Genelkurmay açıklama yaptı. Kahraman basının neredeyse tamamı aynı fotoğrafı verdi:
Manşet :100 terörist öldürüldü. Spot: 90-100 teröristin etkisiz hale getirildiği bildirildi. Haber metni: Bu aşamada etkisiz hale getirilen terörist sayısını kesin olarak ifade etmek mümkün olmamakla birlikte, (...) 90-100 teröristin etkisiz hale getirildiği (...) öğrenilmiştir.
Peki ya öldürülen siviller? 4'ü çocuk 7 sivil? Bu konuda hiç ses yoktu: "Araştırdık, doğru değil" diyen bir haber bile çıkmadı.
Sonunda Dışişleri açıklama yaptı. Meğer Türkiye sivil ölüm haberlerinin düzmece(?) olduğunu daha önceden Irak'a kanıtlarıyla(?) göstermiş. Fakat nedense kendi kamuoyuna bilgi verip onların da kafalarındaki soru işaretlerini kaldırmayı düşünmemiş. Neden acaba? Doğuştan kani oldukları içindir herhalde.
Görünüşe göre, Irak inanmadığı için biz de inanmamış sayılmışız ve bu yüzden de ikincisinde aynı açıklamaları bu ülkede yaşayan bizlere de sunma inceliği gösterilmiş.
Şüphe etmesi gerekenden şüphe etmeyen, muğlak olanı mutlak yapan, ölü sayısını bariz bir şevkle net 100'e çıkaran bu şen, bu coşkun, bu ulusal heveste gazetecilikten başka her şey var: Özellikle de kendi yalanlarına kendisi inanan, buna alışan, buna ihtiyaç duyan bir basının, dolayısıyla da halkın trajik fotoğrafı var.
Basının verdiği bu acıklı fotoğrafta, "90 olmasın paşam, 100 olsun" diyerek kendinden geçenler yalnızca Genelkurmay'dan berbat haberciler olduklarını değil, askerlikte de onlardan geri kalmadıklarını da açık ediyorlar.
Bu tamam; lakin bunu yaparken, yaşananları insanların yerine rakamların kullanıldığı çirkin bir matematiğe vururken, çok önemli bir şeyi unutuyorlar.
Öldüğü iddia edilen insanlar bu ülkenin çocukları; bu ülkede aileleri, eşleri, dostları, akrabaları var ve dökülen her kanda sorunun kökleri daha derinlere iniyor. Kimden akarsa aksın, dökülen her damla kan sorunu besliyor; çözümü daha çetrefilli, daha içinden çıkılmaz hale getiriyor.
Savaş tamtamlarının çalınmaya başlanmasıyla klişeler de sandıklardan çıkarıldı: "Bıçak kemiğe dayandı" diyor klişelerden biri. "Terörün kökü kazınacak" diyor sorti yapan savaş uçaklarını görünce gözyaşlarını tutamayanların dilindeki bir başkası.
'Terör'ün kökünü Kandil'den kazımayı düşünüyorlar. Bunca açılım, bunca program, bunca analiz, toplantı, çalışma bunun içinmiş. "Sorunun kökü Kandil'de değil" diyerek safdillik etmeye değer mi, emin değilim.
Ama şunu söylemeye değer; Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay'ın telaffuz ettiği isimle bu yeni 'entegre strateji' sorunu 'çözmek' için değil 'bastırmak' için tasarlanmış: "Eğer sonuçları ortadan kaldırırsak, nedenleri de rahatça görmezden gelebiliriz" diyor.
90'lı yıllara dönecek miyiz, dönüyor muyuz, döndük mü, dönmüş müyüz, derken Çukurca'dan Van il Genel Meclisi'nin Barış ve Demokrasi Partili (BDP) üyesi Yıldırım Ayhan'ın öldürüldüğü haberi geldi. Sivildi, silahsızdı, tam göğüs kafesinden gaz bombasıyla vurulmuştu.
Yıldırım Ayhan'ın katli ve ardından Van'daki cenaze töreninde yaşananların kamuoyuna aktarılış biçimi bize bu "entegre strateji"nin çok önemli bileşenini gösterdi: Egemen basın.
Cinayetin ardından gazetelerin internet sayfalarında saman alevi gibi görünüp kaybolan haberlerin tamamında Ayhan 'ölmüştü', öldürülmemişti. Yalnızca bir tanesinde "Ayhan'a gaz bombası çarpıyor", diğerlerinde hiçbir açıklama yok, (artık nasıl olduysa) bir şekilde ağır yaralanan Ayhan yolda 'ölüyor'.
Bütün haberlerde 'canlı kalkan' böyle tırnak içinde yazılmış, güvenlik güçlerine taş attıkları ve Vali'nin kendilerini uyardığı özellikle belirtilmiş. Yoksa, güvenlik güçleri göğsünün çatına ateş etmesin de n'apsın, mı demek isteniyor?
