Dünya ekonomisindeki yavaşlamanın geniş çaplı bir krize evrilmesi beklentisi kriz eksenli açıklamaları şüphesiz önemli kılıyor. Örneğin, ABD'de düşme eğilimine giren hisse senedi fiyatları Avrupa ve Asya borsalarını etkiliyor.
11 Eylül'deki saldırıdan olumsuz etkilenen uçak endüstrisi ve hava taşımacılığı sektörü yüz otuz bin civarında işçiyi işten çıkarttı. Diğer sektörler dahil toplam işini kaybeden işçi sayısı yarım milyona ulaştı. Swissair, Sabena türünden havayolu şirketleri iflas eşiğinde. İngiltere'de bu sene içinde 200 bine yakın sanayi işçisinin işini kaybedeceği tahmin ediliyor. Yani her türlü gösterge, yaklaşan bir genel krize işaret ediyor.
İçiçe girmiş üç faktör
Öte yandan, bu tür analiz yönteminin bazı sınırlayıcı yönlerinin bulunduğu da gözardı edilmemeli. Dünya ekonomisinin farklı ekonomik süreçlerin etkisi altında yavaşlama eğilimine girdiği biliniyor. Birbirinden bağımsızmış gibi görünen ama içiçe geçmiş birçok faktörden üçü bizim için önemli.
* Bunlardan ilki Amerikan ekonomisindeki spekülatif balonun patlamasının getirecekleri. ABD'de son on yıl içinde finansal piyasalarda spekülatif yükseliş tüketici beklentilerini olumlu yönde etkilemiş ve ABD'nin diğer ülkelerden yaptığı ithalatı arttırmıştı.
* İkincisi Japonya'nın son on yılda sürekli bir kriz içinde olması ile ilgili. Bu dönem süresince birkaç kez Japon ekonomisi büyüme trendine girdi ancak her seferinde bu eğilim kısa vadeli oldu.
* Üçüncü önemli faktör ise gelişmekte olan dünyada giderek daha sıklıkla yaşanan döviz krizleri.
Ancak bu üç faktör nasıl bir araya gelip, ne tür bir kriz çıkaracak bugünden pek belli değil.
ABD'nin elinden gelen
Esasen bu üç faktör 1997'den beri belli bir dünya ekonomik krizi yaratmak için ciddi bir tehdit unsuru olarak mevcuttu. Ancak bu üç faktörün bir araya gelip de ciddi bir kriz ortaya çıkarmaması daha çok Amerikan idaresinin bu dönemde piyasalara yaptığı müdahaleler ile ilgiliydi.
ABD idaresi, bu dönemde ne pahasına olursa olsun ekonomik bir yavaşlamanın önüne geçmek için elinden geleni yapmıştı. Hisse senedi piyasalarında spekülatif faaliyetlerin artacağını bile bile ABD Merkez Bankası (Federal Rezerv) güçlü dolar politikası izlemişti.
1997 krizi sonrasında Doğu ve Güney Doğu Asya'dan kaçan sermaye ABD'de yatırılmış, euro'nun zayıflaması Avrupa Birliğinin genel olarak ihracatını yükseltmişti. Benzeri şekilde Doğu ve Güney Doğu Asya ihracatı ABD'deki tüketici talebini izleyerek artmıştı. ABD'nin krizi önlemek için mutlaka müdahale edeceği sinyalini alan finansal piyasalara güven duygusu hakim olmuştu.
Şüphesiz, bugün ABD 1997'den beri yaptığı müdahaleleri yapacak güçte değil. Amerika'nın dünya ekonomisini desteklemeye devam edebilmesi, kendi tüketici harcamalarına dayalı ekonomik büyüme dönemini devam ettirmesi ile mümkün olabilir. Ancak, Amerikan tüketicileri hisse senetlerindeki düşüş ve işsizliğin artışı nedeniyle, pek de ekonomik büyümeyi destekleyecek istekte görünmüyorlar. Üstelik Amerikan halkı gırtlağa kadar borçlu. Bankalardaki borç kalemleri, gayrı safi milli hasılanın (GSMH) yüzde 70'i dolayında. Öte yandan, ABD'ye akacak sermaye de pek yok.
Kötü pozisyonda yakalanma
İçinde bulunduğumuz konjonktürde, yukarıdaki üç faktörün biraradalığı dünya egemen sınıflar ittifakını kötü bir pozisyonda yakalamış gibi görünüyor.
Örneğin, Japonya önümüzdeki dönemde ekonomik krizini aşabileceğinin sinyallerini pek vermiyor. Japon bankalarının aktifleri son derece kötü durumda. Devletin harcamaları GSMH'nın yüzde 10'u civarında. Üstüne üstlük devlet artık inşa edecek fiziksel alan bulamıyor. Hiçbir zaman kullanılmayacak hava alanları, trafiğe kapalı ve hiçbir yeri birbirine bağlamayan otoyollar türünden devlet harcamalarının arttırılmasının sonuna gelinmiş vaziyette. Japonya'da devletin harcama yaparak ekonomiyi pozitif büyüme yönüne getirmesi imkân dahilinde değil. Hem de, faiz hadleri sıfıra yaklaşmışken, yani para yatırımcılara bedava verilirken...
