* Fotoğraflar için tıklayın.
Kürt illerine ziyaretimizde pek çok faili meçhul cinayet, infaz, cezaevi görüşü hikayesi dinledik. Bir de ortak sorunlar: TOKİ'leşme süreci, yoksulların kent dışına sürülmesi, HES inşaatlarıyla doğanın katledilmesi.
Kısa bir ziyaretin ardından çıkardığım notları yazarken yemeklerinden bahsetmedim çünkü onları yazıya dökmek mümkün değil, "yerinde incelemek" gerekli.
Öncelikle şunu söylemeli, Kürt illerine yola çıkmadan önce pek çok kez duyduğumuz "Dikkatli olun" uyarılarının hiçbir karşılığı yok.
Medyanın Doğu ve Güneydoğu'yu sadece "çatışma, terör" başlığı altında yansıtması tamamen medyanın sorunu.
Yaz tatilimizi Kürt illerinde geçirdik ve "yine olsa yine yaparız..."
Mardin
Bir kartal yuvası gibi konuşlandığı tepede eski Mardin büyüleyici güzellikte bir kent.
Taş mimarinin yarattığı sıcaklık duygusu ve simetri, kültürel çeşitliliği ve her bir parçanın diğeriyle ahengiyle dingin bir şehir.
Artuklu mimarisinin baskın karakterini kazandırdığı kentte Araplar, Süryaniler ve Kürtler bir arada yaşıyor.
Mardin diğer Güneydoğu illerinin aksine Kürt kültürünün ve kimliğinin hegemonik olduğu bir şehir değil.
Gümüş işçiliği, kuyumculuk gibi zanaatları Süryaniler icra ediyor. Kentin yoksulları ise genellikle Kürtler.
Mardin'de dikkat çeken şey; hummalı alt yapı ve restorasyon faaliyeti. Dicle Kalkınma Ajansı (DİKA) adında bir teşekkül oluşturulmuş ve bu gibi faaliyetleri yürütüyor. Avrupa Birliği'nden (AB) sağlanan fonlar ve Tanıtım Bakanlığı'nın katkılarıyla eski Mardin, bir turizm merkezi haline getirilmeye çalışılıyor.
Bir yandan da bazı büyük sermaye holdingleri eski Mardin'de görünür olmuşlar. Genellikle kültürel yatırımlarla burada görünüm kazanan bu holdingler, sermayenin buraya ilgisinin de açık kanıtı.
Peki eski Mardin'de yaşayan yoksullara ne olacak? Umarım onları da İstanbul'da yaşayanların "TOKİ'leşme" sürecinde maruz kaldığı muamele beklemiyordur.
En yoksullarının, Darulzeyferan Manastırı'na gidilen yolun üzerinde, cezaevi çevresinde bulunan gecekondulaşmanın olduğu yerlere yöneleceği konuşuluyor.
Mardin'de yeni kent denilen bölgede de TOKİ'nin öncülük ettiği bir inşaat faaliyeti yoğun şekilde sürüyor. Her bir yana konutlar yapılmış. Bir de yakın zamanda kurulan Mardin Artuklu Üniversitesi'ne yapılan kampus inşaatı var. Diyarbakır yönünden kentin girişinde büyükçe bir arazi üzerinde inşa ediliyor.
Kürt illerinin tümünde benzer inşaat faaliyetleri ile karşılaşacağız.
Batman
Kentin girişinde petrol kokusu karşılıyor bizi. Bir süre ilerleyince de tek tük petrol kuyuları görülüyor. Kentin dış mahallelerine gelince de rafineriler. Batman zengin bir kent. Zenginliğin kaynağı da bu kuyular ve rafineri.
Kent merkezinde de refah ve varsıllık gözle görünür bir şekilde. Büyük alışveriş merkezleri, kafeler, restoranlar. Ancak bu modern mekânlarda çoğunlukla erkekler oturuyor. Neyse ki, Yılmaz Güney Kültür Merkezi'nde buluşuyoruz arkadaşlarımızla. Burada kadınlı erkekli gruplar toplumsal sorunları ağırlıkla Kürtçe ve tek tük de Türkçe olarak tartışıyor.
Bu denli konukseverlik, "Batı"da rastlanan şey değil, bir kez daha "iyi ki gelmişiz" diyoruz.
