Küresel kriz bütün ezberleri bozarak derinleşiyor. Eylül başında yayımlanmış olan Amerikan işgücü piyasasına ait veriler, Amerika'da işsizlik oranının yüzde 6.1'e çıktığını ve sadece ağustos ayındaki istihdam kaybının 110 bin kişiye ulaştığını belirtmekteydi.
Verilere göre, siyahlar arasındaki işsizlik oranı yüzde 10.6; Hispanikler arasındaysa yüzde 8.1 düzeyinde idi.
Krizin en şiddetli biçimde düşük eğitim düzeyine sahip vasıfsız emekçileri vurduğu anlaşılıyordu: lise eğitimini tamamlamamış nüfus arasındaki işsizlik oranı yüzde 8.1'e çıkmış ve 1994'ten bu yana en yüksek orana ulaşmıştı.
İngiltere'de ise, mevcut krizin son 60 yılda yaşanan en şiddetli daralma olduğu görüşü dile getirilmekteydi. İngiltere'de imalat sanayiindeki istihdam kayıpları 1,5 milyon kişiye ulaşmış; reel ücretler ise yüzde 1,5 oranında gerilemiş durumdaydı. İngiliz hane halklarının borçluluk oranı katlanarak büyümüş ve kişisel harcanabilir gelirin yüzde 160'ını aşmıştı. Kredi hacmindeki spekülatif büyüme, özel şahısların aşırı borçlanma iştahıyla birlikte bir sabun köpüğü gibi şişkinleşmiş ve sürdürülemez bir hal almıştı.
ABD'de ve Avrupa'da bankaların, yatırım şirketlerinin ve sigorta şirketlerinin devlet kontrolü altına alınması işte bu noktada gerçekleştirildi. Amerika'da kutsal bir kavram olarak değerlendirilen "vergi mükelleflerinin parasının", küresel finans sisteminin "sağlığı ve istikrarı" söz konusu olunca sınırsız bir kaynakmışçasına harcanması normal karşılanmaktaydı.
Kapitalizm düşünün ölümü
Oysa aynı tür devlet müdahaleleri, 1997 Asya krizi boyunca ve 2001 Türkiye ve Arjantin krizlerinde uluslararası finans kesimince kesinlikle yasaklanmış ve devletin küçültülmesi ve yeni özelleştirme dalgalarıyla kamu varlıklarının tasfiyesi hızlandırılmıştı. Anlaşılan gelişmekte olan ülkelerde "ahlaki tehlike" (moral hazard), verimsizlik, israf ve her türlü kötülüğün anası olarak değerlendirilen "devlet müdahaleleri", kapitalizmin hegemonik gücünde finans kesiminin çıkarları söz konusu olunca, gerekliliği tartışma kaldırmıyordu.
Üstelik bu son müdahale, Amerikan hükümetinin yıl başında gerçekleştirmiş olduğu 160 milyar tutarındaki vergi iadesi paketi ve mart ayında Bearn Stearns şirketine aktarılan 50 milyar dolarlık kurtarma operasyonlarına ek olarak uygulanmaktaydı. Öyle ki, muhafazakar görüşleri ile tanınan Financial Times'ın baş ekonomisti Martin Wolf, karışık duygular içerisinde 24 Mart tarihli köşe yazısında şu satırları dile getirmişti: "14 Mart 2008 tarihini unutmayınız: bu tarih bundan böyle küresel serbest piyasa kapitalizm düşünün öldüğü gün olarak anılacaktır."
Türkiye'nin durumu
Bu durgunluk ve çöküntü sürecinin Türkiye'yi etkilememesi düşünülemez. Peki küresel krizin Türkiye'ye yansımaları neler olacaktır?
Bu soruyu yanıtlamadan önce şu gerçeğin altını çizelim. Krizin Türkiye ekonomisindeki tezahür ediş biçimini ve şiddetini önceden somut rakamlarla tahmin etmemiz olanaklı değildir. Kriz sürecinde, örneğin dolar kuru, ya da borsanın olası kayıplarının boyutu gibi finansal fiyatların olası rakamsal değerlerini tahmin etmek olsa olsa falcılık ve kehanet işidir. İktisat biliminin bu tür tahminlerde bulunmaya yeterli araçları henüz geliştirilmemiştir. Krizin döviz kuru, faiz oranları, borsa endeksi gibi olası rakamsal değerleri üzerine, hele takvim vererek öngörülerde bulunmak, iktisat biliminin sınırları dışında bir uğraştır.
Ancak, mevcut veriler ışığında küresel kriz sürecinin Türkiye ekonomisinde ne tür makro ekonomik mekanizmaları harekete geçireceğini değerlendirmek olasıdır. Bu tür bir değerlendirme için ilk adım olarak Türkiye'nin 2001 sonrasında küresel ekonomiyle olan bağlantılarını irdelememiz gerekecektir.
