"Kürt Sorunu" ifadesini ilk duyduğumda henüz çocuktum. Öfkeliydim. "Biz Kürt'ler neden sorun olalım ki?" diye düşünmüştüm. Ne yapmıştık da "sorun" olmuştuk?
Zaman geçmiş, büyüdükçe anlamıştım Kürtlerin bu coğrafya da neden "sorun" olduğunu. Dilimi bilememenin verdiği yalnızlığı hissettiğim gün, kültürüme yabancılaştığım ve her yanımı Türkçenin sardığı gün anlamıştım biz Kürtlerin "sorunu" nu.
Gazeteci Hamza Aktan'ın İletişim Yayınları'ndan çıkan yeni kitabı "Kürt Vatandaş"ı okurken yukarıdaki cümlelerin beynimde dolaştığı çocukluğumu hatırladım.
Muş'ta doğmuş fakat babamın memur olması nedeniyle gittiğimiz Giresun'da büyümüştüm. Annem Kürtçe bilmediğinden evde konuşulan dil Türkçeydi. Böylece kamusal alanın dışında dahi Türkçe konuşmak gibi bir "zorunluluğumuz" vardı.
Kürtçeyi bilememin bir başka nedeni de Aktan'ın kitabında belirttiği gibi babamım "memur" olması da olabilir:
"Kürtçenin sınıfsal- sosyal boyutunda ise Türkçeyle daha barışık bir ilişkisi olan veya görece daha kolay asimile olmuş çoğu Kürt ailesinin orta sınıf özellikle de memur aileler olduğunu söylemek mümkün."
Aktan, Türk kentinde Kürt olmanın neye tekabül ettiğini ise şu sözlerle anlatıyor kitabında:
"Türklerin Kürt meselesindeki devletten yana tavırları, Kürtlerin potansiyel militan gören yaklaşımları nedeniyle Kürtler kendi kimliklerini açık etmek konusunda, kimi zaman memleketlerini söylemek konusunda çekinceler yaşadılar."
Memleketimi söylemek konusunda hiçbir zaman bir çekince yaşamadım. Sadece anlatmak zorundaydım. Çünkü ilginç geliyordu insanlara küçük bir Karadeniz kentinde bir "Muşlu"nun ya da bir onların nezdinde bir "Doğulu"nun varlığı.
Yazları arkadaşlarıma "Muş'a gideceğim" dediğim de bana "Orası toz toprak ne işin var orada. Burada ne güzel deniz var" derlerdi. Ben de onlara "Bir şehri sevmek yalnızca fiziki özelliklerini sevmek midir? Bir şehri sevmek kimi zaman içindeki insanları sevmektir" gibi afili bir cevap verirdim.
Ve Muş'a gitmek için bindiğim otobüste anlardım en iyi, Kürt olduğumu. Çünkü bir otobüsten çok daha fazlasıydı o araç. Mesela içinde rahatça Kürtçe konuşulurdu. Mesela Kürt coğrafyasına gelindiğinde Kürtçe müzikler çalardı içinde.
Burada bir "mağduriyet" hikâyesi anlattığım düşünülmesin. Yaptığım şey Türkiye'de Kürt olmanın günlük hayata yansımaları hakkında kendi hikâyemden bir kesit sunmaktı. Zira kitapta da bu türden yansımalara yer veriliyor.
Mağdur dilini reddediyor
"Kürt Vatandaş"ı okurken bir yandan kendi içinize yolculuk yapıyorsunuz. Tıpkı benim yukarıda yaptığım gibi. Ve yalnız olmadığınızı anlıyorsunuz. Kürt olmaktan kaynaklı yaşanan sorunların kimi yerde birbirine ne kadar çok benzediğini hatta tıpatıp aynı olduğunu görüyorsunuz.
Kitapta, yazarın bire bir görüştüğü kişilerle yaptığı söyleşilerden yaptığı alıntılara da yer veriliyor. Her biri, bir insan hikâyesi olan bu alıntılar, Kürt meselesinin toplumsal yönüne de vurgu yapıyor.
Yazar, Kürt olmanın farklı alanlarda ne anlama geldiğini de irdeliyor kitabında. "Siyasette Kürtler", "Popüler Kültürde Kürtler", "Türk Medyasında Kürtler", "Okulda Kürtler", "Askerde Kürtler" ve "İnternette Kürtler" gibi birçok alanda Kürtlerin yaşadığı "vatandaşlık deneyimlerine" ışık tutuyor.
Sonuç her birinde aynı aslında: Kürt olmaktan kaynaklı maruz kalınan baskı ve ayrımcılık hali. Tabi sisteme muhalif bir Kürtseniz bu hal ikiye katlanıyor.
Bu kitabı, Kürt meselesine ilişkin diğer kitaplardan ayıran en önemli yönü mağdur dilini bir kenara itiyor olması. Ve yalnızca yalın hakikatin kendisini sunması... Böyle bir perspektiften bakınca Kürt meselesinin yalnızca bir insan hakları sorunu olmadığını aynı zaman da bir ulus-devlet sorunu olduğunu da görüyorsunuz.
Bu kitabı okursanız, arka kapağında da belirtilen "Türkiye'de Kürt olmanın anlamı ne? İkinci sınıf bir vatandaşlık mı bu? Türkiye'de Kürt olmak nasıl bir vatandaşlık deneyimidir?" gibi sorulara da yanıt bulacaksınız. (SK/HK)