Batman'ın Hizbullah ya da doğru adıyla "Hizbulkontra" geçmişi, şu an o denli görünür olmasa da herkesin anılarında yer etmiş durumda.
Örneğin, bir sokaktan geçerken Batmanlı arkadaşımın "Ağabeyimi 1992'de burada vurdu Hizbullah" sözüyle, "gerçekliğe" dönmek mümkün.
Batman'da "devlet" artık o kadar görünür değil, sokaklarda panzerler yok, Hizbullah birkaç mahalle dışında kentte hakim değil.
Artık Batman'da bir akşam yemeği faili meçhulleri değil, "cezaevi ziyaretlerini" konuşarak geçiyor.
Batman'ın seçilmiş belediye başkanı da KCK adı altındaki operasyonla tutuklu. Zaten buradaki arkadaşlarımızın hayatında cezaevi ziyareti rutin bir günlük faaliyete dönüşmüş durumda.
Yöntemler değişse de devletin politikası değişmiyor işte...
Hasankeyf
Hasankeyf'te ise başka bir katliam var: Doğa katliamı. Dört bir yanı "HES'lerle donatan" iktidarın, gelecek nesillere Hasankeyf'in yok olmasının hesabını nasıl verebileceğini hiç bilmiyorum...
Orada bize, "ablam, abim" diyerek mihmandarlık eden o küçük çocuklar daha sonra ne yapacaklar, kaygılıyım. Küçük yaşlarına rağmen olan bitenin son derece farkındalar ve muhalifler. Mekân yitip gidince, bize anlattıkları Hasankeyf'in ve o minarelerinin hikâyesi hayatta kalır mı acaba!
Çocuklar, tepedeki inşaatları işaret edip, "Bizi oraya yollayacaklarmış, burası sular altında kalınca" diyorlar. Evet, tahmin edebileceğiniz gibi tepede, doğaya hiç de uymayan çirkin "toplu konut" inşaatları sürüyor.
Yavan, yaşamsız, öyküsüz, tarihsiz, köksüz bir köy yaratılıyor tepede.
Dicle'nin diğer yakasındaki mağaralarda yakın zamana kadar yaşayan Süryanilerin Hasankeyf için direnmediklerini, terk edip kente yerleştiklerini anlatıyorlar.
"Burası sular altında kalınca kireç taşından yapılmış minareler de eriyecekmiş ablam..." diyor Hasankeyfli 12 yaşındaki Elif.
Türkiye'nin tümünde doğaya yönelik saldırının kazandığı biçim olan HES'lere yolun bundan sonrasında da sık sık rastlayacağız.
Diyarbakır
Kürt kültürünün başkenti. Her bir yanda Kürtçe tabelalar, Kürt kültürünü yansıtan sembol isimlerin adına açılmış kültür merkezleri, Diyarbakır'ın ünlü edebiyat adamlarının müze evleri, hanları, çarşıları, kervansarayları, surları, kapıları, Dağkapı ciğercisi...
Nevi şahsına münhasır, etkileyici bir kent. Kendi müzik grupları var, kültürel faaliyetleri, politik gündemi var. Kürt kültürünün görünüm kazandığı, temsiliyeti olan büyük bir şehir Diyarbakır.
Ve tabii burada devletin görünüm kazandığı "polisin" sürekli göz hapsindesiniz. Her köşede panzer, çevik kuvvet otobüsü var. Buna rağmen , bu görüntüye "alışıldık" demek doğru olmaz, bu, "alışılacak, kanıksanacak" bir görüntü değil. Zaten Diyarbakır halkının baskıya alıştığını, boyun eğdiğini de hiçkimse iddia edemez.
Diyarbakır bir büyük kent olarak çelişkileri de içinde barındırıyor. Bir yanda Batı illerinde göremeyeceğiniz bir yoksulluk var. Kaleiçi'nde, sur diplerinde 1990'lardaki köy yakmalarıın ardından gelen göçmen ailelerin yerleştiği tek göz odalar sıralanıyor.
Yanımızdaki Diyarbakırlı arkadaşımız, Dicle'nin öte yanındaki dağlara bakan anneleri gösteriyor:
"Oğulları gerillada. Sabahtan akşama kadar oturup dağlara bakarlar, beklerler."
