“Koca bir Cumhuriyet altını gibi, Körfez’in yakasına iliştirilmiş/teğellenmiş güneş…” diye başlayabilmeliydi bu yazı mesela.
“Uçuşan eteği, askılı body’si, ayaklarındaki sarı botların renginde sarı pomponlu kulaklıklarıyla erken açmış bahar dalı gibi bir kız yürüyor kaldırımdan…” endamıyla devam edebilmeliydi sonra. Karıştırıyorum bazen eski yazıları da var böyle cümleler, cemreli baharlardan, can erik gibi iç kamaştıran havalardan, sonbaharın güzelliğinden, kışın zalimliğinden girip beyaz ve sıcak bir somunu dişler gibi iştahlı kelimeler, okurun yanağından kesme alan benzetmeler, kıkırdayan yazılar… Şimdilerde ise cehennemi anlamaya çalışmakta kelimelerimiz. Düşündükçe kayıplara karışıyor insan.
Hayatlarındaki şefkat alacağını doktorlardan/sağlık personelinden karşılamaya yeminli ha bire hastanelere sökün eden canımın içi teyzeler misali, ben de sizden medet bekler gibiyim bugün kadirşinas okur, farkındasınızdır. Sokakta, metroda, trafikte, alışverişte ve elbette televizyon ekranlarında üzerinize üzerine gelen nefret dalgaları arasında ayakta kalabilmek için; gözü, atılacak cankurtaran simidinde olan siz değilsiniz sadece. Konfetiler gibi umut dağıtmak, bilgelik eylemek, hep ütülü cümlelerle kırışıklıklara merhem olmak, dertlere çözüm bulmak gibi insanüstü varlıklardan biri değiliz nihayetinde değil mi ya? Turşu fıçısında ekşimemiş, renk değiştirmemiş yeşil bir salatalık olarak kalmak ne mümkün bu canım ülkede?
*
Bir röportajda tanıdığım, sonrasında bir KHK listesinde Ege Üniversitesi’nden atılan akademisyenler arasında görüp canımın yandığı bir isimle birlikteydim geçen gün. Önceki röportajımda beni “onca güçlülüğü, bu zarafetin/kırılganlığın içine nasıl hapsetmiş’” diye düşündürüp şaşırtmış Melek Hoca’yla. Melek Göregenli’yle…
Yine öğrencisine anlatır gibi yanıtladı sorularımı, yine sevgiden yaşardı gözleri, bütün o demir leblebi cümleleri olanca sakinliği, kararlılığıyla sıraladı röportaj boyunca. Bu kadar huzursuz bir konuda nasıl oluyor da çevresine huzur yayabiliyor diye, yine şaşırttı, düşündürttü beni…
TIKLAYIN - "Nefret Söylemi İktidarların Çok İhtiyacı Olan Bir Şey"
Sosyal psikoloji alanında akla gelen ilk isimlerinden olan Prof. Dr. Melek Göregenli ile bianet okurları için ilk söyleşimi yaptım.
Nefretten konuştuk Melek Hoca’yla. İnsanı insanlıktan çıkarabilen, kirleten, yoran, yıpratan, yakan duygudan. Nefret söylemi ve nefret suçlarından. Kötülüklerden, iyiliklerden, vicdandan, hayatı hep duvarlara çarpa çarpa öğrenmek zorunda kalmışlardan, yoksullardan, en feci nefret suçu linçten, linç girişimini yapanlardan… Masumiyetimizi nasıl koruyabileceğimizden.
Ve hayvanlardan…
Bir yanımızda bir hayvanın bir hayvana yapmayacağı vahşeti uygulayan insanlar, öte yanımızda elindeki son parayla mama alıp sokak hayvanlarını besleyenler, barınaklara düşmesin diye terk edilmiş köpeklere yuva bulmaya çalışan, bulamazlarsa uykuları haram olan insanlar… Dedim ki Melek Hoca’ya, “ Bunca nefret ortamında herkes kendince nefes almaya çalışıyor ya… Kötülük daha görünür hale geldiği için, bunca nefret ve kötülükle baş edemeyen insanların hayvanları daha çok sevmeye başlaması da bunun bir sonucu mu?”