Silahsız, sivil bir eylemciye nasıl ateş edersiniz, nasıl öldürürsünüz, diyen tek bir satır tek bir ses yok.
Bir de şu var: Bütün bu haber metinlerinde Yıldırım Ayhan'ın güvenlik güçlerince göğsünden gaz bombasıyla vurulduğunu söylemeyi unutan gazeteciler, BDP'li muhalif bir Kürt olmasına rağmen devletin (ordunun) helikopteriyle önce Hakkari'ye sonra Van'a yetiştirilmeye çalışıldığını sürekli hatırlatıyorlar.
Ayhan'ın Van'daki olaylı cenazesi ise gün boyunca hiç haber olmadı. Haber sitelerine ancak akşamüstü düşen Anadolu Ajansı (AA) kaynaklı bir haber metni bize Van'da neler olduğunu değil ama bir başka önemli bilgiyi haber veriyordu: Son günlerde içeride büyük değişimlere zorlanan AA da bu yeni 'entegre strateji'nin önemli bir parçasıydı.
Ferit Edgü'nün bundan 35 yıl önce, tam da Narlı köyünde katledilen Yıldırım Ayhan'ın doğduğu yıl yazdığı "Hakkari'de Bir Mevsim"de köy öğretmen şehre inerken ölümü beklenen çocuğun babasına bir şey isteyip istemediğini soruyordu: "Portakal" diyordu baba "Portakal getirin. Hiç portakal görmemiştir."
Aradan 35 yıl geçti; Kürtler de, şartlar da çok değişti. Bugün aynı coğrafyada aynı soru sorulacak olsa bütün Kürtler birbirleri için aynı şeyi isteyecektir. Hepsi ağızbirliği etmişçesine "Adalet" diyecektir "Adalet getirin. Hiç adalet görmemiştir."
Tıpkı egemen basının, asli görevi olduğu halde devlete sormayı 'unuttuğu' soruları sorarak Yıldırım Ayhan için istedikleri gibi:
Kim öldürdü Yıldırım Ayhan'ı? Sivillerin üzerine ateş emrini kim verdi? Silahı kim ateşledi? Soruşturma açıldı mı? Ayhan'ın bedeninden çıkarılan cisim tam olarak neydi, incelemeye alındı mı? Ne zaman bir yetkili çıkıp açıklama yapacak?
Aslında egemen basının Yıldırım Ayhan Cinayeti karşısındaki tavrı yeni bir şey değil ama sorun da tam olarak bu zaten:
Yıllardan bu yana, özellikle Kürt sorunu hususunda, kendini tamamen devlete bahşederek temel sorumluluklarından feragat eden, gerçekleri görmezden gelen, susan, manipüle eden bu basın Kürt sorunun çözümü için temel bir alanı işgal ediyor ve hayati önemde bir işlevi olan gazeteciliği itibarsızlaştırıyor.
'Devletin bekası" süzgecinden geçirdiği haberleriyle iki halkın yaşananları ve birbirlerini tanımasını engelliyor ve böylelikle sorunu tüm yönleriyle yaşayan insanların çözüm için farklı öneriler sunarak çözümün bir parçası olmalarının önünü kesiyor ve ülkenin (yalnızca okuyanlarda, okullar bitirenlerde olmayan) entelektüel potansiyelini heba ediyor.
Evvelden asker karşısında hazır ola geçerken şimdi hükümet karşısında el pençe divan duran ve bu tavrın doğal bir sonucu olarak, ordunun ve hükümetin icraat ve politikalarını eleştirip karşı çıkmaktansa sürekli Kürt halkını ve BDP'yi eleştirip akıl vermesiyle ne kadar kimsesiz, ne kadar önemsiz ve ne kadar -kelimenin her iki anlamıyla da- 'tabansız' olduğunu ifşa ediyor.
"Ahlaki değerlerden yoksun, çıkar peşinde, demagog bir basın zaman içinde kendisi gibi bir halk yaratır." diyordu Amerikalı gazeteci Joseph Pulitzer.
Basınımızın durumunu bu pek haklı tespite vuracak olursak, bugünkü halimiz bu cümlenin sonlarında bir yerlere karşılık geliyor.
Durum bu, ama mesele sözünü söyleyip geri çekilme meselesi değil. Savaşa yüz vermeyen adil ve barışçıl çözümden yana olan etkili bir Türk kamuoyu yaratılmadan Kürt sorununda bir ilerleme kaydetmek mümkün görünmüyor. Böyle bir kamuoyu yaratmak için de devletle arasına mesafe koyan ve -özellikle- entelektüel sorular ve çözümler sunan bağımsız ve ilkeli bir basına ihtiyacımız var. Ya eldekini dönüştüreceğiz, ya yenisini yaratacağız. Başka bir yol yok gibi.
Bu yazıyı yazdıran sebebi hatırlayarak bitirelim:
Adalet istiyoruz! Yıldırım Ayhan'ın katilleri bulunsun! (BK/IC)