2013’ün son günlerinde ufak bir haber olarak geçti Diyarbakır’ın ortasında kimsesiz kalan altı çocuğun haberi.
Diyarbakır’ın Bismil ilçesinde babaları altı yıl önce "örgüt üyesi olduğu" iddiasıyla tutuklanan çocukların, mevsimlik işçi olarak çalışan anneleri de işçi olarak götürüldüğü pamuk tarlasına giden aracın devrilmesi sonucu ölmüştü.
Beş ve 16 yaş arasındaki bu altı kardeşten en büyükleri 16 yaşındaki Abdülkadir ve 15 yaşındaki Rojin diğer kardeşlerinin sorumluluğunu üstlenmiş ve yakınlarının kiraladığı bir evde yaşam mücadelesi veriyorlardı. Haberde çocuklar yetkililerden cezaevindeki babalarını geri istiyorlardı.
O gün uzun uzun baktığım Abdülkadir ve Rojin’in çaresiz bakışları altında Amed’in sokaklarında yürürken, etrafımda mendil satmak için biriken Kürt çocukların barış süreciyle ilgili ne hissettiklerini düşünüyorum.
Eski bir Diyarbakır evinde öğlen yemeği için buluştuğum, Bölgede kapsamlı çocuk çalışmaları yapan sayılı dernekten biri olan Çocuklarla Aynı Çatı Altında Derneği’nin (ÇAÇA) başkanı arkadaşım Azize Leygara veriyor kafamdaki sorunun cevabını:
“Kürt çocukların sosyalleşmesinde sokaktaki politika etkili. Bunun yerine koyacakları başka bir şey de yok maalesef. Siyasal faktörler bu çocukların aynı zamanda sosyal yaşamı.
“Eylemlerde taş atıyorlar. Bu eylemlerde hem kendilerini iyi hissediyorlar hem de eylemleri sosyal alan olarak görüyorlar.
“Çocuklar barış süreci ile ilgili konuşmuyorlar çünkü barış sürecinden hoşlanmıyorlar. Çünkü onlar bu eylemlerin içinde kendilerini değerli hissediyorlar.”
Azize devam ediyor:
“Bizim suç olarak algıladıklarımızı çocuklar suç olarak algılamıyorlar. Çünkü bu onların mahallesinde var, normal yaşamlarının bir parçası.
“Diyarbakır Suriçi’ndeki baba çocuğu yanındayken uyuşturucu alıyor. Bu da çocuğun yaşamının bir parçası haline geliyor. Önce mahallenin ve sokağın yaşanabilir hale gelmesi lazım. Bu da asayişle olabilecek bir şey değil. Her mahallede çocuklar için sosyal servis merkezleri olmalı.
“Çocukta en azından bir alternatif var algısı olmalı. Böylece çocuklarda daha sağlıklı daha demokratik refleksler de oluşacak.”
Çocuklar bir anlamda günlük hayatlarında neyi deneyimlerse o refleksleri geliştiriyorlar.
Azize’yi dinlerken, 2010 yazında Bölgede bir korucu köyünde çocuklarla yaz boyunca yaptığımız barış çalışmalarını hatırlıyorum...
İki ay boyunca düzenlediğimiz atölyelerde çocuklarla birlikte hoşgörü, empati, önyargıları kırmaya yönelik etkinlikler yapmıştık. İki ay sonra kapanış etkinliklerimizde çocuklardan bir drama hazırlamalarını istemiştik.
Çocuklar yaptıkları dramada bir siyasetçiyi canlandırmışlardı. Siyasetçi “tek vatan, tek bayrak, tek millet” diye konuşuyor. Çocuklar da bu siyasetçiye taş atıyor, arkada bir grup çocuk da polis olmuş, onlar da taş atan çocukları dövüyor. O gün bizim eğitimlerimizin bir işe yaramadığını anlamıştım.
Biz ne kadar çocuklara, barış ve empatiden bahsetsek de, çocuklar kendi kimliklerine saldırana taşla karşılık veriyor, gerçek hayatta süregelen şiddetin varlığı çocukların dramalarına doğal olarak yansıyordu.
Bu şiddet ortamı devam ederken bizim yaptığımız barış eğitimleri de havada kalıyordu. Çünkü çocukların şiddet dolu yaşamlarında verdiğimiz eğitimin karşılığı olan bir gerçeklik yoktu.
Bölgede büyük azim ve fedakarlıkla çalışan bu sivil toplum örgütleri de çocukların şiddet dolu yaşam gerçeklerini değiştiremeseler de onlara en azından yaşamları içinde başka alternatifler sunmaya çalışıyorlar.
ÇAÇA da yıllardır Diyarbakır’ın yoksul mahallelerinde kurduğu çocuk merkezleri ile sanatla içiçe bir şekilde çocuklara çeşitli eğitimler sunuyor. Çocuk hakları odaklı farklı tekniklerle çalışmalar yapıyorlar bu mahallelerde.
“Demokratik Liderler” adını verdikleri bir programla Dersim, Şırnak, Diyarbakır ve İstanbul’da gönüllülerle çalışarak çocukların demokratik olaylar karşısındaki reflekslerini anlamaya çalışıyorlar.
Programlarını çocuklarla geliştiriyorlar, çocuklarla beraber farklı alternatifler oluşturuyorlar. Tüm bunları yaparken işlerin yarım kalabileceği endişesini ise hep taşıyorlar.
“Çok güvensiz, diken üzerinde bir zemindeyiz” diyerek açıklıyor Azize ruh durumlarını. “Korkuyoruz, bu korku normal yaşama adaptasyonu zorluyor. Sivil toplum olarak da korkuyoruz. Şu an var olan sürece göre program geliştirebiliyoruz.”
Korkuyoruz. Kürtler olarak çok korkuyoruz. Tekrar ölmekten, öldürülmekten, yara almaktan, en çok da çocuklarımızın bir geleceği olamaması ihtimalinden korkuyoruz.
Çocuklarımızın yaşamının da bizimki gibi olabileceği ihtimalinden korkuyoruz.
Çocuklarımızın, boğazlarına bir yumru gibi oturmayacak, güzel hatırlanan bir çocuklukları olsun istiyoruz.
Kürdistan’da da “çocukluk” yaşansın istiyoruz. (NB/YY)