Burada da yıkımlar, kentsel yenileme, dönüşüm uç vermiş. Bu yoksul insanların kaldıkları, daha doğrusu sığındıkları o gecekondular yıkılıyor. Kentin bir başka ucunda "75" denilen semtte yeni, lüks siteler inşa ediliyor. Bazılarını TOKİ, pek çoğunu da özel şirketler inşa ediyor.
Her birinin orta yerinde de koca camiler inşa ediliyor. Birinin adı "Said-i Nursi" camisiydi, içinde bulunduğu konutlar da "Nur konutları"... Sur dibinde yıkılan gecekondulardan evsiz kalanların buralara yerleşmesi imkansız. Akıbetlerinin ne olacağını merak ediyorum.
Sur içi bölgesindeki kazılar sürüyor, eskiden JİTEM'in kullandığı bina, adliye ve cezaevinin bulunduğu bu bölgenin bir ucunda kentin en önemli camisi Hz. Süleyman Camisi ile en eski kilisesi bulunuyor. Cami ile kilise arasında devletin "katliam" merkezi var.
JİTEM'in kullandığı bina geçmişte de Hamidiye Alayları'nın kışlasıymış. Devlette devamlılık esas!
Arkadaşımızın dedesinin de Ermeni soykırımının ardından buradaki hapishanede öldürüldüğünü dinliyoruz. Zaten Kürt illerinin neredeyse her binasının, her sokağının, her köşesinin, bir "infaz, faili meçhul, katliam" hikayesi var...
Dengbej Evi'nde sadece dengbejlerle değil, Kürt dilinin geliştirilmesi için çaba harcayan araştırmacılarla da tanışıyoruz, konuşuyoruz.
Devletin ısrarla "bilinmeyen dil" dediği Kürtçe'nin nasıl hayata geçirildiğine şahit oluyoruz.
Dersim
Dersim'e gelince organik bir bağım olmamasına rağmen, "memleketime gelmiş" duygusunu yaşıyorum. Bu kentten ayrılırken de her yıl geleceğime söz veriyorum kendime.
Dersim yolunda kısa süre konakladığımız Elazığ merkezi ise bir İç Anadolu kenti havasında. Tabelalar, şive, konuşmalar...
Kentin dışındaki süt üretim çiftliğinin adı "Ülkebir", tabelada büyük bir Türkiye bayrağı var.
Dersim ise bölgenin tümünden farklı, ayırt edici özelliklerini hemen hissettiren bir adacık.
Kadınlar kafe işletiyor. Restoranlarda kadınlar erkekler birlikte içki içiyorlar. İnsanın hiçbir tedirginlik ve yabancılık hissetmediği bir kent.
Munzur vadisi eşsiz güzellikte, Ovacık'ın birkaç kilometre dışında Ziyaret Köyü'ndeki Munzur Gözeleri de büyüleyici.
Munzur Vadisi üzerinde de HES inşaatları yapılıyor ve burası da sular altında kalacak. Dersimlilerin başlıca gündem maddelerinden biri bu HES inşaatları. Doğalarının betonlaştırılmasını ve yok edilmesini haklı olarak istemiyorlar.
Dersim dört dağ içinde ve iki nehir arasında... Bir tablo gibi.
Pülümür çayı üzerindeki plajlar, Kutu deresi, martılar... Bir de çeşitli siyasi partilerin her yandaki yazılamaları.
Ve tabii Dersim, belki de devletin en görünür olduğu yerlerden biri. Çay içerken namlusu size dönük bir silahla karşılaşmak mümkün. Kentin girişi ve çıkışındaki arama noktalarının duvarlarındaki yazılamalarla kendine özgü bir kent burası.
Dersim'de bulunduğumuz sırada yaşanan bir çatışma (TV'den duyduk) nedeniyle kentin ortasında kurulu askeri birlikten kalkan helikopterlerin gürültüsü günler boyu hiç eksik olmadı.
Akşamları zırhlı bir aracın üzerinde kurulu makinalı tüfekle karşılaşmak da şaşırtıcı gelmedi artık.
Buradaki arkadaşlarımız da anlatıyor, "geçmişte Dersim'den Ovacık'a giderken 3-4 yerde araçlar durdurulup, insanlar aranır ve götürdükleri malzemeler tanınan istihkakın üzerindeyse asker tarafından el konulurmuş."
Munzur Festivali'ni kaçıracak olmamıza çok üzüldük. Seneye görüşmek üzere diyerek ayrıldık Kürt illerinden. (AS)