“Hayvanlarla ilgili bir yandan görünürlüğü artan bir şiddet varken, sevgi ve bakım ilgisi düzeyinde bir artış olduğunu düşünüyorum” dedi. “ Sınıfsal bir şey bu… Orta sınıfta artıyor, özellikle kadınlarda… Bu tabii üzerine çok düşünülmesi gereken bir şey”le devam etti sonra:
“Şöyle bir şey geliyor aklıma bazen… Evde hayvan beslemek, sokak hayvanlarına bakmak, veganlığın vejeteryanlığın artması, ekolojist yaklaşımların artmasıyla bu yaklaşımların giderek egemen olması, daha görünür olmasıyla da ilişkili ama şöyle de bir sonucu var sanki… Doğrudan bir iyilik yaratabiliyorsunuz böylece… Bence buna da çok ihtiyacımız olduğu için bu kadar yaygın… Çünkü bireysel iradelerimizin, bireysel iyilik isteklerimizin, kendimiz ve dünya için iyi bir şey yapmak isteğimizin sonuçlarını o kadar zor görür hale geldik ki… Hayvanlarla ilişki çok somut böyle bir şey sağlıyor, bu da iyi hissettiriyor. Bu bana biraz böyle bir şey gibi geliyor.
“Benim mesela çok uzun yıllar evde kedim oldu, her zaman da hayvanları çok severim. Sonra şehir dışına çok gittiğim, evde yalnız bırakmak istemediğim için ve öldüğü zaman da çok üzüldüğüm için bir süredir evimde hayvan yoktu… 3-5 yıldır ama sokaktakilerle ilgileniyordum tabii. Üniversiteden atıldıktan sonra kış günü böyle küçük bir yavru kedi geldi bana, evde hayvan beslememe gerekçelerim hala sürmesine rağmen onu aldım. Böyle bir şeye çok ihtiyacım vardı. Kendime yapılan kötülüğü bir iyilikle karşılamak gibi… Bana çok iyi geldi… Böyle de bir şey var! Doğrudan iyi olduğumuza dair bir sonuç gösteriyor bize… İnsanlarla ilişkide bu kadar doğrudan aynalara sahip olamıyoruz. Ve tabii genel olarak giderek yalnızlaşıyoruz ve hayvanlar biriyle ilişki kurmamızı sağlıyor. Bunun illa insan olması gerekmez. Zaten çok insanlaştırarak ilişki kuruyoruz onlarla… Bazen mesela bu nedenle hayvanları istismar ettiğimizi bile düşünüyorum. Mesela tırnaklarını kesmek, hatta kısırlaştırmak… Bunlar üzerine çok düşünmek lazım… Bizim koşullarımızı bozmasın diye onları kendi hayatımıza daha adapte etmek için müdahale hakkımızı kendimizde buluyoruz. Belki kaçınılmaz ama -pek çok gerekçe söylense de tam ikna olamıyorum- ben yapamadım… Çok yönlü bir konu, çok düşünmek lazım…”
“Hepimiz bir hapishanedeyiz, ancak bazılarımızın penceresinden gökyüzü görünüyor” demiş ya Halil Cibran. Penceresinden gökyüzü olanca güzelliği ile görünen Melek Hocalarla karşılaşmak, hayatımızda hep onun gibi, ışığını cömertçe sana yansıtan insanlarla bir arada olmak, kötülükleri, çirkinlikleri, nefreti, fenalıkları, zalimlikleri hayatlarımızdan silmek, yok saymak istiyorum bazı zamanlar. İşte bu aralar, o zamanlar… Sevgili şefkatli okur. (HK)
* Fotoğraf: Asya Efsun Kalafat