2001'in ardından
Türkiye 2001 krizi sonrasında uluslararası piyasalardan kaynaklanan muazzam çaplı bir finansal genişleme ve ucuz kredi olanağına kavuştu. Giderek artan dış açıklar (cari işlemler açıkları) önce yüksek faizlerin cazibesiyle Türkiye'ye akmakta olan sıcak parayla, daha sonraları ise şirket birleşmeleri ve özelleştirmeler ile elde edilen doğrudan yatırım finansmanıyla karşılanmaya çalışıldı. Söz konusu dönemde Türkiye dış borçluluğunu hızla yükseltti. 2003 başında 129.6 milyar dolar olan toplam dış borç stoku, 2008'in Haziran ayı itibariyle 284.4 milyar dolara yükseldi. 5,5 sene gibi bir sürede biriktirilmiş olan 154.4 milyar dolarlık net yeni dış borcun ana kaynağı ise özel sektörün borçlanmasıydı.
Görüldüğü üzere Türkiye, 2002 sonrasında küresel finans piyasalarına net borçlanıcı olarak katılmıştır. Biriktirilen borç tutarının neredeyse tamamı özel sektör borcudur. Özel sektör içerisinde de finans dışı şirketler kesiminin bu borçlanma temposunun öncüsü olduğu görülmektedir. Finans dış özel şirketler kesiminin 2003 başında 32.8 milyar dolar olan dış borç stoku, 2008 Haziranı'nda 124.7 milyar dolara yükselmiş ve dış borçlanmadaki toplam artışın üçte ikisini oluşturmuştur. Türkiye 2008 krizini yüksek cari işlemler açığı ve yüksek dış borç bağımlılığı ile karşılamaktadır. Ancak 2008'in yeni küresel koşulları ucuz kredinin olası kıldığı ucuz döviz ve ucuz ithalata dayalı büyüme modelinin artık mümkün olamayacağını göstermektedir.
Dolayısıyla, küresel finans piyasalarındaki daralmanın Türkiye'de öncelikle yüksek ölçüde dış borç biriktirmiş olan ve dış borçlarını çevirmek zorunda bulunan finans dışı reel şirket kesimini etkilemesi beklenmelidir. Bilançolarında yüksek oranlı döviz borcu bulunan şirketlerin yükselen kredi maliyetleri ve döviz kurundaki pahalılanmadan olumsuz etkileneceği açıktır. Bu sürecin ulusal üretimde gerileme ve artan işsizlik ile birlikte yaşanacak uzun süreli bir durgunluk yaratacağını öngörmeliyiz. Bu sürecin ulusal üretimde gerileme ve artan işsizlik ile birlikte yaşanacak uzun süreli bir durgunluk yaratacağını öngörmek gerekmektedir. Krizi salt borsadaki menkul kıymetlerin değerlerinin düşmesi veya dövizin pahalılaşması olarak görmeye alışkın kalemler, Türkiye sanayiine ilişkin tehlike sinyallerini yadsımakta ve küresel krizi gelip geçici bir konjonktürel olgu olarak değerlendirmektedir.
Oysa Türkiye sanayisine ilişkin üretim istatistikleri ulusal ekonomide yaz aylarında başlayan durgunluğun artık açık bir gerilemeye dönüştüğünü belgelemektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerinden hazırladığımız aşağıdaki şekil Türk sanayisinde yaşanan daralmanın boyutlarını açıkça sergilemektedir. Elimizde daha sadece Ağustos ayı verileri bulunmasına karşın Türkiye sanayisinin içine girmiş olduğu kriz tehlikesi açıktır. İmalat sanayi haziran ayındaki yüzde l'lik gerilemesinin ardından, temmuz ayında yüzde 3-2 oranında mütevazi bir genişleme kaydetmiş idi.
Ancak ağustos ayı verileri imalat sanayiindeki daralmanın yüzde 5'i aşmış olduğunu vurgulamaktadır. Küresel krizin daha da şiddetlendiği eylül ayı ve sonrasında sanayiine olan olumsuz etkilerin yoğunlaşması beklenmelidir. Krizi sadece İMKB'nin kayıpları ve "cari işlemler açığının finansmanını sürdürebilecek miyiz?" mantığıyla değerlendirmekle yetinen çevreler, küresel krizin Türk sanayi ve diğer üretici sektörlerine olan doğrudan daraltıcı etkilerini görmezden gelmektedir.
Bu şartlar altında Türkiye ekonomisini 2008'in kalan aylarında ve büyük olasılıkla 2009 boyunca durgunluk ve yaygın işsizlik beklemektedir. Bu gözlemlere ve elimizdeki iktisadi verilere karşın, "Türkiye küresel krizden yeni fırsatlar elde ederek çıkacaktır" savını inandırıcı bulmak çok güç gözükmektedir.(EY/EÜ)
* Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Erinç Yeldan'ın yazısını İstanbul ODTÜ mezunları derneğinin yayını Baraka'dan aktardık.