Gelişmekte olan dünyada da durum pek farklı değil. "Yükselmekte olan piyasalardaki" durumu en iyi yansıtan ülkelerden biri Türkiye. 1994'den beri giderek sıklaşan krizlerin sonuncusu halen devam etmekte olan Şubat 2001 krizi. Türkiye'nin uyguladığı serbestleşme politikalarına dayalı sermaye birikimi modeli iflas etmiş vaziyette. Bu modelin bir parçası da sermaye hareketlerinin serbest bırakılmasını öngörüyordu. Elbette sonuç spekülatif hareketlerin artması oldu. Öte yandan serbestleşme, kapitalizmi belli bir transformasyona uğrattı. Türk sermayesi giderek artan bir şekilde uluslar arasılaştı. Yepyeni sınıf dinamikleri toplumsal hayata katıldı. Bunun en iyi tezahür ettiği biçim Anadolu kaplanları ve Susurluk kapitalizmiydi.
Kriz ve stratejik önem
Artan spekülasyonun kâr oranları tarafından dengelenmesi mümkün değildi. Sonuç, görünüşte finansal olan, ama daha derinden üretici sermayeyi ilgilendiren bir transformasyon krizi idi. Bu kriz hala devam ediyor ama, Türkiye'nin "şanslı" bir ülke olduğunu da söyleyebiliriz! Ne zaman bu tür krizler ortaya çıkıyor, o dönemlerde Türkiye'nin stratejik önemini Batılılar nezdinde arttıran siyasi krizler oluşuyor.
Aslında gelişmekte olan dünya konusundaki kriz dinamikleri daha çok Arjantin üzerinde yoğunlaşıyor. Arjantin, şu sıralarda peso'nun değerini piyasada dolaşan para miktarına bağlamış durumda. Bu sistem "currency board" denilen bir otorite tarafından kontrol ediliyor. Arjantin ekonomisi, son üç senedir kriz içinde. Sürekli moratoryum tehdidi savuruyor dış dünyaya. Son olarak, ithal edilen tüketici malları üstündeki gümrükleri arttırdı. Arjantin'in dahil olduğu "Mercosur" ülkelerinin bu duruma bozulmuş olduklarını belirtmeye gerek bile yok.
Acaba bu dönemde tüm bu faktörler bir araya gelip uzun süreli derin bir global kriz yaratabilecek mi?
En yakın ihtimal ve ötesi
Şurası açık, bugün bir dünya krizine daha yakınız. Ancak diğer yandan, kapitalizmin menajerlerinin krizleri savuşturmakta ne denli ustalaştıklarını da göz ardı etmemeliyiz. Bugünden söylenecek söz, kapitalizmin yöneticilerinin krizi engellemek için ellerinden geleni yapacakları.
Örneğin, ABD vergi iadeleri, para basma, faiz hadlerini geri çekme türünden politikalarla ekonomik yavaşlamanın etkisini azaltmayı hedefliyor. Amerikan idaresi saldırıların hemen ardından söz verdiği 40 milyar dolara ek olarak 75 milyar dolarlık bir harcama paketini saldırıdan etkilenen sektörlere yardım amacıyla kullanmayı kabul etti. Bu miktar ABD'li tüketicilerin tasarruflarını yüzde bir civarında arttırma yönünde karar verdiklerinde piyasadan çekilecek para miktarına eşit.
Eğer, tasarruflar yüzde on artarsa bu Amerikan Merkez Bankası'nın para politikası ile karşılayamayacağı miktara ulaşacak. Ancak, faiz politikası gibi politikaların ve diğer girişimlerin tüketici davranışları üzerinde nasıl etkili olacağı ve ne tür sonuçlar üreteceği, krizi engelleyip engellemeyeceği de henüz bilinmiyor. Ayrıca, ekonomik olarak görece daha iyi durumda olması Avrupa'ya 1997 ve 1998 de ABD'nin krizi savuşturmak için oynadığı rolün benzerini oynamasını dayatıyor. Yani Avrupa, ekonomik yavaşlamanın etkilerini engelleme görevini tek başına üstlenmek durumunda kalabilir ki, bu da kapitalizmin yöneticileri için işleri kolaylaştırır.
Devlet ekonomiden elini hiç çekmemişti ki...
Bütün bu gelişmeler, eski Keynesyen politikaların sanki tekrar gündeme geldiği izlenimini veriyor. Bazı çevreler de bu gelişmeleri Keynesciliğin geri gelişi şeklinde yorumluyorlar. Aslında devletin ekonomiden elini çekmesi hiçbir zaman gerçekleşmemişti. Devlet sürekli ekonomiye müdahale etmekteydi, kendi dostları adına. Geri çekilen, devletin istihdam yaratma faaliyetleriydi. Gerçi Avrupa Birliği idarecileri, üye ülkelerdeki örgütlü işçi sınıfı mücadelesi yüzünden devletin ekonomiden elini çekmesi işini pek kolay yürütememişti ama, işçi sınıfının direnişini kırmak yolunda belli oranda da başarılı olabilmişti.
İçine girdiğimiz dönemde özelleştirme, piyasaların üstünlüğü vs. türünden görüşlerin savunulmasının artık daha güçleştiğini söyleyebiliriz. Piyasaların insanlığın sorunlarını çözebileceği görüşü inandırıcılığını yitirdi.
Piyasaların yıkıcı gücü, olumsuz etkilenen yığınlar tarafından daha fazla konuşulup reddedilecek. Alternatif görüşler hem dinleyici bulacak hem de daha fazla etkili olacaklar. Bu yüzden, içinde yaşadığımız dönemde, salt kriz çığırtkanlığı üzerine senaryolar üretme sınırlılığına takılıp kalmak, gelecek ufkunu daraltmaktan başka bir işe yaramayacaktır. (NU)