarattığı muhayyile ve bunu besleyen kavramlar, söylemler, dil ve ideolojiler dünyası bizi her gün öldürüyor, her gün beynimizi, ruhumuzu ve kalbimizi tarumar ediyor.
Siz, "bazıları", size sesleniyorum o 17 kez işlenen raporlarda belki Hrant'ın bedenine dair yokluk hükmünü verebildiniz; ama Hrant'a, Hrantçı tavra, Hrantçı duruşa ve onun ruhuna ilişemediniz, onu yok edemediniz, ona erişemediniz. Zira beyaz güvercinler gökyüzünde özgürce uçarlar ve sizin hiçbir zaman kanatlarınız olmayacak, uçamayacaksınız. (ÜK/EÖ)
(*) Clark Üniversitesi